28 Haziran 2011 Salı

Dorian Gray (2009)


Kitabı okumuşken hemen ardından en son uyarlamasını izlememek olmazdı tabi. Kitap hakkındaki düşüncelerimi yazmıştım:http://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2011/06/dorian-grayin-portresi.html
Bu yüzden konuyu bir daha tekrarlamadan direkt kitaba dayandırılarak yapılan bu 2009 tarihli filmi anlatacağım. Toby Finlay'in senaryosunu yazdığı filmin yönetmeni Oliver Parker-ki kendisi aynı zamanda oyuncu da. Dorian Gray olarak Ben Barnes'i, Henry Wotton olarak Colin Firth'ü ve Basil Hallward olarak Ben Chaplin'i izliyoruz.

Bu noktada da söylemek gerek ki filmin çıkış noktası dışında kitapla bir alakası yok. Film kitabın aksine, Dorian Gray'in büyükbabasının ölümü üzerine kendisine miras kalan eve yerleşmek üzere Londra'ya ayak bastığı ilk andan başlıyor.

En saf ve çocuk halindeki Dorian, kurda kuşa yem olmadan evin uşağı Victor tarafından eve getiriliyor. Çocukluğunun geçtiği evde kısa bir anı tazelemeden sonra, sosyetik hanımların yardım etkinliğinde piyano çalarken buluyoruz güzellik timsalimizi.

Burada herkesi kendine hayran bırakmanın yanında, Basil Hallward'la da tanışmış oluyor. Basil onu  ilk gördüğü andan itibaren kalemini kağıt üzerine dolaştırmaya başlıyor.

Daha sonra Basil'le portre çalışmalarına başlıyorlarken görüyoruz ikisini. Filmin kitabın hikayesine eklediği bir diğer ayrıntı da bu kısımda yavaştan gözümüze sokuluyor. Dorian'ın büyükbaba meseleleri mevcut. Çocukluğunda bir anlamda ondan nefret eden büyükbaba figürü göz önüne getiriliyor, hem tavan arası odasındaki flashbacklerle hem de Dorian'ın sırtındaki kırbaç izleriyle.

Yine kitaptakinin aksine Dorian, Basil'le birlikte Henry Wotton'ın partisine gittiğinde tanışıyor lordla. Daha ilk andan Lord Henry Wotton ele geçiriyor Dorian'ı. Sigara içiriyor, insanlar hakkında fikirlerle dolduruyor.
Kitapta üçü dışında kimsenin görmediği portre filmde gayet partili bir şekilde tüm tanıdıklara gösteriliyor ve salon duvarına asılıyor. Tabi portredeki sihri anlayan Dorian daha sonra onu kadim yerine taşıttırıyor.

Burdan itibaren de hikaye alabildiğine kendi orijinalliğine kavuşuyor. Toby Finlay'in senaryosu işin içine Sibly Vane'in erkek kardeşi Jim'i fazlaca sokuyor, filmin en can alıcı noktalarına gelindiğinde lordun 20lerindeki kızı Emily olarak bir karakter yaratıyor ve Dorian Gray'in tüm o ahlaksızlıklarını, zevk uğruna yaşadıklarını açık bir biçimde ele alıyor.

Bu haliyle hikaye kitaptakinden daha aksiyon ve gerilim içerir olmuş doğal olarak. Zaten bir buçuk saat boyunca da izleyiciye Dorian'ın düşüncelerini yüzünden okutamazsınız. Ayrıca bir diğer yanı da filmin yarattığı hikayenin, kitapta Oscar Wilde'ın söylemediği, aklımızı dürten düşünceleri ve asıl durumları karakterlere söyletmesi. Kitapta suçlu olarak resmi yaptığı için Basil'i gören Dorian, nihayet filmde de olsa Henry Wotton'a "Senin eserinim! Bana öğütlediğin ama asla yaşamadığın hayatı yaşadım. Ben, olmaktan korktuğun her şeyim." diyebiliyor.

Dorian Gray hikayesi, tümüyle onu canlandıran aktörün omuzlarına yüklü görünse de görünmeden Henry Wotton karakterine muhtaç. Bu yüzden Ben Barnes her ne kadar Dorian Gray olarak elinden geldiğince çabalamış olsa da, Colin Firth'ün belli bir etkisi olması gerek tüm film boyunca. Ben böylesine vurucu, baştan çıkarıcı bir etki göremedim lord Henry Wotton'da. Aynı sebepten Dorian Gray de pek çok yerde yetersiz kaldı. Ben Barnes karakter için gereken tüm o çekici güzelliğe sahip olsa da düz olmaktan kurtamıyor kendini film boyunca. Çok kötü değil, hayır, sadece biraz düz geliyor insana.
Film yeterli etkiyi gösteremese de izleyici bünyesinde, hikayeye tüm havasını katan müzikleri hakikaten muhteşem. Özellikle Dorian'ın doğumgünü sahnelerindeki ve bitiş jeneriğinin devamında güçlü gitar melodileriyle duyulan müzikler oldukça güzel.

27 Haziran 2011 Pazartesi

Oscar Wilde'dan "Dorian Gray'in Portresi"

Oscar Wilde'dan tanıdığım kadarıyla pek hoşlanmış değildim. Gene de bu hiç yaşlanmayan güzel adam ve onun yaşlanan portresi konusu oldukça ilgi çekiciydi, haliyle merak ediyordum. Ama acele etmemiştim, sırası gelince onu da görürdük nasıl olsa.
Ama Narnia Günlükleri'nin karşıma Ben Barnes'ı çıkarmasıyla taa 2009 tarihli Oliver Parker filmi Dorian Gray'e ulaştım. O vakit, artık kitabı da gözden geçirmenin yeriydi. Elime Remzi Kitabevi'nin Ağustos 1968'deki ikinci basımından Ferhunde ve Orhan Şaik Gökyay çevirisi 251 sayfalık Dorian Gray'in Portresi'ni aldım ve Wilde'ın kendi deyimiyle "dostlarından birinin hiç yazamayacağını iddia etmesinden dolayı birkaç gün içinde yazdığı" hikayeye daldım.
Oscar Wilde
Orijinal adıyla "The Picture of Dorian Gray", Oscar Wilde'ın 1891 yılında yayınlanan, yazmış olduğu tek romanı. Vikipedi'nin belirttiğine göre güçlü Faustvari temalı klasik bir gotik kurgu. 1854-1900 arasında yaşamış olan Oscar Wilde İrlandalı bir şair-oyun yazarı-öykücü olarak, zengin ve rahat başlayan ancak sonra dibe vuran, sefalet içinde biten bir hayat yaşamış, aykırı bir kişilik. Aykırı kelimesini kendi döneminde insanların ona yakıştırdığı düşüncelerden dolayı sarf ettim. Yoksa düşündükleri, yazdıkları ve yaptıkları kime göre neye göre aykırıdır bilemem.
Bahsi geçen olayımızsa şöyle: Viktorya döneminin sonlarında(hay bin kraliçe victoria, ne kadınmış yahu) Britanya'da Basil Hallward adlı oldukça saf, esasında normal düşünceleri olan her alelade insan gibi seven-hareket eden-mutlu olan-mutsuz olan-çabalayan bir ressamın, çok beğendiği bir genç adamın gerçek boyutlu bir portresini yapmasıyla başlıyor herşey. Dorian Gray adındaki genç, zengin ve mevki sahibi bir aileden gelen güzeller güzeli annesinin, kendilerine göre daha düşük bir seviyede olan bir adamla ailesine rağmen evlenmesi sonucu dünyaya gelmiş, sırasıyla önce babasız, sonra annesiz kalarak büyükbabası tarafından büyütülmüş bir delikanlı. Hikayemiz başladığında henüz 20lerinde bile yok. Ancak Basil'in de ona neredeyse taparcasına aşık olmasına sebebiyet vermiş olağanüstü bir güzelliği var. Tabiki henüz hayatının başında ve hiçbir şey görmemiş olmasından dolayı, bu güzellik hem içinden hem dışından fışkırıyor. Ressam da bu güzelliğinden dolayı kendi sanatının zirvesi sayılan bir portresini yapmaya koyuluyor.
Ancak ortada bir de Henry Wotton adlı lordumuz var. Basil'in yakın arkadaşı -ki hafiften şaşırtıcıydı benim açımdan- olan lord da resim münasebetiyle ortamda bulunan Dorian ile tanışmış oluyor. Zaten bence kilit nokta da bu. Basil'in tüm övgülerine ve güzelliğine tapmasına rağmen lord ağzını açana kadar Dorian kendi güzelliği hakkında aslında pek de birşey düşünmüyor. Ama lord güzelliğinin geçiciliği ve hayatın zevkleri hakkında o zehirli düşüncelerini sarfetmeye başladığında, Dorian o geri dönülemez yola girmiş oluyor. Zaten bence kitabın ismi Henry Wotton'ın hayat karartan düşünceleri falan olmalıymış. Çünkü ne Dorian'ın güzelliği ne de sonrasında yaşadığı hayat değil aslında hikayenin temeli. Tamamen her bir cümlede, her bir düşüncede, alttan alta Henry Wotton'ın dünya görüşü var. Herşeyi büyük oranda bilerek ve çok az miktarda da bilmeyerek, onun düşünceleri ve söyledikleri değiştiriyor, şekillendiriyor.
Ben Barnes'tan bir adet Dorian Gray
Herneyse hikayenin düğüm kısmı zaten çoğumuzun duymuş olduğu gibi. Resmine etrafındaki iki adamın da etkisiyle nerdeyse aşık olan Dorian Gray, hiç yaşlanmamak ve hep bu resimdeki kadar gençliğinin-güzelliğinin zirvesinde kalmak istiyor. Bunun için hemen hemen yakarıyor tanrıya ve dileği bir şekilde gerçek oluyor. Kitap boyunca geçen 20 yıl süresince hiçbir şekilde yaşlanmıyor ve güzelliğinden birşey kaybolmuyor. Kendine verilen bu hediyeyi değerlendirmek adına, hayatını tamamen zevki ve sefahati  yaşamaya veriyor. Ama acı bir şekilde keşfettiği üzere yaşadığı hayatın ruhunda fark ettirmeden gerçekleştirdiği değişiklikler, portrede olduğu gibi ortaya çıkıyor. 20 yıl boyunca, Dorian Gray 18 yaşında bir gencin tüm tazeliğinde kalırken, portre zevk ve - zamanın anlayışında- ahlaksızlıkla dolu hayatın tüm izlerini yansıtır şekilde değişiyor.
Hikayenin sonu da en az ortası gibi güzel düşünülmüş, yerinde ve düşündürücü. Zaten tüm kitap boyunca Wilde her bir cümlesinde insana hayatını, etrafını, düşüncelerini sorgulatıcı şeyler söylüyor. Her bir cümleyle, sanat-güzellik-hayat-zevk-mutluluk-insanlık-toplum hakkında yeni fikirler üretiyorsunuz. Kimi zaman Wilde sizi korkutuyor, kimi zaman da siz kendinizden korkuyorsunuz. Düşündüklerinizden, düşünebildiklerinizden veya içinizden gelenlerden.
2009 yılındaki uyarlamayı ise henüz açıp izleyemedim ama kısaca bahsedersek; güzeller güzeli Dorian Gray'i Ben Barnes, Henry Wotton'ı Colin Firth ve Basil Hallward'ı da Ben Chaplin canlandırıyor. Benim kitabı okurken kafamda canlananlar sarışın-mavi gözlü bir Adonis gibi bir Dorian Gray (ki Wilde'ın tasviri de böyle), en başında daha genç ve karizmatik bir Henry Wotton'dı. Bu seçimlerin ne kadar işe yaramış olduklarını henüz bilemiyorum ama filmin bir diğer güzel yanı olduğundan şimdiden eminim: Dorian'ın ilk aşkı, zavallı bir talihe sahip Sibly Vane rolündeki Rachel Hurd Wood.
Oscar Wilde, kitabın Başlangıç bölümüne "Sanatçı güzel şeyler yaratıcısıdır." diyerek başlayıp, "Sanatta hiçbir fayda aranmaz." diye bitiriyor. Aynen dediği gibi o da bize Dorian Gray adındaki güzel şeyi yaratıp, sunuyor. Ama fayda aramamamızı söylese de aslında bize çok büyük bir fayda sağlıyor.
"Ve sanat?" diye sordu.
"Bir hastalıktır."
"Aşk?"
"Kuruntu."
"Din?"
"İmanın yerini alan moda bir madde."
"Siz bir şüphecisiniz."
"Asla! Şüphecilik imanın başlangıcıdır."
"O halde nesiniz?"
"Belirtmek sınırlamaktır."
"Bana bir ipucu veriniz?"
"İpler kopar. Labirentte yolunuzu  kaybedersiniz."
"Beni şaşkına çevirdiniz. Başka birisinden bahsedelim."

25 Haziran 2011 Cumartesi

Kuruntu

Aynen böyle, Kahlan gibi, elimi uzatıp boynunu kavrayıp, itiraf etmesini sağlamayı istedim. O derece canıma tak etti.
Sıkıldım bu halden çünkü, sembollerden, dolaylı yollardan, ipuçlarından, takip edilen izlerin bir yere varmamasından, hiçbir şeyin açık açık konuşulmamasından, korkularımızdan, korkularımdan...
Ve devam edememekten.

23 Haziran 2011 Perşembe

Oturan Mühendisin En Katlanılabilir Düğün Sahneleri


Çocukken bu konuda belli belirsiz bir fikri oluyor insanın genelde. Yıllar içinde değişip, gelişiyor kimi zaman; kimi zaman da tamamen sabitleniyor. İlk gençlik yıllarına geldiğinizde ilk defa karşılaşılan heyecanlar, fikirler ve hayaller yüzünden iyice saçmalaşabilen "evlilik" mevzuu, olur da sağsalim üniversiteyi tamamlayabilip 20lerinizin ortasına ulaştığınızda içinden çıkılmaz bir hal alıyor.
15 yıl boyunca insanlara hep aynı cevabı vermiş olmanıza rağmen bir yaştan sonra artık insanların cevaplarına karşı verdiğiniz tepkileri değiştirmek zorunda kalabiliyorsunuz. En sevdiğiniz insanların bu konuda gerçekten mutlu olduklarını, iyi hissettiklerini görünce içinizde anlam veremediğiniz şeyler belirebiliyor. En azından onların denemesinde bir sakınca yoktur herhalde diyebilir hale geliyorsunuz. Sorgulamaya başlıyorsunuz, insanlar neden evlenmek istiyorlar, böyle bir duruma nasıl karar verebiliyorlar, kendilerini hangi sebeplere dayanarak böylesi bir sorumluluğun altına sokabiliyorlar diye. Bir insanı bunu yapmaya iten nasıl bir içgüdü olabilir?
Tabi hepsi, tüm bu sorgulamalar, akıl erdirmeye çalışmalar; arkadaşınızın gözlerinde rast geldiğiniz o parıltıyla son buluyor. Hiçbir şey söylemesine gerek kalmıyor, anlatmaya kendisini ifade etmeye çalışmasına bile gerek kalmıyor. Anlayıveriyorsunuz.
O yüzden içim ciddi ciddi ama sebepsiz sıkkınken haftanın anlam ve önemine uygun olması bahanesiyle listemi çıkarmaya çalışıyorum;) Sıralama tamamen rastgele, aralarında karar verebilmem zaten mümkün değildi :D

1-) Richard&Kahlan - Legend of the Seeker
Zedd'in alternatif evreninde de olsa Seeker'la Mother Confessor'ı hem de Darken Rahl'ın sevgi dolu bakışları önünde People's Palace'da evlenirken görebilmiştik. Böyle gelinden her eve lazım bence.


2-)Lucas&Lindsey - One Tree Hill
Baştan söylemeyi unuttum tabi. Ekrandaki düğünlerden en çok gerçekleşemeyen-yarım kalan-şok yaşatanlarını severim. Ama bu sahne, bu bölüm, çok daha fazlası. Bir kere Peyton'ın izlerkenki o içler acısı hali, söylemiş olması gereken şeyleri söylediğini hayal etmesi ve gene de orda öylece oturmak zorunda olması...Gerizekalı Lucas'ın inatla ve salaklıkla Lindsey'le evlenmeye çalışmasının sonunda, kendi kendine düşünemediği şeyleri Lindsey'nin müthiş aklının çözmesi...Evet OTH'de sürüyle düğün oldu belki ama ben hep bu yarım kalmış düğünü beğenirim.

3-) Lucy&Jack - While You Were Sleeping (1995)
Sandra Bullock-Meg Ryan-Julia Roberts üçlüsü olmasaymış 90ları nasıl geçirirmişiz bilmiyorum.Romantik komedi adına ne biliyorsak onlardan öğrendik.While You Were Sleeping'te de büyük şehirde tek başına kedileriyle yaşayan, tren garında gişe memurluğu yapan, Floransa hayalleri olan, ezik ama bir o kadar da tatlı Lucy'imizin sonunda bir gün aşık olduğu iş adamı kılıklı beyzadenin nişanlısı olarak rol yapabilme şansı elde etmesini ve en nihayetinde onun küçük kardeşinde gerçek aşkı bulmasını anlatmışlardı. Ne güzel, ne tatlı filmdi bu ya...


4-) Maggie&Ike - Runaway Bride (1999)
Evet evet Pretty Woman'dı efsane Richard Gere&Julia Roberts işi ama asıl eğlendikleri bence Runaway Bride'dı. İnsanın aklına böyle düşünceler sokmamalılardı gerçi ama :p Neyse esasında benim en sevdiğim kısım Maggie'nin ikinci düğününden kaçışı olsa da romantizm adına bunu tercih edelim.


5-)Kimberly&Michael - My Best Friend's Wedding (1997)
Bu filmle ilgili ağzımı açmam. Yoksa çok kötü olabiliyorum. Onca sene sonra hala kızgınım Michael'a, "beni seç beni seç nolur onunla evlenme" diye önünde eriyip biten, artık yalvarmaktan başka çaresi kalmamış Julianne'i nasıl reddedip, gidip o zıpçıktı sarışınla evlendi deliriyorum. Senin gibi best friend olmaz olsun Michael.


6-)Julia&Robbie - The Wedding Singer (1998)
Bir başka ikili filmlerinden biri. Drew Barrymore ve Adam Sandler da tutmuş bir formül. Böylesi bir senaryoyla ise o kadar sevimli, o kadar ilginç olmuşlardı ki sonunda o uçakta hepimiz Robbie'nin gitarıyla çıkagelmesini umar haldeydik içten içe.
Billy Idol bile beğendi, o ne güzel şarkıdır öyle.


7-)Toula&Ian - My Big Fat Greek Wedding (2002)
En sevdiğim hazine filmlerden biri. Nia Vardalos'un yazım yeteneğine hayran olmamak elde değil. Düğünlerin aslında kimler için yapıldığını göstermesi açısından da güzel bir sahne.


8-) Emily&Richard - Gilmore Girls
Ekrana gelmiş en müthiş ikililerden biri, anne ve baba Gilmore'lar. Ve onların nice olaya gebe evlilik tazelemeleri düğünü. O nasıl bir düşünceliliktir sayın Richard Gilmore, o nasıl bir aşktır...


9-) Lane&Zack - Gilmore Girls
Tamamen peri masalı. 21.yy.ın peri masallarının olması gereken halini gösterir bence Lane ve Zack'in yaşadıkları. Esasında başından sonuna bu düğünün yer aldığı dizinin bölümü izlenmelidir ama kısacık, ufacık bir hatırlatma olsun bu da:


10-) Lois&Clark - Smallville
Bu düğün sahnesinin bu listeye girmesinin tek sebebi Tom Welling. Onu baştan söyleyeyim. Smallville'in müthiş, harikulade bir dizi olmasının yanında bu dünyadaki bir diğer haksızlık olan Tom Welling'i de hayatımıza katması affedilecek gibi birşey değil. Hayır o insansa dışardakiler ne? Ya da dünyanın bir yerinde böyle bir insanın yaşadığını bilerek nasıl hayatlarımıza devam edebiliriz? Bu tür sorulara cevaplar istedim ben 10 sezon, istiyorum da.
Link: http://youtu.be/HEqwjPj4itI

Böylece En iyi 10 dans sahnesi'nden sonra bir kendi kendine listelemenin daha sonuna geldik hikaye dinleyicileri. Vardığım sonuç değişmedi:Düğünleri hiç sevmedim, sevmiyorum da.İzlediğim milyonlarca şey arasından 10 tane düğün sahnesi bile hatırlamak bir haftamı aldı. Sadece zaman geçtikçe birazcık ısınabilmeyi umuyorum bu düğün olaylarına. Umut fakirin ekmeği ne de olsa.

Simply Just Follow the Owl...

22 Haziran 2011 Çarşamba

Bram Stoker'ın "Dracula"sı

Dracula, Bram Stoker'ın 1897 yılında yazdığı bir roman. En genel bilgimiz bu. Ama Bram Stoker kimdir, 1897 yılında neler olmuştur, kitap nerede yazılmıştır, bu isim-Dracula-nereden çıkmıştır, ne demektir falan bilmek gerekir önce.
Abraham "Bram" Stoker
Elimdeki 2003 tarihli 423 sayfalık Niran Elçi tarafından çevrilmiş İthaki basımının en başında yer alan paragrafa göre, Bram Stoker 1847 Dublin-İrlanda doğumlu bir memurmuş. Babası öyle istediği için memur olmuş ancak aşık olduğu tiyatrodan, oyun eleştiri yazarak kopmamış (Sene ha 2000ler olsun ha 1800ler, bu babalar hiç değişmiyor). Bu arada bir dolu da kitabı ve kısa öyküsü mevcutmuş ama tabi bahsi geçen Dracula, en ünlüleri olmuş. 1912 yılında da Londra'da bu dünyadan ayrılmış.
Stoker'ın Dracula'yı yazdığı dönemde İstila Edebiyatı (şeklinde çevirebilirim sanırım) türü en parlak günlerini yaşamaktaymış. Stoker'ın formülü de biraz bu yüzden tutmuş. Ancak tabi öncesinde yaptığı 7 yıllık Avrupa folklörü araştırmalarının da yeri büyük. Zamanında o kadar tutulmamış gene de, 20.yy.a girilip birbiri ardına tiyatro oyunları ve sinema filmleri gelmeye başlayınca şimdiki yerine kavuşmuş. Vampirlerden ilk bahseden de değil Stoker, 1871'den itibaren birçok öykü ve kitapta çeşitli türlerdeki vampirler yer almış.
Stoker'ın Dracula'sının bir farkı kitap boyunca pek çok şekilde tarihi ve coğrafik, kültürel referanslar veriyor olması. Bir kere şeytani vampirimiz Kont Dracula'nın Osmanlı İmparatorluğu zamanında yaşamış bir voyvoda olan III.Vlad olduğunu belirtiyor(Bazı kaynaklarda da II.Vlad diyor, 600 seneden fazla olmuş kim şaşırmaz ki :p ). Ayrıca o dönemde Kont'un savaşlarını, 1400lerdeki ve 1800lerdeki bölge coğrafyasını, etnik analizlerini oldukça detaylı bir şekilde anlatıyor.
Tarihteki Vlad
Hikaye, genelinde Kont Dracula'nın yaşadığı yerden sıkılıp, İngiltere'ye yeni av bölgelerine yelken açma planlarını, bunları kısmen gerçekleştirmesini ve bu sırada edindiği düşmanları tarafından kovalanarak kendi evinde yok edilmesini anlatıyor (Evet böyle çok basitmiş ve adeta masalmış gibi geliyor ama öyle değil). Karakterlerimiz Jonathan Harker, Mina Murray, Lucy Westenra ve John Seward'ın günlükleri, mektupları ve çeşitli gazete haberleri ile telgraf metinlerinden oluşan kitapta, her bir günü, olayı birkaç farklı kişinin bakış açısından dinleyebiliyoruz. O dönemde tüm konulardaki düşünceleri öğrenmiş oluyoruz, mesela bizim artık kitabın başında bir google aramasıyla aşık olduğu adamın vampir olduğuna karar verip kabullenen Bella'larımız yerine o dönemin doktoru Seward'ın vampirlerin gerçek olduğuna inanması 200 sayfayı buluyor. Stoker'ın olay anlatma, aksiyon yaratma ve beyin jimnastiği yaptırabilme yeteneği de inanılmaz geliyor. Ayrıca orta ve doğu-güney Avrupa ile İngiltere'nin çeşitli yerlerinde geçen olaylar sırasında öyle tasvirler ediyor ki kitabı elinizde tutarken ortama kafanızı daldırmış gibi oluyorsunuz (Ne demeye çalıştığımı biliyorsunuz sayın Harry Potter okuyucuları ;> ). Belki karanlık ve ürkütücü bir hikaye okuyorsunuz ama olaylar o kadar güzel gelişiyor ve sayfalar o kadar güzel akıyor ki neredeyse çoşkun bir mutlulukla 400 sayfayı deviriyorsunuz.
Günümüzün "vampir" kültürüne pek çok katkıda bulunmuş olan Bram Stoker'ın Dracula'sı nasıl peki derseniz, şimdikilerden hem olabildiğince farklı hem de bir o kadar benzer. Çünkü Kont Dracula'nın her bir özelliği günümüzde farklı farklı yazarların yarattığı vampirlerde gözlenebilir olmuş durumda. Bu Dracula bir kere geceleri oldukça güçlü bir vaziyette dolanıp, istediğini yapabilirken gündüzleri zayıf olup, kutsal bir toprakla dolu tabutunda yatmayı tercih ediyor. Ama bu gündüz de dolaşamadığı anlamına gelmiyor. Güneşten etkilenme veya tepki gösterme söz konusu değil. Ayrıca yarasa, köpek, kurt ve toz zerresi, sis haline dönüşebiliyor. İnsanların zihinlerine sızıp, istediğini yaptırabiliyor. Kanlarını ölene kadar içtiği insanlar, vampire dönüşüyor. Vampire dönüşen kadınlar yakıcı bir güzellikte olurken, Dracula oldukça korkutucu görünüyor. Kan içtikçe gençleşiyor ayrıca. Yemek yemiyor ve hayvani derecede güçlü. Hayvanları etkisi altına alabiliyor. Ama sarımsak, yaban gülü, haç, komünyon ekmeği ve kutsal sudan etkileniyor. Kalbine tahta kazık çakılmasının ardından kafası kesilip, içine sarımsak doldurulduğunda yok edilebiliyor.
Şimdiye kadar sürüsüne bereket uyarlaması yapılmış olsa da, en azından sinemadaki en sadık uyarlaması 1992 yapımı Francis Ford Coppola'nın Dracula'sı. Diğer tüm uyarlamalarda karakterler Stoker'ın yarattığı hallerinden alabildiğine farklıyken bunda büyük ölçüde kitaba sadık kalınmış. Kont'u ziyarete gidip, esir düşen Jonathan Harker, onun İngiltere'de bekleyen nişanlısı Mina Murray, Mina'nın yakın arkadaşı Lucy Westenra, Lucy'nin talipleri Doktor John Seward, Amerikalı Quincey Morris ve Arthur Holmwood, etki altındaki deli Reinfeld ve bilgin profesörümüz Abraham Van Helsing uyarlamada da normal yerlerini almış durumdalar.
"Bizim kanıta ihtiyacımız yok; kimseden bize inanmasını istemiyoruz! Bir gün bu çocuk annesinin ne kadar cesur ve yiğit bir kadın olduğunu anlayacak. Şimdiye dek tatlılığını, sevgi dolu özenini gördü; daha sonra bazı erkeklerin onu neden sevdiğini, onun uğruna neden bunca şeye meydan okuduklarını anlayacak." diyor en sonunda da Van Helsing gönül rahatlığıyla.

"What Would Jane Do?"

Bilmem ki Jane olsa ne yapardı, ne yazardı?
Elinor Dashwood gibi içinde kopan fırtınaları dibe itip, sadece yapması gerekenleri yapıp, söylemesi gerekenleri mi söylerdi? Yoksa Marianne Dashwood gibi hiç kimseye hiçbir şeye aldırmadan sadece içinden geldiği gibi, korkmadan hissettiklerini mi yaşardı?
Elizabeth Bennett gibi ince zekası ve kıvrak diliyle cezalandırıp, parlak bakışlarıyla mest mi ederdi?
Fanny Price gibi her zaman en iyisini düşünüp, "o nasıl mutlu olursa" mı derdi?
Emma Woodhouse gibi kendine ve aklına sonsuz güveniyle hepsini çözdüğünü mü düşünürdü?
Anne Elliot'un önce kendine güvensizliğini, sonra pişmanlığını, umutsuzluğunu ve en sonunda da umudunun geri dönüşünü sabırla beklemesi gibi mi beklerdi?
Catherine Morland'ın macera dolu hayal dünyasına mı kaçardı yoksa?
Ya da belki sadece Jane olurdu. Her birinden biraz ve hepsinden daha fazlası.
Hakikaten Jane olsa ne yapardı bu durumda? :)

Eylül '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1 - ATEEZ(에이티즈) 민기 - [FIX OFF] Desire Project #3 ROAR   2 - CORTIS (코르티스) - FaSHioN 3 - HYOLYN (효린) - 𝑺𝑯𝑶𝑻𝑻𝒀 4 - DAY6 (데이식스) - INSID...