21 Mayıs 2011 Cumartesi

BOBBY (2006)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


"Ben başkanlığa sadece birilerine rakip olmak için değil, yeni politikalar önermek için aday oluyorum. Aday oluyorum çünkü inanıyorum ki bu ülke çok tehlikeli bir yoldadır. Ve benim yapılması gerekenler konusunda çok güçlü duygularım var. Bu yüzden kendimi elimden gelen her şeyi yapmak zorunda hissediyorum."
Bobby'nin açılışında 1968 yılına ait bir televizyon ekranı görüntüsünden böyle sesleniyor Amerika Birleşik Devletleri başkan adayı Robert Francis "Bobby" Kennedy. Evet yıl 1968, Amerika Vietnam'da, Martin Luther King Jr. suikasta kurban gitmiş, Güney ve Orta Amerika'nın fakir halkları taşı toprağı altın Amerika'ya kaçak olarak akın etmiş, gençler sokaklarda ve tüm dünyada yeni bir çağın nefesi hissediliyor. Ve RFK, yeni Amerika'nın aydınlık umudu olarak başkanlık koltuğuna emin adımlarla yürüyorken Los Angeles'taki Ambassador Hotel'de kutlama konuşması yapmak üzere duruyor.
Bobby tam da 5 Haziran 1968 günü erken saatlerde Ambassador Hotel içinde ve çevresindeki gerek gerçek gerekse hayali karakterleri aracılığıyla başladığı hikayesine, saatler geceyarısını biraz geçerken meydana gelen RFK suikastıyla son veriyor. Emilio Estevez senelerce uğraşıp, didinip hazırladığı senaryosunu başarılı bir şekilde nihayetine erdirmiş, hem de birbirinden ünlü ve yetenekli oyuncuların oluşturduğu rengarenk puzzle'la. Her bir yanda yaşamış - veya yaşaması muhtemel- insanların, o bilindik güne paralel hayatlarını, tepkilerini, kendilerine has hikayelerini herkesin bildiği ama gene de bir kere daha bangır bangır ekrandan dinlenmesinin zarar etmeyeceği mesajlarla örülü halde izliyoruz. Kennedy rolünde kendisi var, o yıllardaki görüntüleri ve ses kayıtları kullanılmış. Bir de tabi arada arkadan, yandan, gölgesini falan gördüğümüz bir oyuncu da var ama geneli itibariyle Kennedy ordaymış hissi verme amacında.
Filmin en kayda değer hikaye parçası, bana göre, otelin mutfağında Laurence Fishburne, Jacob Vargas ve Freddy Rodriguez arasında geçen Amerika'nın nasıl Amerika'yı oluşturduğuna dair olan, ciddi ve göndermesi bol mesajlar içeren kısım. "Seni bastırmaya çalışanlar o beyazlar değil Miguel. Beyazlar sadece köşeye sıkıştırılmayı sevmezler. Yola gelecekler. Sadece bunun kendi fikirleri olduğunu sanmalarını sağlamamız gerek. Büyük özgürleştiriciler olduklarını düşünmelerini sağlamalıyız. En başında özgürlüğü çalanlar kendileri değilmiş gibi." diyor siyahi mutfak şefi rolündeki Laurence Fishburne.
Ünlüler geçidimizse Lindsay Lohan, Elijah Wood,Sharan Stone, William H. Macy, Demi Moore,Anthony Hopkins,Ashton Kutcher,Christian Slater ve Shia LaBeouf gibi isimlerle devam ediyor.
Bobby, bilindik bir sonun, bilindik başlangıcını, hiç bilmediğimiz hayatlarla anlatıyor. Venedik Film Festivali'nde ödül almasının yanında kesinlikle anlatılması gereken bir hikayenin renkli bir versiyonu olarak izlenesi bir film olarak yerini almış ayrıca.

Stefan Zweig'dan "Alacakaranlık Öyküsü"

Alacakaranlık Öyküsü, Stefan Zweig'ın Milliyet Yayınları'nın 1995'te Ali Avni Öneş'in çevirisiyle yayınladığı, Zweig'ın Alacakaranlık Öyküsü ve Yakan Sır isimli iki öyküsünü barındıran kitabı. Bu iki öykünün orijinal isimlerini ve yazılış-yayın tarihleriniyse bulamadım.
Aslında üniversiteye başladığım senelerde görüp,merak etmeye başladığım Macellan'ıydı Zweig'ın ama aradan bunca sene geçip de ben bir sürü seminer ödeviyle uğraşırken, kütüphanede bulup bulabileceğim en ince Zweig kitabını elime almaktan başka çarem olmadı. En azından Macellan'a giden yolda belli bir fikrim olur dedim. Hakikaten de oldu, kendinden bahseden her yerde ısrarla 1942'de karısıyla birlikte intihar edişinden ve Yahudi asıllı oluşundan yola çıkan düşüncelerden fazlasına ulaşabildim nihayet. Bir yazarla en iyi tanışma yöntemini denedim, yazdıklarını okudum.
Kitabın ilk öyküsü, Alacakaranlık Öyküsü, anlatıcımızın bir alacakaranlık vakti yalnızlığının tetiklediği gölgelerin arasında eski bir tanıdığının anlattıklarını hatırlamasından yola çıkıyor. Bu eski arkadaşın, uzak bir geçmişte, ilk aşkı tadışını, karşılıksız sevme ve sevilme durumlarını yaşayışını dinliyoruz bir çeşit Atonement atmosferinde. Tüm öykü anlatıcımızın da içinde bulunduğu odanın havasında, kararmakta olan havanın üstüne çöktüğü bulanık bir gölgeler diyarı gibi. "Birdenbire loşluk çöktü odamıza! Rüzgar şehrin üzerine yağmur mu getirdi?" diye başlayan öykü, "Fakat oda ne kadar loş ve sen alacakaranlığın derinliğinde bana ne kadar uzak görünüyorsun!" diyerek sonuna geliyor.
İkinci öykü, Yakan Sır'da bu defa bizim bildiğimiz anlamda playboy denilebilecek genç-zengin-hovarda bir baronun tatil için gittiği bir otelde sırf eğlenmek için genç bir kadını elde etme ve bu uğurda aklını karıştırdığı genç kadının 12 yaşlarındaki oğluna yanaşma çabaları sonucu olanları dinliyoruz. Bu defa da henüz yetişkinlerin dünyasının kıyısında duran ve Yakan Sır adını verdiği o yetişkinlerin sırrına erişmeye çalışan bir çocuğun kafasının içine misafir olmuşuz etkisi yaratıyor Zweig.
Zweig'ın her iki öyküsünde de, bolca kendiyle konuşan, durmadan kendi iç dünyalarıyla ilgilenen, tartışan, düşünen taşınan karakterlerinin duygusal okyanuslarına dalıp çıkıyoruz. Etrafı anlamaktan çok insan düşüncelerini, duyguların en uç, en derin diplerini görüyoruz. Tabi bolca karanlık, umutsuz, bocalayan iç dünyalarla.
Bu sebeple, yeni Zweiglarda görüşmek üzere diyorum, yalnız dilimde bıraktığı Dostoyevski etkisinden olsa gerek, acele de etmiyorum.
Bu arada gittigidiyor gibi yerlerde 4 tl'ye bulunabilirken, online kitapçılarda tükendi,satış yok gibi ibareler taşıyor kitap, okumak isteyene bildirmiş olayım.

15 Mayıs 2011 Pazar

The Chronicles of Narnia: The Voyage of the Dawn Treader (2010)

Sabit Film Uyarısı:Üzerinde çok düşünmezseniz,spoiler içermez.Haa ama yok çiseden nem kaparım,olayı hemen abartırım diyorsanız spoiler da içerir,gereksiz muamele de yapar.

Benim Narnia yolculuğum 2005'teki The Chronicles of Narnia: The Lion, the Witch and the Wardrobe    ile başladı. Oz'dan, HP'nin Muggle gözlerinin önündeki büyülü dünyasından, Neverland'den ve tavşan deliğinin içinden haberim vardı ama Clive Staples Lewis'in 1950'de yayımlanan kitabıyla birlikte tanıştırdığı Narnia dünyasına hiçbir şekilde rastlamamıştım.

İlk filmin fragmanları dönmeye başladığında ve gösterim tarihi boy boy her yerde yer almaya başladığında gördüğüm tek bir şey karar vermeme yetti: Çocuk kitabından uyarlanan film.20 yılı geçen bu dünya üstündeki süremde öğrendiğim en yararlı bilgilerden biri buydu: Bir çocuk kitabı,asla bir çocuk kitabı değildir.
Diğerleri, bu yaftayı yapıştırıp arkalarını dönerken,biz biliriz ki en büyük hazinelerden birine daha kavuşmuşuzdur.Bırakırız onlar çocuk kitabı sanmaya devam etsinler,burun kıvırsınlar,öyle desinler.

Bu anlamda Narnia diğerlerinden şöyle farklı böyle soylu demeyeceğim,keza her bir dünya farklıdır "bu" evrende.Lewis'in yaptığı da esasında tıpatıp kuralları takip eder;"gerçek"dedikleri,yaşamak zorunda bırakıldığımız bu boyutun yansımalarını kendi içimizdeki dünyanın taşı,toprağı,suyu,bulutu olarak kullanıp,orayı aslında her birimizin içimizde yaşadığı yeri anlatır.Bu esnada diğerleri gene topa girerler,"Hristiyanlık bıdı bıdısı vıdı vıdısı" diye bilir bilmez laf ederler.
Belki öyledir,belki de değildir.Lewis'in kendi içine bakıp gördüğü dünyanın bir yansımasıdır sonuçta Narnia.Siz isterseniz her bir ağacını,otunu,çöpünü İncil'den cümleler olarak görürsünüz,isterseniz sadece Narnia'yı görürsünüz.Ki zaten Narnia'yı göremeyecek kadar şanssızlaşmışsanız,büyümüşsünüz demektir.
Oxford'da Tolkien'le de birlikte çalışmış olan Lewis,Narnia serisini 1949 ile 1954 yılları arasında yazmış.Filmlerin çekiliş sırası kitapların ilk yayımlanış sırasına göre.Ancak bu üçüncü filmden sonra eğer dördüncüyü de yaparlarsa ardından göreceğiz ki kitaplardaki olayların sırası böyle değil.
Hikaye örgüsüne göre Büyücünün Yeğeni,Aslan-Cadı ve Dolap,At ve Çocuk,Prens Caspian,Şafak Yıldızının Yolculuğu,Gümüş Sandalye,Son Savaş şeklinde sıralanıyorlar. İlk film dediğim gibi 2005'te Aslan,Cadı ve Dolap'tı. Ardından 2008'te Prens Caspian geldi.
Bu geçen seneki üçüncü film de Prens Caspian'ı bıraktığımız yerden yeni bir macerada bulmamızı sağlıyor. Narnia Günlükleri'nin bir klasiği olan büyüyen çocukların artık hikayeden ayrılması durumunu ikinci filmin sonunda öğrenmiştik,bu filmde görmüş oluyoruz.İki büyük kardeş Peter ve Susan ergenliğe adım atmış gençler olarak artık Narnia'ya çağırılmıyorlar. Ancak Narnia'nın hala Edmund ve Lucy'ye ihtiyacı var,ayrıca onların tam bir başbelası olan gıcık kuzenleri Eustace'a ihtiyacı olduğunu anlıyoruz ilerleyen dakikalarda.
Prensimiz Caspian'sa artık sanırım biraz da film dokunuşundan olsa gerek, beyaz atlı prens görüntüsünde olmaya devam ediyor.
Dorian Gray'de dişe dokunur bir performans göstermiş Ben Barnes, Caspian rolünde yine aynı saflıkta, sevecenlikte.Kendisini şansımız olursa Killing Bono'da izleme zevkine erişeceğiz.
Pevensie kardeşlerin her zaman en sevdiğim üyesi olan Edmund'a can veren Skandar Keynes diğer iki filme göre zayıf kalıyor. O ilk filmdeki çocuk halinde bile Edmund'un iç mücadelesini, saf doğasını daha iyi gösteriyordu. Artık büyüyen, genç bir adam çehresi kazanmış yüzünde aynı ifadeler çok donuk kalıyor. Neredeyse bir Peter Pevensie bayıklığına gelmek üzere. Kendisinden bundan sonra çok güzel şeyler bekliyoruz, o ayrı.
İlk filmden beri beni en fazla etkileyen Aslan olmuştur bu arada. Liam ustamın sesi mi yoksa aşmış efektlerin oluşturduğu o inanılmaz, kitapları okuduğunuzda gözünüzde canlanan kırka katlayan aslan görüntüsü mü Aslan'ı bu kadar etkileyici yapan, karar veremiyorum hala. Ekranda o alev alev görüntüsüyle ortaya çıktığında her defasında hakikaten bir kükreyişiyle Narnia'yı yaratan Aslan'ın o olduğuna tüm benliğinizle inanıyorsunuz.
Ama ne yazık ki görüntülerin ulaştığı bu seviyeye hikaye hem de Lewis'in o müthiş satırlarına inat, bir türlü gerekeni yerine getiremiyor. Sadece bol bol görsellikle, üstünde baya uğraşılmış aksiyonun arasında sıkışıp kalmış birkaç karakter gelişimi, kitaplardan araklanmış ama kesinlikle yansıtılmaya çalışılmamış birkaç mesaj, öylece dolanıp duruyor film boyunca.
Bir yerden sonra birşey beklemekten vazgeçiyorsunuz, oturup güzel şeyler göreyim diyorsunuz. Ki ilk film kesinlikle böyle değildi, ikinci de bir dereceye kadar idare ederdi.
Neyse Narnia dünyasının en azından bu müthiş görüntülerle ve adabında seçilmiş oyuncularla perdede yaratılmış olmasından gene de mutluyuz, geri kalan 4 kitabı da bekliyoruz.

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Les amours imaginaires (2010)

Bu hafta vizyona giren "Hayali Aşklar"ı birkaç ay önceki Ankara Film Festivali'nde izleyip, beğenmiş biri olarak ancak şimdi bahsetmek aklıma geldi ya,buna da şaşırıyorum.Kabul ediyorum,festival programında görünce tek amacım gidip Xavier Dolan meselesini görmek ve çözmekti.Öyle ya 89lu bu Kanadalı'nın benim mühendislik eğitimiyle boğuştuğum yaşta ilk uzun metrajlısını çekmiş olması fazlasıyla haset malzemesiydi benim için.
Durmadım,ne olacağından habersiz (-neyle ilgili bu gideceğimiz film? -bir kızla oğlan var arkadaşlar.sonra bir oğlan daha geliyor,ikisi de ona aşık oluyor,öyle. -ha,tamam.) bir arkadaşımla birlikte Batı Sineması'nın buram buram sinema kokan yer dibi salonuna koştum.Salonun ortasındaki projeksiyondan yansıyan görüntüleri en önden boynumuz tutularak da olsa izledik ve o bir buçuk saat bizim için,değişik ama beğendiğimiz bir deneyim oldu.Yer yer korkutucu bir sivrilikte geldi ama kesinlikle beğendiğimiz bir deneyim oldu.Üstüne bizimle aynı fikirlerde ve anlayışta bir salon dolusu insanla bol bol gülerek ve eğlenerek izlemenin hoşluğu da eklenince,eminim ki Dolan'ın da bizden umduğunu yerine getirmiş olduk.
Ayrıca festival bahanesine vizyonda 8 tl vereceğim mis gibi bir filmi 2,5 tl'ye izlemiş olmanın haklı gururu içindeyim,mesudum.
Filmin pek beğendiğimiz ve eğlendiğimiz iki sahnesinden biri (ki bu şarkının belleğe yapışmaması mümkün müdür?):


Bu da kopulan sahnedir,arz ederim:


Yeriz biz seni Louis Garrel :)

Yaylalar Hasretine Bir Kaşık Bal

Savaş Özbey'in bugünkü Hürriyet Cumartesi ekindeki İskoçya ile ilgili yazısından birkaç birşey:

scotland XIII by ~max702 on deviantART


Bir başkadır benim memleketim
Anadolu’ya yeşil / cennet diyorsak İskoçya’ya ne demek lazım, bilmiyorum... Bütün bir memleketin Doğu Karadeniz gibi olduğunu düşünün. Highlands denilen derin İskoçya’ya doğru bir shuttle’ın içinde yolculuk ediyoruz: Git git ne çayır bitiyor, ne ağaç; ne manzara. Derenin, ırmağın, gölün haddi hesabı yok. Her yan kartpostal. Sonra tertemiz, korunmuş! Su, musluktan içiliyor. Ama ne su! Spey nehrinden senenin 12 ayı sekiz kiloluk somonlar çıkıyor. Sebze meyve bol, her yan koyun, et ucuz! Evler bakımlı, yerleşim düzenli... 
TAKSİ ŞOFÖRÜNÜN HAYALİ
Kişi başı yılda 50 bin dolar kazanıyorlar. Nüfusları beş milyon kadar ama Britanya’nın üçte biri onların topraklarından oluşuyor. Tarihleri, İngilizlerle mücadele tarihi. William Wallace (daha bilinen adıyla Mel Gibson / Braveheart) öncülüğünde İngilizleri yenip bağımsızlık ilan ediyorlar ama sonrası tipik üzerinden güneş batmayan imparatorluk hikayesi. Şimdi kendi bayrakları, parlamentoları ve resmi dilleri var ama 1960’lardan itibaren alevlenen bağımsızlık tartışması hala bir nihayete kavuşmuş değil. Taksi şoförü Wallace’a göre kabahat yine İskoçlarda: “Demokrasi var, oy hakları var ama bağımsızlıktan yana oy kullanmıyorlar!” Wallace’ın istediği oldu. İskoçlar ayrılıkçı SDN’yi tek başına iktidar yaptı. 
KİLTİN ALTINA ÇAMAŞIR GİYİYORLAR MI
Soru bendenize değil, Habertürk Gazetesi’nden Nilay Örnek’e ait. Böyle bir efsane varmış ama kıvranıyoruz kıvranıyoruz, konuyu kitle falan getiriyoruz, bir ton şey öğrendik kiltler hakkında fakat kimseye de soramıyoruz, “Bunun altına don giymiyormuşsunuz, doğru mu” diye... Keklenmediysek eğer, gerçekten de öyleymiş. Dikkat ettim, bizim gibi langur lungur da eğilip kalkmıyorlar. Frikik vermemek için oldukları yerde dizlerini kırarak hanım hanımcık eğiliyorlar. Askerde talimleri bile kiltle yapıyorlarmış. En zor yanı sürünmek. Dizleriniz nasır tutuyormuş: “Her-şey-İskoçya-için!”
KANLI SOSİS VE HAGGİS
İskoçya’da asla aç kalmazsınız. Lezzetli peynirleri, taze somonları, güzel etleri ve şarküterileri var. Tek yapmanız gereken Haggis’ten uzak durmak. Hemen her kasabada / restoranda / evde bu geleneksel yemekten var. Midenizi bulandırmamak için kabaca geçiyorum: Kremayla tatlandırılmış bir işkembe yemeği... Durun dahası var: Hala kusamadıysanız size İskoçların kanlı sosislerinden tavsiye ederim. Bildiğiniz hayvan kanını baharatla karıştırıp, bağırsaklara dolduruyorlar! Bir de onu kahvaltıda yiyorlar.
ÖZGÜRLÜK VE VİSKİ BİRLİKTE YÜRÜR
İskoç milliyetçiliğinin sembollerinden olan şair Robert Burns “Özgürlük ve viski birlikte yürür” demiş. E daha ne desin? Bölgede bilinen ilk viski 15. yüzyılda yapılmış. O gün bugündür de viskinin anavatanı olarak anılıyor İskoçya. Ve bu konuda oldukça hassaslar: Eğer bir İskoç barında tutup Jameson viski isterseniz hiddetle “Ama o İskoç değil ki, İrlanda markası” cevabını alıyorsunuz garsondan/barmenden...
JB, Chivas,Jack Daniel’s gibi Türkiye’de çok bilinen markaların İskoçya’da esamesi okunmuyor. Memleketin en meşhur viskisi Famous Grouse. Adını yine ülkenin en meşhur kuşu, keklikten alıyor. Damıtımevi adeta bir müze gibi işliyor. Avrupa’nın her yanından viski severler, meraklılar ve öğrenciler gruplar halinde bu damıtımevini gezmeye geliyor. Rehberler eşliğinde fermantasyondan distilasyona, şişelemeye kadar bütün aşamaları gösterip, birer viski uzmanı olarak sizi mezun ediyorlar. 
Ama damıtımevleriyle ilgili en güzel ayrıntıyı Famous Grouse’un değil Macallan’ın damıtımevinde öğrendim. Viski yapıldıktan sonra dinlenmesi için meşe fıçılara alınıyor. Bu fıçıların içinde beklerden küçük bir yüzdesi meşe tarafından emilip buharlaşıyor. Her fıçıda verilen bu kayba ‘meleklerin payı’ diyorlar.
ÜLKENİN SEMBOLÜ NESSIE
Loch Ness, İskoçya’nın Highlands bölgesinde yer alan İngiltere’nin en büyük tatlısu gölü. Yüzeyi 56.4 kilometrekare, en derin yeri 230 metre. 1500 yıldan beri bu gölde bir su canavarı yaşandığına inanılıyor. İnanılmasını bir kenara bırakın, İngiliz hükümeti canavar Nessie’yi 1975’te koruma altına bile aldı. Canavar gerçekten var olsun olmasın, ‘İngiltere’nin Lazları’ denen İskoçlar bundan para kazanmanın yolunu bulmuş. Bölgeye düzenlenen turlar önemli bir turizm kalemi.



scotland glencoe by ~max702 on deviantART

Tüm yazı için http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/17776264.asp?gid=66

"only to discover freedom's end"

Son zamanlarda süregiden bu "yasaklar,sansürler,şifreler" durumlarından belki de bilemedim, gözlerimin önünde şu sahne dönüyor:


Her izlediğimde ağlama nöbetlerine sebebiyet veren filmin özellikle bu sahnesinde, Neil'ın boş sırası ekrana geldiği anda başlıyorum vızıldamaya, Keating'in "O Captain My Captain" sözünü ilk işitip arkası dönük halde durup kaldığı anda hık hıklarım durdurulamaz hale geliyor.Her, hayatının bir döneminde ve belki de her döneminde istedikleri ve kişiliği için savaşmış-savaşmak zorunda kalmış Neil için bu etkiyi yapar herhalde diye düşünüp,kendimi avutuyorum, bir film boyunca bu kadar harap olmama mazeret olarak. Devam eden her "O Captain My Captain" nidasının ardından Cameron'ın o turuncu kafasını sırasına vurasım geliyor.Thoreau'nun en saf satırlarıyla başlayan filmin Whitman'ın duygu seliyle bitişine hayran kalıyorum hep, tüm babası "tıp okumasını" istemiş (dayatmış) olan Neillar adına.
Filmde Ölü Ozanlar Derneği'nin manifestosu şeklinde şiir tadında okunur ama Walden Gölü'nün kenarına yerleşmesini anlattığı kitabının girişinde düzyazı halinde uzatır bize Thoreau:

"i went to the woods to live deliberately,
to front the facts of life,
to see if i could not learn
what it had to teach,
that i should not die
and learn that i had not lived.
i went to the pond to breathe fresh air,
to amble about,
only to discover freedom's end,
penned between barbed wire and meshed nets
to see nature taught how men live,
to learn of its death - all
to preserve one man's words."






Ki Walt Whitman'ın Dead Poets Society ile öğrendiğimiz dizeleri de şöyledir:

O Captain! My Captain, our fearful trip is done, 
The ship has weather'd every rack, the prize we sought is won, 
The port is near, the bells I hear, the people all exulting, 
While follow eyes the steady keel, the vessel grim and daring; 
But O heart! heart! heart! 
O the bleeding drips of read, 
Where on the deck my Captain lies, 
Fallen cold and dead. 
O Captain! my Captain! rise up and hear the bells; 
Rise up---for you the flag is flung---for you the bugle trills, 
For you bouquets and ribbon'd wreaths---for you the shores a-crowding, 
For you they call, the swaying mass, their eager faces turning; 
Here Captain! dear father! 
The arm beneath your head! 
It is some dream that on the deck, 
You've fallen cold and dead. 
My Captain does not answer, his lips are pale and still, 
My father does not feel my arm, he has no pulse nor will, 
The ship is anchor'd safe and sound, its voyage closed and done, 
From fearful trip the victor ship comes in with object won; 
Exult O shores and ring O bells! 
But I with mournful tread, 
Walk the deck my Captain lies, 
Fallen Cold and Dead.

(Can Yücel çevirisi:
Oy reis, koca reis, alnımızın akıyla döndük seferden.
Savuşturup onca belâ, onca fırtınayı, sonunda murada erdin.
İşte liman, bak, çanlar çalıyor, bayram ediyor ahali,
Gördüler pupa yelken geliyor, gözüpek, gözü yeşil yelkenli.
Neyleyim, neyleyim ki ama...
Bu kan damlalarını nideyim?
Gayri uzanmış güverteye reis,
Soğumuş ellerini mi öpeyim?
Oy reis, koca reis, kalk da şu çanları dinle bari!
Baksana, senin bayrağın çekilen, senin şarkın söyledikleri!
Senin için bu çiçekler, senin için toplaştılar sahillerde,
Seni çağırıyorlar, bak, senin adın geziyor dillerde!
Gel, reis ağacığım benim,
Kolumun üstüne yatırayım seni.
Çoktan öldüğünü unuttum ama,
Bu kan damlalarını nideyim?
Reis cevap vermiyor sözüme, dudakları söylemez olmuş,
Ağam kolumu duymuyor bile, ne yüreği ne kalbi kalmış.
Sağ salim demir attı gemi, bitti artık sona erdi sefer,
Savuşturup onca belâyı, kazanılan bir güzelim zafer.
Bayram etsin sahil, çalsın davullar!
Yalnız bırakın beni gideyim!...
Reisin yattığı güvertenin üstünde
Böyle dolaşmayıp da nideyim?)
Rica ediyorum, bilinçaltımdan. Durup dururken böyle şeyler çağırmasın.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...