seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm VI - Kafelerde mutlulukla

 


Pazar gününde bugün nehir kenarında avarelik edeceğim yürümeyeceğim diye otelden çıkıp, gün sonunda toplamda 22888 adım atınca, Pazartesi günü olduğunda yataktan kalkamadım haliyle. Zaten pazartesi dedim, müzelerin sarayların genelde kapalı olduğu gün. Herkesler de işe gitmiştir, okula gitmiştir dedim. Hongdae'ye doğru giderdim diye düşündüm. Şöyle aheste brunch yapar, dükkan falan gezerim. İşaretlediğim yerlerden açık olan varsa da denk gelirse gezerim dedim. Saat on bir buçuğa doğru ancak çıktım otelden, otobüse atlayıp, seyrede seyrede kahvaltı için aşırı merak ettiğim mekana gittim. Buttermilk adında minicik bir pankekçiydi aradığım. Kendisi minicik ama internette ünü pek büyük. Bir de yalan yok, pankekleri çok güzel görünüyordu, böyle görünen şeyler kesin lezzetlidir hissi veriyordu.

Böyle durak
 isimleri vardı mesela :D

İki otobüs değiştirerek gidebildim Buttermilk'in olduğu yere. Otobüsten indikten sonra da bir miktar yürüdüm. Şehrin bu bölgesine doğru görüntü de, atmosfer de, verdiği his de değişti yavaş yavaş. Böyle daha genç, daha kendimi uzaylı gibi hissettiren bir hava. Önceki üç gün boyunca gördüğüm, rastladığım bölümlerinden biraz daha değişikti. Alçak yan yana binaların sıralandığı dar sokaklar, sıkı sıkıya binaların katlarının biraz daha artmaya başladığı caddelere açılıyordu. Durakların çoğunun ismi üniversiteydi, inenler binenler de genellikle 20li yaşlarındaydı. Hava ilk günlerdeki kadar ılık olmasa da hala biraz güneş vardı tepede, bulutların arasında. Kafam rahat, Buttermilk'e yürüdüm.

Ara sokaktan çıkıp, geniş caddede ilerleyince buldum pankekçiyi. Önündeki uzuuun sıra olmasa bulamayacağım kadar küçük bir yeri kaplıyor, fark edilmiyor bile. Ama yanaşıp, sıranın önünde durup, insanlara baktım. Gerçek anlamda yuh dedim, sesli, dışımdan. İnsanlar güldü, bu kez içimden bence kendinize gülün bu ne hal dedim. Yani tamam lezzetli falan olabilir de sonuçta bir pankek için minicik dükkanın önünde 40-50 kişi bekleşiyorsunuz. Sıradakilere baktım, onlar bana baktı. Buttermilk için bekliyorsunuz değil mi dedim, evet dediler. Peki o zaman hadi size iyi günler diyerek ne yöne gittiğime bakmadan yürümeye devam ettim.

Neyse ki çok da yürümeden haritama bakmayı akıl edebildim. Yakınlarda başka işaretlediğim bu tür bir yer var mı diye baktım, Moment Cafe'yi görünce oraya gitmeye karar verdim. Ama oraya da başka bir otobüsle gidiliyordu, saat 12 buçuğa gelirken ancak buldum orayı da. Önceki gün en son akşam 7 gibi yediğim yemekten beri açtım. O kadar aç olmasam o an kafenin sevimliliğini daha da çok takdir edebilirdim. Ama hakikaten çok sevimli bir yerdi. Böyle dar bir binanın en alt katında, önüne arabalar falan park etmiş, Japonya'daki geleneksel restaurantlar gibi ön cama yarı boya kadar bir bez örtülmüş (bunun bir anlamı var aslında), içerisi ağırlıklı olarak ahşapla döşenmiş, türlü sevimlilikler ekmekler pastalar kekler çörekler...Off bu şehirdeki her şey neden böyle bu kadar özenli, düşünülmüş, keyifli? Ankara'da da kafe yok mu, var ama böyle değil işte. Bunlar gibi olmanın yanına bile yanaşır yerler yok. Tek sorunumuz tekdüze ve lezzetsiz kafelermiş gibi oldu şimdi böyle söyleyince ama asıl yara başka. Neyse.

Moment Coffee 2nd Branch

Moment'ın bu güzelliğine bayıla bayıla içeride ilerleyip, kasaya yanaştım. Kahvaltılık bir şeyler istiyorum ama neler var dedim direkt. Çalışan (belki de sahibidir de) kadın aşırı soğuk görünüyordu, bana kızarmış gibi bir ifadesi vardı, bu yüzden sorarken biraz çekindim bile. Ama konuşmaya başlayınca çok da sevimliydi. Yan duvarda brunch/kahvaltı setlerinin yer aldığı çizimler vardı, onları gösterdi, bunlardan verebilirim dedi. İlk gözüme çarpanı istedim. Herhalde bir 12-13000 won kadardı. Yanına da siyah çay istedim, bunu genelde anlamakta biraz güçlük çekiyorlar, sonraki günlerde de birkaç tekrarın ve tarifin ardından istediğimi alabildim. Earl Grey ya da English Breakfast demek gerekiyor, yoksa çay deyince direkt yeşil çay vermek eğilimde oldukları gibi çay isteme olasılığınız da çok tuhaf geliyor onlara. Ne yani kahve dışında bir şey mi istiyor diye bakıyorlar insanın yüzüne.


Elime yine bir zırlayan minik cihaz verildi tabi. İçeride hazırlayıp, çağırınca elime bir tepsi tutuşturdu önce. Minik, bu Koreli veya Japon youtuberların videolarında gördüğüm tek ocaklık piknik tüplü ocak. Üstünde ızgarası. Yanında minik ama puf puf bembeyaz dilimlenmiş bir ekmek (8 dilim olmuş bir baton yani). Dünyanın en sevimli tabak çanağına konmuş iki çeşit reçel, whipping cream. Çocukluğum çok eski dehlizlerinde hatırası kalmış bir yumurtalık içinde üst kısmı açılmış, kayısı kıvamlı yumurta. Bu kadar sevimliliği nasıl yiyebilirim diye bakındıktan sonra gözüm ızgaraya ve ocağa takıldı. Teknoloji ile aramın nasıl da güzel olduğunu hesaba katınca yutkundum. Tepsiden bir de ocağı nasıl kullanıp ekmekleri kızartacağıma dair rehber kağıdı çıkmıştı ama gene de o kadar denememe rağmen ocağı yakmayı beceremedim. Şaşırmamıştım. Tam önümde, ilerideki bir masada oturmuş ders çalışan bir kız dışında kimse yoktu mekanda. Utancımdan sıkıla sıkıla ızgaramla birlikte kasaya geri gittim, yine sinirli görünen kadına sordum. Ocağımı o yaktı, geri verdi. Yerime oturunca bu sefer de ekmekleri ızgaranın neresine koyacağımı çözmeye çalıştım. Allahım bir yandan çok mutluyum böyle ilginç şeylerle karşılaştığım için, her şey çok sevimli olduğu için falan ama elim ayağım birbirine dolaşmış durumda, sanki 300 yıldır mağarada yaşıyormuşum da beni yeni salmışlar dışarı gibiyim. Önce içine sokmaya çalıştım tellerin, arasına yani, sonra neyse ki üstüne koymayı akıl edebildim ekmek dilimini. Ateşi çok açma diye heyecan yaptı zaten çalışan kadın, hakikaten düğmeyi azcık çevirince çılgın horr diye yanıyor ocak. Ocak yanıyor hopluyorum, ekmek dilimleri elimde masanın altına üstüne kalkıp oturuyorum. Kadın demiştir allahım bunu bana bu saatte sınav diye mi yolladın. Sonunda yarım yamalak da olsa bir dilimi kızartım, yemeye başladım ama aklımda da direkt bariz olan soru, ben bunlarla doyar mıyım? Normal bir Türk kahvaltısını düşününce küfür gibi bir şey bunlar çünkü, bir yumurta, iki kaşık atsam bitecek iki reçel, kahvaltıda ne alaka diye bakacağımız krema. Haa bir de tereyağı. Bir parmak kalınlığında, kağıda sarılı sevimli bir tereyağı.  Tabiki peynir yok, zeytin yok. PEYNİR YOK. Allahım tuzlu şeyleri dünyanın bu köşesine bilerek mi getirmedin yaşlanmasınlar tansiyon hastası olmasınlar diye.

Tabiki bu saydıklarımı göz açıp kapayana kadar bitireceğimi bildiğimden yavaş yavaş yemeye çalıştım. Ekmekleri kızartma işi ile de oldukça uğraştığımdan uzun sürdü orada oturmam. Ekmekleri kızartırken bir yandan etrafımdaki her şeyi çekmeye çalıştım. Etrafımdakilere daldığım için bir dilimi yaktım, yanık kokuları kadına da ulaştı. Diğer masadaki kız istifini bozmadan ders çalışmaya devam ediyordu. Kahvaltım bittikten sonra da oturmaya devam ettim, hiç kalkasım yoktu. Sonradan bir erkekle bir kız geldi, sonra iki kız daha geldi oturdu. Sonra bir grup genç kız geldi, güle kıkırdaya. Bir süre de onları izledim. Kafenin hediyelik eşya rafları da vardı bir dolu, bakılacak çok şey vardı yani ama neden onları o kadar incelemedim ki? Tek tek baksana hepsine. Bir şey de almadım, neden almadım ki? Çok güzeldi her şey. Yani öyle bir çekingenlik tutuyor ki bazen yok yere. Hesabı ödeyip, tepsiyi verip, çok oyalanmadan çıktım. (Moment Coffee'nin instagramı)

Bu o cartoon temalı kafe - Cafe Layered
Teyzem de foto çekiyor :p

Moment Coffee'den çıkınca hava çok güzel gibi görünüyordu, yürüyeyim madem buralar Hongdae dedim. Ama yine kafam basmamış, haritaya baksam göreceğim aslında asıl görülecek sokakların hemen önümde yer aldığını. Onun yerine yürümüş olurum baka baka diyerek, yukarıdaki kafelere doğru gitmeye karar verdim. World Cup buk-ro 4-gil boyunca yürüdüm dar sokaktan, sonra Donggyo-ro'ya çıktım. Seongmisan-ro'ya dönüp, oradaki şu meşhur cartoon-temalı kafeye gideyim diye düşündüm (Greem Cafe yani). Onun önüne gelince durdum, bir baktım yan tarafında işaretlediğim bir başka kafe vardı. O an o kadar güzel göründü ki gözüme. Sadece görüntü de değil, bir his işte. Oraya dışarıdan bakınca bile mutlu oldum o an ki içeride çok, çok daha mutlu hissettim. Adı Cong Caphe, bir Vietnam kafesi. Vietnam temalı kafe yani. Saat ikiye gelmişti, içeri girince zıplayarak allahım allahım çok güzel çok sevdim diye bağırarak koşacaktım. Her yere, her bir detaya, her bir köşeye bakmak istedim. En sevdiğimden, her yer yine tahta ama mesela Moment'taki gibi temiz sevimli görünümlü tahtalardan değil, bu kez böyle eskimiş, gıcırdayan, hani Bağıran Baraka tarzında. Müzikler çok güzel, oturma yerlerinde eski minderler var, masalar minik sehpalar falan. Girince sağdaki büyük masada bir amca oturmuş, önünde laptopu, bir şeyler yazıyordu. Ara kısımda böyle ayrılmış gibi, kameriye gibi bir oturma yeri vardı, orada belli ki date'e çıkmış bir çift vardı. Gerisi boş, bana ayrılmış gibi. Kasaya gittim sipariş vermek için, ne alacağım hakkında, burada ne tür şeyler olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Sadece burada olmalıydım, oturmalıydım onu hissediyordum. Kasadaki resimlere bakıp, şundan alayım dedim. Bir tür kahve. Ama içinde ne vardı, hiçbir fikrim yoktu, yazılar Korece ve Vietnamca gibiydi. İki kız vardı kasada, onlar da bomboş kafede öyle takılıyorlar gibiydi. Ulan o zaman o Buttermilk'in önünde niye tüm Seul toplanmıştı?
İşte Cong Caphe - üstteki o teras gibi yer açık değildi ben gittiğimde, orası da çok güzel olabilirdi

Cong Caphe'de oturduğum yer

Üzerinde sevimli minik bir çiçek olan, cam kenarındaki bir masaya oturdum. Masa dediğim de böyle dizlerimin boyutunda bir sehpa. Ama allahım, her şey çok güzeldi. O cam kenarında, içinde ne olduğunu bilmediğim buzlu kahvemi keyifle yudumlayarak oturdum saatlerce (coconut condensed milk coffee imiş içtiğim şey, şimdi fişime bakarak öğrendim, tadı pek güzeldi). Dışarıdak sokağı izledim, sokaktan geçenlere baktım, bulutların arasından arada göz kırpan güneşe baktım, bilgisayarıyla oturan yazar kılıklı adama baktım, onu görünce ben de gaza geldim, tüm gezi boyunca çantamda saksı gibi taşıdığım ama bir türlü yazamadığım defterimi açtım, iki sayfa yazdım. Birkaç kere tuvalete gittim, çünkü tuvaletler de pek bir ilginçti. Böyle eski pirinç borular, metal lavabo, kapılar ahşap minicik. İçeride dolaşıp, her yere baktım, dekorun her bir parçasını inceledim. Duvarlarda asılı olan aile fotoğraflarına, anlamadığım Vietnamca yazılara, eski bir evdeymişim hissi veren tüm o eşyalara...Sabah Moment'ta da çok mutlu oldum, ortam pek bir sevimliydi, beğendim falan ama Cong Caphe'de hissettiklerim çok farklıydı. Bilmiyorum, abartıyor muyum, saçmalıyor muyum, görmemiş teki miyim. Ama ben orada çok mutlu hissettim. Hiçbir yere yetişmeye çalışmadan, habire bir şeyler yapmam gerekiyor diye kendimi darlamadan. Sanki gerçekten de, daha güzel bir gerçeklikte, orada, o kentte yaşıyormuşum, günlerimi kafelerde gezip, yazı yazarak, hayatın küçük anlarının mutluluklarının tadını çıkararak yaşıyormuşum gibi hissettim. Birkaç saatliğine de olsa diğer hiçbir şeyin önemi kalmadan, o cam kenarında gerçek ben oldum. (Cong Caphe'nin instagramı)

Cong Caphe'nin tuvaletinde, mutlulukla

Cong Caphe'de her şeyi incelerken

Cong Caphe'den kalkayım artık dediğimde 3'e geliyordu herhalde saat. Niye kalkayım dediğimi de bilmiyorum. Otur işte demi madem mutluysan. Bir şeyler daha iç. Biraz da öbür masalarda otur, ne bileyim önceki günlerde ne yaptığını yazmayı bitir deftere falan değil mi? Çıkıp biraz da yandaki kafede otur, orası da ilginç. Ahh ama işte hep o içimdeki dürtü, haydi haydi koş başka yerler göreceksin. Kafeden çıkıp, ara sokaklarda dolaşa dolaşa Yanghwa-ro'ya çıktım. Bu sokaklarda yine pek çok sevimli ve özenli minik dükkanlar ile kafelere rastladım. Sokaklarda hemen hemen hiç kimse yok gibiydi. Bu dükkanların falan fotoğraflarını çektim, sonraki günlerde gelirim diye. O anda neden hiçbirine girmedim, nasıl bu kadar salak olabildim hala düşünüyorum. Sonraki günlerde gidemedim tabiki. Seul'deki günlerim, beni önlerine katarak sel misali yürüdü gitti.

Yürürken geçip durduğum sevimlilikler

Bu büyük cadde üzerine çıkmamın sebebi, orada işaretlediğim bir k-pop dükkanının olmasıydı. 30larımda olabilirdim ama en azından böyle saçma bir yeri görmeden Seul'den gidecek değildim. Dükkanın ismi With Muu (web sitesi burada), böyle içinde k-popla ilgili incik cincik bir sürü şey var, ayrıca albümler lightstickler falan da var. Ama benim bilemediğim bu dükkanın bir avmnin içinde yer alıyor olduğuymuş. İsmi Ak Plaza olan (sen kalk kmlerce öteye git yine de kurtulama) bu avm öyle pek de bizim alışkın olduklarımızdan (ya da Gangnam'da gördüklerimden) değildi. Böyle bir bina normal apartman gibi ama içine girince ayrı ayrı dükkanlar yok, böyle orta alanda ayrı ayrı kendi açık alanlarında herkes. Ne güzel anlatamadım, neyse. Alt kattan ilk girince böyle hemen kırtasiye malzemeleri ve züccaciye gibi bir dolu şeyin olduğu raflarla karşılaştım. Normalde okul hayatım boyunca bile tek bir siyah kalemle yazdığım için öyle pek bir kırtasiye meraklısı değilimdir, çok dalmadım oralara ama insan o ülkede ona bile heves ediyor. İlerleyince Marvel ürünleri satan bir dükkana rastladım, pek düzgün ve sevimli görünüşlü bir genç bakıyordu. Ben hala bir ergen olduğum için kafamın içinde birkaç kere dükkanın önünden geçip, içeri bakamadım. Neyden utanıyorsam, çocuğum yaşındadır herhalde. Neyse sonunda cesaret edip, ürünlere tüm hevesimle baktım. Çok güzel şeyler vardı ama yine kredi kartımın beni heder edip etmeyeceğini bilemediğimden bir kulaklık kabı almaya yeltendim. Kaptan Amerikalı kap buldum ama pek de bendeki kulaklığa uymuyordu, satıcı gençle birlikte içine oturtup, birbirimize oldu oldu böyle idare eder diyerek anlaştık.

Benim dükkan üst kattaydı, oraya çıkarken kendimi her şeye bakmamak için zor tuttum. Böyle tüm dükkanlar parlak pastel renklerde, böyle ortam Alice Harikalar Diyarı gibi. Dayandım dayandım ama sonunda üst katta metrelerce alana yayılan etiket dükkanında yolumu kaybettim. İnternette, dizilerde gördüğüm tüm o sevimli çeşit çeşit etiketler karşımdaydı. Dolandım durdum. Sonunda hatıra olsun bir tane alayım dedim, bu sefer de onu seçemedim dakikalarca. Asıl gideceğim dükkanda bu kadar durmadım yani. Kendimi etiketçiden kurtarıp nihayet With Muu'ya girdiğimde bu sefer daha da utanıyordum. Herkes ergen, herkes kız. Tüm grupların idollerin oyuncakları resimleri kartları, bir yanda albümler, bir dolu idollerle ilgili eşya...Bakmaktan bile utandım. Deli miyim ya, baksana kimden utanıyorsun. Albümlere şöyle bir baktım, gelirken aklıma koyduğum, alacağım tek albümü bulamadım. Zaten bu dükkan öyle çok albüm odaklı gibi değil gibiydi, daha çok son çıkan ve popüler şeyler vardı. Sonunda BTS bölümünde utana sıkana biraz bakınıp, kendime bir anahtarlık aldım. Lightstick bölümüne de cesaretimi toplayıp baktım çıkmadan, belki olsa cidden almaya ikna edebilirdim kendimi Army Bomb'dan. Ama bu dükkan sanırım biraz da turist tuzağıydı, yurtdışında bilinen grupların hepsini lightsticklerine kalmadı yazıyordu. Daha çok yeni jenerasyon ve Kore'de bilinen gruplarınkiler vardı raflarda. (With Muu'nun instagramı)

Avmnin içindeki minik restoranları görünce acıktığım aklıma geldi. Yanghwa-ro boyunca yürümeye başladım, bir şeyler bulurum diyerek. Burası büyük bir caddeydi, tabi orada burada restoranlara denk geldim ama bir türlü girmeye cesaret edemedim. Bir Olive Young dükkanı görünce hevesle oraya daldım. İlk kez giriyordum bu dükkanlardan birine, Olive Young Kore'de bir çeşit Gratis-Watsons-Eve gibi bir zincir. Acayip kalabalıktı, herşeye bakasım geldi ama yazıların hepsi Korece olunca pek de bir şey anlamıyordum. Ancak elime alıp, inceleyince minik ingilizce yazıları bulabilince ya da Papago'ya resimden çevirttirince anlayabiliyordum ne olduklarını. Gene de iki maske seçebildim kendime. Mutluydum. Ama yaptığım şeyleri neden yaptığım ve yapmadıklarımı neden yapmadığım bir türlü çözemiyorum. Mesela kırışıklıklar için patch gibi bir şeyler görmüştüm o gün orada, aa çok iyiymiş bunlardan alayım ama bir dahaki sefere dedim. Bir daha bir Olive Young bulup da girdiğimde kalmamıştı. Yani hiçbir mantığı yok hareketlerimin.

Öyle aç bilaç ama mutlu ilerlerken haritamda işaretlediğim bir yerin yakınında olduğumu fark ettim: 9 3/4 Kings Cross isimli bir kafe. Caddeden ara sokaklara daldım, kafeye giderken. Bu ara sokaklar yine dizilerdeki sokaklardandı, iki üç katlı eski binalar, birbirine dolanan sokaklar, minik restoranlar, birbirini tanıyan ve muhabbet eden esnaf...Ben tam da bir dizinin içinde miyim havasına girmişken önüme çıktı aradığım yer. Bakın burada Ankara'da da var Harry Potter temalı yerler, kafeler. Son birkaç senede açıldılar ama sonuçta varlar yani. 20 yıl önce hayal bile edemezdik bu kadarını. Ama Seul'de girdiğim o yer, inanılmazdı. Orlando'daki Universal'ın içindeki Harry Potter dünyasını iki üç gezdim ben, ona rağmen çok güzel buldum bu kafeyi yani. Tam böyle Hogwarts'ın içine girmiş gibiydi. Loş, duvarlar Ortaçağ kaleleri gibi, her yerde ayrı bir detay. Girince ilk solda sipariş verebildiğiniz yer var, çok çeşitli olmasa da yemekler ve tatlılar ile kahveler içecekler var menüde. Sağda direkt yukarı çıkan ahşap merdivenler var. 4-5 kat kadar var yukarısı. Böyle her katta ayrı bir dekor. Bazı katlarda uzun, ortak salondaki gibi sıralar ve masalar var, büyük şamdanlar, mumlar. Bazı katlarda bağdaş kurup oturabileceğiniz sofralar. Şömine başında sallanan sandalyeler. Her şey sadece Harry Potter temalı değil, Harry Potter evreninin temel motiflerini de barındırıyor, cadılık, ortaçağ, ingiliz kırsalı gibi. (9 3/4 Kings Cross Instagram şurası)

9 3/4 Kings Cross'ta o manzara

O pazartesi günü sabahki mutluluklarım ve o saate kadarki seçimlerinden bir şekilde memnundum. Tam da hah bugün bir salaklık yapmadan günümü geçirdim, güzel bir gezi oldu bugün diyordum kendi kendime. Hele bu girdiğim kafe en yüksek noktaydı diye düşündüm, mükemmel bir yer buldum, bir kahve içerim sonra da yemek yiyecek bir yer bulurum ama ahh bu kafe aşırı güzel diyordum. Ama tabiki benimle tek bir gün en azından bir tane salaklık olmadan geçmez. 30 yıldır bunu anlamış olmam gerekirdi. Sipariş vermek için kasanın orada dikilip, menüye baktım. Aslında gitmeden önce burayı işaretlerken azcık instasına google'ına bakmış olsaydım bir fikrim olabilirdi. Ama yoktu fikrim. yiyecekleri görünce aa burada karnımı doyurabilirim dedim hiç düşünmeden. İçerisi o kadar güzeldi ki kafam bulanmıştı tabi. Tek kişilik food seti gördüm, turkey leg yazıyordu. Hindi butu gibi düşündüm, tavuk yemiş gibi olurum hem iyi oh oh karnım doyar dedim. Yanına da wizard butter istedim, kaymakbirasını dünyanın her yerinde denemeye kararlıydım. Siparişi verince elime o öten şeylerden verdiler, yukarı katları dolaşmaya başladım. Her katta lunaparkı ilk kez görmüş bir çocuk gibi koşturup duruyordum. O arada annem aradı, onunla konuşmaya başlarken sipariş hazır oldu diye cihaz ötmeye başladı. Elimde telefon koşa koşa merdivenlerden indim. Annem hep en olmadık zamanlarda arar zaten. Suçlamak gibi demiyorum ama belki o sırada onunla konuşuyor olmasaydım aklım daha net çalışabilirdi. Kasaya bir indim, elime kocaman bir tepsi verdiler. Kafam kadar bir bacak, tamamen et. Yanında kızarmış ekmekler, turşular, soslar. Bir yandan anneme laf yetiştirmeye çalışıyorum, bir yandan şok içindeyim bu ne diye. Elimde tepsi yukarıda çantamı bıraktığım kata çıktım. Bir yandan annem bir şeyler anlatıyor, bir yandan bir salaklık mı yaptım ben ama anneme belli etmemeliyim diye kendimi toplamaya çalışıyorum. Sonunda mala dönmüş suratımdan annem anladı, noldu dedi. Dedim yemeğim çok büyük. Ama içimden domuz mu bu, allahım önüme domuzu bütün halinde oturtmuşlar mı ama turkey yazıyordu diye geçiriyorum son hızda. Hayır sanki daha önce gezdiğim bir çok şehirde birçok kere bir şeylerin içinde yemedim mi, kesin yedim. Ama böyle kocaman, kıpkırmızı halde önümde direkt görünce bir tuhaf oldum diye düşünüyordum. Anneme domuz galiba diyemedim tabi, çok büyük bitiremem diye şaşırdım dedim. Annem de dedi inip geri götür, sor paket yaparlar mı diye dedi. Sadece bu kadar konuşmadı tabi, ne kadar karıştığını onu ancak tanıyanlar bilebilir. O, o kadar karışmasa telefonda aslında yine de o kadar saçmalamayabilirdim. Güç bela kapattım telefonu çünkü bir de kapatmıyor normalde. Aldım tepsiyi gerisingeri aşağı inip, kasadaki çocuklara dedim ki bu doğru mu? Ben bunu nasıl yiyeceğim? Domuz değil, değil mi diyemedim de. Paket yapabiliyor musunuz bitiremezsem dedim. Tabi dediler. Yine aynı mallıkla yukarı çıktım elimde tepsi. Masadan kocaman bacak bana bakar halde bir süre oturdum. Sonra tamam dedim bu hindi ya, öyle yazıyordu. Hem et yani, ne güze doyur karnını. Kendimi ikna etmeye çalışıp, bir parça kestim. Ağzıma attım ama tadı değişik, zaten kıpkırmızı görünüyor. Çiğneyip yutmaya çalıştım. Kötü değildi, güzeldi bile hatta şimdi düşününce ama kafam o kadar bulanık ve bir düşünceye odaklanmıştı ki yok dedim bu kesin domuz. Göz göre göre de yemeyeyim. Hay allahım ya. Sanki böyle beynime refleks olarak işlenmiş gibi. Ekmekleri yiyip, kahvemi içtim. Somurtarak bir süre oturdum. Oysa tüm günüm ne de güzel geçiyordu diye kendime kızdım. Tüm kafenin keyfini çıkartıp, her yerinde fotoğraf ve video çekecektim güya. Hiçbirini yapmadan, elimde tepsiyle aşağı indim. Ben bunu yemeyeceğim paket de istemiyorum alın dedim. Öylece çıktım kafeden. Mallığıma doymayayım.

Itaewon'daki Ankara Picnic

Gene surat astığım için otele geri döndüm. Açtım, midem kazınıyordu ama bugün en azından bir şeyler daha görmeliyim diye kendimi zorladım. Itaewon'a gitmeye karar verdim, en azından orayı da göreyim diye. Hava pek soğumuştu benim bünyeme göre, bir de açtım tabi. Üstümü değiştirip, kışlık montumu falan giyip, kendimi dışarı attım. 7 buçuğa doğru Itaewon metrosundan çıkmıştım. Hava kararmıştı, buz gibiydi ve sokaklar hiç de beklediğim gibi görünmüyordu. Burası o internette gördüğüm Itaewon muydu gerçekten de? Kimsecikler de yoktu. Görülecek bir şey de. Sonra hiç beklemediğim bir anda baklavaların olduğu camekanlar görmeye başladım. Sırasıyla dönerciler, türk restoranları tatlıcıları belirdi gözümün önünde. Nolur burada diye bakakaldım. Itaewon'u çok araştırmamışım, meğerse Türkler buraya toplanmış. Ankara Picnic yazan minik bir dönerciye girdim. Ülkeden çıkınca hiçbir şekilde bildiğim yemeklerden yememeye çalışıyorum yıllardır. Bir İtalya'da mecburen öğrencilikten, en ucuz yerler de dönerciler olduğundan dürüm yiyordum arada bir. O akşam da amaan artık yapacak bir şey yok dedim. Itaewon bomboştu, gece çökmüş gibiydi. Şehrin başka bir köşesine gidip, yerel bir restoran arayacak enerjim de hevesim de yoktu. Girdim Ankara Picnic'e. Kasadaki gençlere bir baktım, Türk de olabilirlerdi ama olmayabilirlerdi de. Salaklık yapma dedim kendime, ingilizce konuştum siparişimi verirken. Tabiki dürüm ve meyve suyu istedim. Ödemek için kartımı uzatırken genç çocuk bir şeyler söyledi. Allahım o kadar mutsuzum ki şu an, ingilizceyi de anlamamaya başladım dedim içimden. Eblek eblek bakınca ben çocuk kartımı aldı, ödemeyi alırken herhalde kartın vakıfbank'ını görünce Türkçe konuştu bu sefer. Aa dedim ee niye. O da bir niye Türkçe konuşmadın o zaman oldu. Az önce ne dedin anlamadım dedim. Rusça konuşmuş. Beni RUS ZANNETMİŞ. BENİ. Bir buçuk metre boyunda, montumu burnuma kadar çekmiş, hagrid saçlı beni. Hangi Rus bahar havasında alaska'da gibi dolaşır ki? Buraya Ruslar çok geliyor, bir de gözleriniz Ruslara benziyor dedi. Peki dedim. Dürümümü alıp, oturdum. Ama hiç de lezzetli gelmedi o dürüm o akşam. O kadar açtım ama mutsuzdum ya. Aklım hala saatler önceki salaklığımdaydı. Tüm günü boşa geçirmişim gibi hissediyordum.

Aa DDP böyle bir şey miymiş :p

Itaewon'un ana caddesi boyunca yürüyüp, kapalı mekanlara, dükkanlara baktıktan sonra Dongdaemun Desing Plaza'ya vardım. Son bir gayretle, orayı da göreyim diye düşünüyordum. Ama o kadar üşümüştüm ki DDP'nin önünde haa burası da böyleymiş o zaman diyerek dikildikten sonra otele geri döndüm. Dönerken metronun altına girdiğimde bir Nature Republic dükkanına denk geldim. Günlerdir görüp, hiç bakmadığım bu dükkana da o saatte o anlamsız yerde bir şans vereyim dedim. Kimsecikler yoktu, çok da anlamadım yine ürünlerin ne işe yaradığını. Elime alıp, okudum, evirdim çevirdim. Sonunda şeftalili olduğunu gördüğüm bir şeyleri fark ettim, ne oldukları önemli değildi, şeftaliliydi sonuçta. Ben de Nature Republic'ten bir şeyler almış olmak istiyordum. Görevli kız İngilizce bilmiyordu, ben de o saatte çok konuşabiliyor değildim. Çoğunlukla anlaşamadık, sonunda o da beni yolcu ettiğine çok sevinmiş görünüyordu, ben de dükkandan çıktığıma.

Yalnız bu hızla yazmaya devam edersem bir 10 yıl sürecek. Bu tür gezileri de her 10 yılda bir yaptığıma göre sorun yok :)

13 Haziran 2023 Salı

Bir Seul Macerası Bölüm V - Dotori'de kahvaltı, Han Nehri üstünden üzgün geçiş, sokaklarda avarelik

 


Önceki gün hem çok yorulmuş, hem de bir o kadar mutlulukla yatağa girmiştim. Geldiğimden beri doğru düzgün bir şeyler yemeyi başaramamıştım henüz ama olsundu. Böyle yarı aç gezmeye devam edemezdim ya, midem bir noktada bir şeyleri kabul etmeye başlayacaktı. Bu arada yanlış anlaşılma olmasın, yiyecekler kötü veya çok yabancı gibi şeylerden dolayı böyle yazmıyorum. Aksine her şey alabildiğine iştah açıcı ve güzel görünüyordu. Zaten gitmeden önce de planımın büyük çoğunluğunu bir yerlerde bir şeyler yemek, değişik şeyleri denemek, kafe kafe gezmek oluşturuyordu. Gerçeğinde de gidip gördüğümde hakikaten insan bu şehirde habire bir şey yemeden nasıl durabilir diye düşünmedim değil. Ama sorun bendeydi. Yolculuktan, stresten, heyecandan bende böyle bir tür iştah kapanması olur hep. Bir festivale gittiğim bir yaz tatilinde mesela 4 gün hemen hemen hiçbir şey yememiştim, birkaç ısırık alıp bırakmıştım önüme gelen her şeyi. Sadece su içerek geçirdiğimi hatırlıyorum o 4 günü. Seul'de de işte aynı şey oldu ilk günlerde. Midemin açlıktan acımaya başladığını hissediyordum ama kendimi aç hissetmiyordum. Yiyecekleri görüyordum, restaurantların önünden geçiyordum, her şey acayip renkli ışıltılı ve iştah açıcı görünüyordu, meraktan ölüyordum ama ne zaman önlerine geçip, hah alayım bir tane desem midem yooo hayır yok yok deyiveriyordu. Ama bu durumu işte o gün aşabilecektim.

Şehirdeki 3.günümde kendimi çok zorlamadan ama çok da geç kalmadan çıktım otelden. Önceki gün sarayda 20 bin adımın üstünde atınca haliyle biraz zorlanıyordum. Otelden direkt Hangang-daero üzerine çıktım ve yürümeye başladım. Hava önceki gün kadar güneşli ve sıcak değildi, sonraki günlerimin ipuçlarını taşıyordu aslında ama ben henüz saftım. Ara ara bulutlanıyordu, yine de mavi gökyüzünün altında mutlu mutlu yürüdüm o sabah. Saat 10 buçuk civarındaydı, bu kocaman cadde doğruca Han Nehri'ne kadar sürüyordu. Yürürken pek çok restaurantın, iş yerinin önünden geçtim, benim gibi Koreli olmayan sabah yürüyüşündeki insanlarla karşılaştım. Ayrıca bu cadde üstünde, Seul'de sonraki günler boyunca da gördükçe şok geçirmeme sebep olacak büyüklükteki binalarla da karşılaştım. Sanırım ilk bu caddede yürürken noluyor bea demeye başlamıştım, Manhattan'da bile böyle hissetmedim ben. Zaten bu 10 günün sonunda Manhattan'ın Seul'ün yanında köy olarak görülebileceğine emin olmuştum.

Masal evi gibi değil mi ya

Hangang-daero üzerinde yürüyüp, Yongsan civarında içeri, minik arasokaklara daldım. Hedefim, instada nette fotoğraflarını videolarını gördükçe içine düştüğüm Dotori'ye gitmekti (Dotori'nin instagramı-->şurada). Burası Studio Ghibli filmleri temalı bir kafe. Umarım yanlış bir şey söylemiyorumdur çünkü hiç Ghibli filmi izlemedim (Hala animasyonları izlemeye elim gitmiyor ama üstünde çalışıyorum bu kötü özelliğimin). Studio Ghibli'yi biliyorsunuzdur diye düşünüyorum, benim dışımda herkes izlemiş gibi görünüyor. Bu kafede de böyle sevimli, çizgi film gibi bir ortam ve hava var. Normalde sevimli şeyleri beğenmeye yatkın biri değilim ama burası ayrıca güzel geldi.

İçeri girmeden zaten ağzım açık bakakaldım. Böyle mavi, masmavi çerçeveli bir masal evi gibi duruyor dışarıdan. İçeriye girdiğimde de tavandan, oradan buradan sarkan otlar, süsler, sol tarafımda sıra sıra dizilmiş hamur işleri, pastalar çörekler...Her şey ahşap, her yer adım attıkça gıcırdıyor...Mutluluktan çığlık çığlık koşturmak istedim içeride. Çok dolu değil gibiydi ama boş da değildi o saatte. Çoğunlukla Koreli gençler vardı, önlerinde pastaları kahveleri, herkes eğlenceli muhabbetlere dalmış gibi görünüyordu. Kasaya yönelip, nasıl sipariş vereceğimi sordum, oradaki menüden seçip, söyledim, ödedim (yine kartım geçti, olley). Evimde, bilgisayarımın başında oturup, hayaller kurarak izlerken Caricakes'in videolarında görmüştüm, buranın mantar çorbasını önermişti. Kafama kazımıştım, o sabah direkt mantar çorbası ve tuzlu ekmek aldım, bir de şeftalili yoğurtlu bir içecek. Çorba 10500 won, ekmek 2500 won, içecek de 7500 wondu. Siparişimin hazır olduğuna dair bir minik öten titreyen cihaz verdiler, kendime masa bulmak için içeriye doğru ilerledim. Giriş katta, arka bahçe gibi olan yerde bir masa buldum ve Kore'deki ilk güven testimi gerçekleştirdim. Çantamı, eşyalarımı masaya bırakıp, mekanı keşfe çıktım. Ama içimde bir panikle, gene de bir inanamamazlıkla. Öyle ya Türkiye'de bırakın masada bırakıp gitmeyi, çantamı otururken yanımdan, kolumdan aşırmaları bile çok normalken, burada böyle hakkında o kadar videolar çekilen durumu aklım hafsalam almıyordu. Ama bu 10 gün benim için hem Seul'ü hem de kendimi ve dünyayı keşif yolculuğuydu, merak ettiğim şeyleri denemeye korkmayacaktım. Çantayı bıraktım, kafenin her bir köşesini gezmeye başladım.

Dotori'deki kahvaltım

Üst kata çıkan merdivenler, ayağımın altında gıcırdarken çok mutluydum. Bu katta kimse yoktu, erkendi sanırım henüz, bir de pazar günüydü yani. Tüm camlar pencereler açık olduğundan ortalık esiyordu, çok soğuktu. Yoksa o kat aşırı güzeldi, orada oturmak istemiştim. Alt katta çantamı bıraktığım masada oturdum en son mecburen. Çok beklemedim sayılır, üst katı ve etrafı dolaşıp, masama geri geldim, 10 dakika falan oturdum, yiyeceklerim hazırdı. Elimde zırıldayan aletle kasaya koştum, tepsimi alırken tahta sütuna çarptım o heyecanla. Tepsimi veren çocuk şok içinde baktı, ehehe diye gülmeye çalıştım. Bana bir şey mi oldu diye bakma bakışı değil gibiydi yüzündeki, daha çok bir yerleri kırdı galiba bakışıydı ama olsun.

Saat 11 buçuğu geçerken kalktım Dotori'den. Yediğim çorba da ekmek de çok lezzetliydi. Doğru düzgün yiyebildiğim ilk öğün de bu oldu Seul'de. Şimdi düşününce neden çorbam bitince bir de kalkıp o meşhur pastalardan keklerden çöreklerden alıp da yemedim diye merak ediyorum. Bir yarım saat daha oturabilirdim, yetişmem gereken bir yer yoktu. Bir Pazar günüydü, güneşliydi, önceki iki gün çok yorulduğum için o gün Han Nehri kenarında bisiklet sürerim, piknik yaparım diye karar vermiştim. Yani tüm gün aslında yan gelip yatmaktı planım, önümde manzara ile. İşte o içimdeki salak. Yemeğim bitince kalktım. Ama şeyi düşündüğümü hatırlıyorum, ahh bu kekler ekmekler çok güzel, acaba paket mi yaptırsam da nehir kenarında yerim. Peşisıra da şöyle düşünüp, kendimi vazgeçirmiştim: E ama burayı denemiş oldum, nehrin kenarında belki başka bir yer görürüm oradan alırım başka bir yer de denemiş olurum. Aferin bana. Çünkü günün geri kalanının nasıl geçeceğini bilsem, o öğlen Dotori'den dışarı adımımı bile atmazdım.

Dotori'nin olduğu ara sokaktan Hangang-daero üzerine geri dönmek üzere yürürken Yongsan'ın bu minik sokaklarında en az Dotori kadar sevimli, ilginç kafelerle karşılaştım. Hepsi de gençlerle doluydu. Bu keyifli kalabalıkların yanından öylece yürüyüp geçerken kendimi ansızın çok yalnız hissettim. Yalnız, bağsız, öyle kendi kendine ortalarda amaçsız. Bu kocaman ve her köşesi ilginçlikle dolu şehirde hayatları olan insanlardı onlar. Bir pazar gününü arkadaşlarıyla güzel bir kafede (gerçekten güzel ama) muhabbet ederek geçiren insanlar. Ben de orada yaşıyor olmak istedim, arkadaşlarım, bir hayatım olsun, Türkiye'deki gibi dertlerim olmasın istedim.

Hangang-daero o ara sokaklara göre bomboştu. Yürüyüp, nehre iyice yaklaştım. Bu sırada haritamda gezmek üzere işaretlediğim birkaç müzenin de yanından geçmiş oldum. Ama planıma uyacaktım, o gün kendimi yormayacaktım. Hatta şansıma birkaç ay önce kapanan Hybe Insight'ın da önünden hüzünlenerek geçmek zorunda kaldım.

Hangang köprüsünden nehre bakıyorum, hüzünlüyüm

Sonunda hedeflerimden birine gelmiştim, kiralanacak bisikletlerin sıralandığı bir noktadaydım. Belediyenin Bike Seoul diye kiralama hizmeti var. Telefonunuza uygulamasını indiriyor, onun içinden kiralayıp, o şekilde gezebiliyorsunuz. Bisikletlerin yanında uygulamayı indirdim, ingilizce desteği var gibi görünüyordu ama çok da işlevsel değil yani. Neyse kiralama aşamalarını yaptım, tam kredi kartı numarası girip, son aşamaya gelince ekranda korece bir hata veriyor, işlem başa dönüyordu. Defalarca kere denedim. Ekranda yazan mesajı çevirdim, işlemi yapmak için geç kaldınız süre bitti gibi bir şeyler diyordu. Ama süre falan geçmiyordu, kredi kartımı girmek iki saniye bile almıyordu. Maaş kartımı denedim, sanal kartımı denedim, yok. Sonunda bisikletlerin önünde durduğu kocaman binanın taş duvarına oturdum ve yine kartlarımın azizliğine uğradığımı kabul etmek zorunda kaldım. İçimde kalan son bir umudu da şehirdeki son gün Tourist Information Center'daki görevli ile her yolu denedikten sonra kartımda sorun olduğunu söylemesiyle kaybedecektim.

Sinirden ve mutsuzluktan orada öylece taşın üstünde oturdum. Seyahatim ile ilgili planları yaparken, bu şehre gelmeyi ilk hayal ettiğim zamandan beri aklımda ilk beliren düşüncelerden birini yine bu gerizekalı kartlarım yüzünden yapamayacağımı anladığımda tüm moralim çöktü. Sinir içinde yürümeye başladım. Güneş tepeme dikilmişti, günün geri kalan kısmında kaybolup dönmeyecek olan güneş, ben sırf o sinirle yürüyorum diye tepemdeydi. Hangang Köprüsü'nü, Nodeul Adası'nı falan hep güneşin altında yürüyerek geçtim. Aşırı uzun bir mesafe değil belki ama insanlar yanımda vızır vızır bisikletle geçerken ben saatlerce yürüdüm. Daha da kötüsü, karşı tarafa ulaşınca bir de baktım ki nehrin kenarına ulaşabilmek için daha da çok yürümek, aşağılara inmek gerekiyor. Yine yanımdan bisikletleri üzerinde insanlar aşağı doğru son gaz geçince tepem attı. Yola çıkıp, ilk gelen otobüse bindim. Nehir hattı üzerinde hep gezerim dediğim yerlerin hepsinin yanından otobüsle geçip, şehirlerarası otobüs terminali gibi olan yere gittim. Çünkü orada bir değişik görünümlü Starbucks olduğunu nerede görüp, not almışsam, bari ona gideyim oturup sinirimi düzelteyim tatlı bir şeyler yiyerek dedim. Ama inip, not aldığım yerde dolanıp durmama rağmen hiç öyle bir şey bulamadım. Naver map'e açıp baksana e akıllı! Yok sinirliyim ve inat ediyorum, terminalin etrafında dolaştım, içeri daldım. Gördüğüm en ilginç yerlerden biriydi aslında terminal de. Keşke o kafada ve ruh halinde olmadığım bir zamanda denk gelseydi. Oradan da daha büyük bir sinirle ve bıkkınlıkla çıkıp, bu sefer Han Nehri'nin bu güney kısmındaki kocaman caddelerde başıboş yürümeye başladım. Pek az insan vardı. Kuzeydeki turistik yerlerden biraz daha farklı bir yapısı ve havası vardı şehrin bu kısmının. Yüksek yüksek siteler gibi binaların oluşturduğu yaşam alanlarının arasından geçiyor gibiydim, parklar vardı aralarda ama tam da böyle, nasıl desem...Aslında bir bakıma Eryaman gibi bir  havası vardı o kısmın. Soğuk. Samimiyetsiz.

Böyle saçma yerler

Sonra kendi kendime böyle sokaklarda napıyorum dedim neyse ki. Şuralarda bir art center tarzı bir şey vardı, haritadan hatırlıyordum, oraya gidip oturayım da nehri en azından öyle göreyim dedim. Bahsettiğim yer Seoulwave Art Center. Hemen nehrin üstündeki bir iskele tarzı bir şeyin üstüne yapılmış bir ilginç görünümlü bir bina gibi düşünün. Naver Maps'i açtım bu sefer, oraya doğru yürümeye başladım. Hava bana inat bozdu, bulutlarla kaplandı, grili toz rengi karışımı bir şey oldu. O bahsettiğim kocaman, yüksek, site site tarzı binaların arasından minik yollardan geçerek sonunda böyle çimenlikli bir nehir kenarına ulaştım. Herkes çimenlere sermiş bezlerini, piknik yapıyor. Türk tarzı piknik değil ama yanlış anlamayın, ne mangal ne ateş ne çöp dağları, ne atletli dayılar...Ortam mis. Bisikletle peş peşe giden aileler, köpekleriyle gezenler...Beni yine aldı mı bir hüzün. Ben de istiyordum. Ben de böyle yaşamak istiyordum. İnsanlara hüzünlü gözlerimle bakarak yürüdüm aralarından. Nehir kenarına gelince bir süre manzaranın keyfini çıkarmak istedim. Üşümeye başlıyordum ama mutlu olacak şeyler çoktu yine de. Seul'deydim. Han Nehri'ni kendi gözlerimle görebiliyordum. Daha önümde 7 koca gün vardı bu şehirde yaşanacak, istediğimi yapabilirdim, beni tutan hiçbir şey yoktu. Kendimden başka.

Art Center'a doğru ilerledim. Sallanan bir köprüden keyifle geçerek ulaştığım bu binada hemen karşıma iki yanlı Starbucks çıktığı için orada oturacaktım. İçeri bir girdim, tek boş yer yok, kaynıyor. Kafam çalışmadı, zaten henüz bu ülkenin bu güvenli halini de bir türlü bünyem kabul etmiyordu. Tepsimi aldıktan sonra fark edecektim ki insanlar masalara sadece birer telefon bırakıp, gelip kasada sıraya giriyorlardı. O telefonlar da onlar gelene kadar saatlerce o masalarda duruyordu. Kimse ellemiyordu. Ben masaların yanından geçerken panik atak geçirdim her defasında bir şey olacak bu telefonlara aman yarabbi gitti telefon diye. Onlar rahattı. Herkes. Tabi bir de sinir oldum, oturacak yer bulamamıştım. Bir de zaten sıradayken hemen önümdeki aldığı için bana o istediğim pastadan kalmamıştı. Sonunda tatlı patatesli pasta aldım, benim dışımda da kimse yemez onu yani öyle bir şey. Elimde tepsiyle katlar arasında dolandım durdum. Şaka gibiydi. Buraya gelirken cam kenarında oturur, nehri izleye izleye kahvemi yudumlarım diyordum. Camı bıraktım, ayakta dikilecek yer bile yoktu içeride. Sonunda orta kısımdaki laptopluların toplaştığı masada bir sandalye boşaldı, koştum. İnsanların arasına omuzlarımla yer açarak oturdum. Han Nehri'ne değil, önümdeki adamın bilgisayarının kapağına bakıyordum. Arka masadakiler ailece foşur foşur burunlarını çekiyordu. Bugün gerçekten çok güzel geçiyordu. (Bu starbucksta early greyli latte gibi bir şey ve dediğim tatlı patatesli kek-pastaya 6100+5900=12000 won ödedim.)

K-Star Road

Haliyle orada çok durmadım. Haritadan işaretlediğim yerlerden en yakın olanına gitmeye karar verdim. Gangnam tarafındaki K-Star Road. Yani plan yaparken evde, çok mantıklı gelmemişti burasını gezmek. Çünkü aslında ünlü markaların mimari harikası mağazalarının olduğu lüks bir caddede ünlü K-pop gruplarının neredeyse bir insan boyutundan büyük oyuncak bebeklerinin sıralandığı bir yol sonuçta. Dinlediğim grupların konserlerine gidemedikten sonra bu bebekleri görmemde ne fayda olabilir diye düşünüyordum. Ama o gün, o rotada en mantıklı şey o gibi göründü gözüme. Sanırım 18 tane grubun Gangnamdoll'ları yer alıyor o caddede.


Sanırım en başından, Apgujeong Rodeo metro girişinin olduğu yerden başladım yürümeye. O kadar bezmiştim ki günün gidişatından çok da dikkatli değildim. Halbuki kafamı azcık sola çevirsem Gangnam Doll Haus'u görebilirmişim. Orada en azından bu bebeklerin satıldığı dükkanda da eğlenebilirmişim. Onun yerine bozan ve soğuyan havayla birlikte bebeklerin yanından yürümeye başladım. İlk Super Junior'ınki vardı, ilerledikçe gördüğüm gruplara ve bebeklerine gülümsemeye başladım. Çünkü oldukça eski gruplar sıralanıyor aslında burada, insana eski günleri hatırlatıyorlar. Apgujeong-ro üzerinde baya bir yürüdükten sonra BTS'in bebeğiyle karşılaşabildim. Ben gittiğimde hemen hemen kimse yoktu sokakta. Ama gene de utandım bu bebeklerle fotoğraf falan çekinmeye. Aslına bakarsanız yolun iki yanına sıralanmış lüks mağazalar ve onların önünde ara ara denk geldiğim FBI ajanı tipli çalışanlar, lüks arabalar falan daha çok ilgimi çekti. Neredeyse tamamen farklı bir dünyaydı burası. Los Angeles'ta da böyle caddeden geçmiştik sanırım ama orasının havası böyle değildi. Burası daha değişik bir his veriyor insana. Tuhaf, böyle mermerde yürüyormuşsunuz gibi. Bir de etrafı bomboş olmasının etkisi de olabilir bilmiyorum, LA'de kalabalık ve gürültülüydü, curcunalıydı geçtiğimiz o cadde.

Moonbin'in Fantagio binası önündeki taziye çiçekleri

Bu entertainment şirketlerinin binalarına çok dikkat etmemiştim yürürken, bu yol üzerinde onlar da var aslında. Aklıma bile gelmemiş, bir ara böyle çiçeklerin, notların, minik hediyelerin yığıldığı bir bina önüne denk geldim. Yan tarafındaki otoparkta haber ajanslarının, tvlerin arabaları, muhabirler duruyordu. Tamamen şaşkın bakınarak yaklaştım çiçeklere, o anda aralara serpiştirilmiş bir fotoğraf gördüm. Moonbin. Astro grubundaki Moonbin. Tam benim yola çıktığım gün ölen Moonbin. Instada görünce haberini, hiç dinlediğim bir grup olmasa bile Astro, bir tuhaf olmuştum. Öyle durup dururken, genç bir insanın öldü diye haberini karşınızda görünce ister istemez tuhaf oluyorsunuz. Tanımıyor olsanız bile. Orada o çiçeklerin arasında fotoğrafını görünce hatırladım, birkaç yıl önce tesadüfen youtube'da görünce böyle birkaç saat içinde çerez gibi izleyip bitirdiğim mini web dizisinde gördüğüm çocuktu bu (2020 yapımı Mermaid Prince diye bir dizi). Onun denizden çıkan rüya gibi görüntüsünün gazıyla izlemeye başlamıştım diziyi. Sonra da başka yerde görmemiştim. Tuhaf oldum. Orada, o öğleden sonra, o çiçeklerin önünde dikilirken, bir tuhaf oldum. Demek ki böyle oluyormuş dedim, burada, genç bir şarkıcı, oyuncu her defasında evinde ölü bulunduğunda, ben de öyle bir internet sitesinde, bir instagram gönderisinde haberine rastladığımda, aslında gerçeğinde böyle oluyormuş. Bir şeyler sizin başınıza gelmediğinde ya da yakınınızda olmadığında, gerçekliğini o kadar da algılayamıyorsunuz sanırım.

Boğazımda düğümle, iyice soğuyan havada titremeye başlayarak Samseong-ro üzerinde ilerledim. Önümdeki bölgede şu meşhur kitap raflarının olduğu avm'nin olduğunu görünce haritamda, orayı görmeye karar verdim. Yoksa niye gidip avm'ye gireyim diye düşünüyordum. Bongeunsa-ro'ya döndüm, biraz ilerleyince Bongeunsa'nın (Bongeun Tapınağı'nın yani) kenarına denk geldiğimi fark ettiğimde ayaklarım acıyordu artık. Oysa en çok görmek istediğim yerlerden biriydi bu tapınak. Kenarındaki parkın bir bankına çöküp kaldım. Park bile hoştu, tapınağın etrafındaki bahçe kim bilir ne kadar güzel olurdu ama saat 5'e geliyordu zaten. Hava kara bulutlarla kaplanmıştı, yapabileceğim tek şey avm'ye girmek gibi görünüyordu. Hemen önümdeki kocaman bir alanı kaplayan avm'nin girişini, yani benim görmek istediğim Starfield Library girişini bulabilmem, hatta yanından yürüyüp durduğum o koca koca binaların hangisinin avm olduğunu anlayabilmem bir saatimi aldı neredeyse. Hepsiymiş avm, ucu bucağı yok. Ankara'daki gibi açık bir alanda, genelde etrafında başka hiçbir şey olmadan dikilen büyük yerler şeklinde olmayınca algılayamadım ben neresi avm, neresi insanların gökdeleni. Seul'de hakikaten her adımda kendimi ne kadar dünyaya kapattığımı, Ankara'da ne kadar ufak bir fanusun içinde yaşadığımı fark edip durdum.

COEX Mall böyle kocaman bir alanda, bitişik, bir dolu bina gibi bir avm. Kare gibi göründü bana ama görmek de çok kolay değildi hani. Bir dolu birimden, kısımdan oluşuyor, pek çok değişik ilginç yeri kapsıyor. Ben orta kısım gibi bir yerinde olan Starfield Library bölümüne gittim. Yerden göğe kadar kitap raflarında kitaplar olan bir yer düşünün, aralara serpiştirilmiş oturma yerleri, birkaç kafe, masa ve ortada her bir metrekarede en değişik instagram fotosunu çekmeye çalışan onlarca insan. Bir kütüphane gibi görünüyor ilk bakışta ama aslında kitapçı yani burası, bu kitaplar satılıyor. Neyse, sonunda girişini bulabildiğimde söylene söylene içeri daldım ben. Mutlu olsam bile yorulduysam söylenirim, bu kuraldır. Kapıdan girdiğim anda ise ağzım açık kaldı, söylenmeyi kestim otomatik olarak. Fazlaca fotoğrafını gördüğüm için ne kadar etkileyici olabilir ki diye düşünüyordum. Sadece benim de orada fotoğrafım olmadan geri kalmayayım diye girmiştim içeri. Gerçekten etkileyiciymiş. O kadar insanla kaynıyor olmasa daha da etkileyebilirdi gerçi de, o haliyle bile gözlerim kocaman açılmış halde içeriye bakakaldım. Benim girdiğim kapıdan ilk rastladığınız manzara kenarlardaki oturma bankı gibi yerlere oturmuş muhabbet eden insanlar oluyor. Biraz daha ilerleyince aşağıya doğru inen yürüyen merdivenlerin başına geliyorsunuz ve bam! Yürüyen merdivenlerin başında öylece dikilip kalıyorsunuz. Aşağısı böyle şelale gibi görünüyor.

Aşağı inip, raflara bakınayım dedim ama kendimi fotoğraf çekmek için türlü hallere giren turistlere bakıp kıkırdarken buldum uzun bir süre. Sonunda vazgeçtim, raflara da yanaşamıyordum zaten insanlardan. Hemen karşıda, yukarıdaki oturma yerlerine çıkıp, bir süre oturup etrafı, insanları izledim. Bir planım yoktu, yorgundum, akşam olmuştu, açtım. Gene de kafamda bir şey yoktu. Aslında yola çıkmadan önce (Seul'e gelmeden önce) düşündüğüm şeyi yapıyordum, kendimi zorlamadan, öylece bu şehirde takılıyordum.

Böyle oturup kaldım, geri otele falan döneyim olmadı diyerek yerimden kalkıp, alt katta yürürken bir yazı gördüm: Food Court. İyi peki ne olacak dedim. Zaten dışarıda kendi kendime bir yer bulup da adamakıllı yemek yemiyorum zaten, bir hamburger bir şey yerim dedim. Çünkü o yazıyı görünce benim gözümde mesela Cepa'nın falan üst katı gibi bir yer canlandı, fast food dükkanlarıyla dolu kalabalık bir yer. Ama avm'nin benim girdiğim bölümünde, böyle zeminde, arka taraflara doğru bir koridordu burası. Ve hiç de beklediğim fast foodcular yoktu. Aksine, benim günlerdir dışarıda dolaşırken gördüğüm ve bir türlü kendimi (anksiyetemi) girmeye ikna edemediğim geleneksel restaurantlar vardı. Bir köşede ramenci, onun yanında deniz ürünler, onun yanında sırf kimbap falan yapan bir yer şeklinde sıralanıyorlardı. Önlerinde dolandım, bir baktığım yere birkaç kere daha baktım. En sonunda çekingenliğimi yenip, aman artık ne olacaksa olsun diyerek bir tanesine daldım.

Burası sonradan menünün üstünde adını 소풍 (sopung - piknik demek) olarak göreceğim bir yerdi. Bir avmnin içinde yer alıyor olabilirdi ama tam da o seneler boyu dizilerde izlediğim mekanların tıpkısının aynısı bir görünüşe ve atmosfere sahipti. Sanırım şans arada bana da gülüyordu. Yaşlıca bir nine karşıladı beni, mutfakta bir başka yaşlı nine daha, ondan az daha genç. Tahta masalar sıralanmış, solda yukarıda tepeye asılmış bir tvde haberler açık. Geride tek başına yemek yiyen bir adam, öbür yanda bir başka birileri...En ortadaki masaya oturdum. Halmeoni gülümseyerek menüyü getirdi, masada bir kağıt destesi ve kalem vardı. Menüden seçtiğimi o kağıtta işaretlemem gerekiyordu. Sonra halmeoni de gelip, o kağıdı alıyor, böylece sipariş vermiş oluyordum. Halmeoni kağıdımı alırken ne istediğimi de söylemeye çalıştım, onun hoşuna gitti, yan masamda iki kız vardı, birisi dönüp bu sana çok acı gelmesin dedi. Bu sırada siparişimi yapmak üzere halmeoni içeri gitmişti. Kız dedi ki hani yabancılara yemeklerimiz çok acı geliyor, emin misin, istersen üstüne peynir de söyle acısını hafifletir, istersen halmeoni'ye ben söyleyebilirim senin yerine falan dedi (halmeoni haliyle ingilizce bilmiyordu). Yok ben severim acıyı sorun olmaz dedim, bir yandan da ulan acaba gerçekten çok pis mi acı yiyemezsem gene acı acına otele mi döneceğim diye düşünüyordum içimden. Çünkü Ankara'da birkaç kere böyle acıdan yiyemediğim olmuştu. Düşünün gerçek memleketinde değil de başka bir ülkedeki restaurantında yiyemedim. Ay iyice karıştı diyeceklerim. Şöyle anlatayım, Ankara'da Mogo diye bir Kore restaurantı var. Orada bir keresinde bibimbap yemiştim. Çok acı olduğundan yiyememiştim. Ama böyle isot acısı gibi değildi, lezzetsiz bir acıydı. Orada, o akşam da aynı şey geldi aklıma, ya öyle olursa diye. Yan masadaki kıza İngilizcem elverdiği kadar, Türkiye'de de acı Kore yemekleri yediğimi, dahası Türk mutfağında da pek çok derece acının olduğunu anlattım. Onun da bir Türk arkadaşı varmış, bir keresinde Kore yemeği yerken ağlamış acıdan. Diyecektim o annesinin kuzusudur o halde ama demedim tabiki, yok genel olarak Türkiye'de yaşayınca zaten acı eşiği diye bir şey kalmıyor demeye çalıştım. Yemeğim gelene kadar da, yemek yerken de yan masadaki bu iki kız benimle sohbet edip, yalnızlığımı birazcık olsun hafiflettiler. Hayal ettiğim gibi bir geleneksel tarzda yere gelmiş sayılırdım, o yüzden olabilecek en bilindik yemeklerden birini yedim orada. İçinde ramen, tteobokki falan olan o yemekten. Sevimli halmeoni önce banchanları getirdi masama, bir klasik lahana kimchisi, bir de beyaz turp kimchisi. Tabiki olmazsa olmaz olduğunu sonraki günlerde keşfedeceğim balık çorbası bir bardakta yanlarındaydı. Hemen öbür yanda da çocukluğumdan hatırladığım çelik bir bardakta su beliriverdi. Yan taraftaki su sebilinden doldurup vermişti halmeoni. İçimden kahkahalar atıyordum, tam olarak izlediğim dizilerin içindeydim o an. Çubukları kaşıkları da masanın çekmecesinde bulursam tamamdı. Ki oradalardı, çekmecede. Kocaman gülümseyerek çubuklarımı alırken halmeoni de şaşkındı, ne çok sevindi bu böyle kaşığı çubuğu bulduğuna diye. O bardaktaki sarımsı suyun - balık çorbası - ne olduğunu tabiki bilmiyordum. Kızlara sordum, bu ne sos falan mı yemeğe mi dökeceğim diye. Kız açıklamaya çalıştı, çünkü direkt balık çorbası değildi aslında. Bu ançüez gibi şeyleri kaynatıyorlar dedi, onun suyunu süzüyorlar, bu su o su dedi. Bu tariften anladığımla çok sıcak bakmadım bardağa ama bu yaşıma kadar önüme gelen her şeyi denemiştim, bunu da denemeden bırakmayacaktım. Tadı oldukça keskin ve tuzlu, balık kokuyor ama tam da değil. Gene de sıcak sıcak, vitaminlidir diye de düşünüp, çorba niyetine içmeye çalıştım. Bu arada o çorba dışında tüm yemeğimi silip, süpürdüm. Ki çok sevinmiştim. Hem doğru düzgün yemek yiyebildiğime günler sonra, hem de böyle bir ortamda böyle hayal ettiğim gibi bir yemek yiyebildiğime. Açlıkla yemeğimi yerken bir yandan anlamadığım haberleri izledim merakla, restauranttaki diğerleriyle. Kızlar benden önce kalktı, en son ben kalmıştım içeride. Halmeoni'yle birbirimize bol bol gülümseyerek vedalaştık. (Burada yediğim şeyin ismine ingilizce menüde stir-fried rice cake yazmışlar sanki ama tam okuyamadım, 5000 wondu)


Avmden çıkmadan hemen önce orta bir alanda BTS'in Dynamite lego setinden yapılmış bir yere de rastladım bu arada. Aslında resturanta giderken de aynı yerden geçmiştim ama o açlıkla görmemiştim demek ki. Akşam olmuştu, karnım doymuştu, sabah kahvaltım çok güzeldi, sokaklarda öyle avare dolaşmıştım. Hava aşırı soğumuştu, avmden çıkıp, Teheran-ro üzerinde yürümeye başladım. Aslında COEX içerisinde ve etrafında görmek istediğim bir dolu şey vardı, deneyebileceğim etkinlikler, değişik galeriler...Daha vaktim olur dedim, daha önümde günler var, gene gelirim Gangnam'a gündüz gözüyle görürüm dedim. Ağzım açık, etrafımdaki şatafatlı gökdelenlere, zenginlikten bayılan insanlara, parıltılı ışıklara baka baka Samseong metro girişine yürüdüm. Bugün de böyle olsundu.

5 Haziran 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm IV - Gyeongbokgung : Joseon Krallığı'na Zaman Yolculuğu

 Seul'deki ilk günümde birçok duyguyu peş peşe yaşayıp (ilk gün heyecanı, sokaklarda tek başıma kaybolacağım paniği, Namsan'a tırmanmanın yorgunluğu, şehri görmenin büyüleyiciliği, kartlarımın şoku, bankaya ve hayata büyük sinirlenme, öfkenin tepesinden mutsuzluğun dibine vurma, bunalıma düşüp sokaklarda avare dolanma, sonra yeniden şehrin güzelliğini görüp kendine gelme), bir de o kadar yorulunca ikinci gün uyanamadım tabi. Defter üstündeki planıma göre ikinci gün hanbok kiralayıp, önce Gyeongbokgung'a, sonra Changdeokgung'a Jongmyo Shrine'a gidecek, arada Bukchon Hanok Köyü'nde gezecektim. Saraylar açılmadan kapılarında bitecek, ilk ben girecektim.

Gözlerimi zar zor açtığımda 8 buçuğu geçmişti. Üstüme bulduklarımı geçirdim, nasıl olsa hanbok giyeceğim için bunları çıkaracağım diye düşündüm. Saçımı yataktan kalktığım gibi ellemedim, hanbok kiralama yerinde saçımı da yapacaklardı. Odadan fırladığım gibi asansöre bindim, haritama bakınca dedim kesin yetişemeyeceğim. Lobide inip, otel görevlisine doğru koşturdum, nefes nefese bana taksi lazım nereden nasıl binebilirim dedim. Üstü başı dağınık, saçları dağınık, nefes nefese ve terlemiş, sırt çantalı bir kız yarım yamalak ingilizceyle taksi diyor. Görevli çocuk ne gülmüştür içinden. Sevimliydi de ha. Hep böyle denk gelirim zaten.

Daha önceki yazılarda bahsetmiştim ya, otel cahilliğimden, hah işte o sabah da o cahilliği bir kere daha yaşadım. Ben taksi durağı nerede olur nasıl binerim diye sorunca görevli dedi ki bir dakika siz bekleyin hemen çağırıyorum. Gözlerim kocaman açılmış halde bakakaldım. İçimdeki ses devreye girdi, doğru ya a gerizekalı, otellerde sana taksi çağırabilirler. Ben ilerideki koltukta oturdum, beş dakika falan bekledim. Resepsiyonist çocuk beni çağırdı sonra, taksini gelmiş dedi, elime bir kağıt uzattı, üstünde taksinin numarası falan yazıyordu, şuradan bineceksiniz buna dedi. Ben daha da şaşkın baktım çocuğa, aaa diye ağzım açılmış gerçekten mi şimdi taksi hazır mı taksiye mi bineceğim dedim. O da aynı şaşkınlıkla bana baktı, gülümsedi. Sonra neyse ki acele ettiğim aklıma geldi, fırladım.

Taksici 50li yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir amcaydı. Saraya değil de önce hanbok kiralayacağım yere gideceğim için ve orası da ara sokakta bir yer olduğu için gps ten baktı, sonra ben telefonumdan gösterdim, böyle ingilizce konuşmayarak da olsa anlaşarak keyifli bir yolculuk yaptık. 9'u on geçe falan indim taksiden. Beni özellikle kiralama yerinin tam girişinde bırakmaya çabalamıştı taksici amca ama ben o kadar panik içinde salağım ki görmedim bile. Taksiden inip, bir de on dakika bir güzel gideceğim yeri aradım. Aynı binanın bir o köşesinden saptım, bir bu köşesinden. Bu arada taksi 3,31 km için 7400 won tuttu. Kartım geçmedi, cihazda denedik baya, sonra bunu da nakit ödedim.

Hanbok kiralamak için gitmeden önce internetten baya bir araştırıp, birçok yerin web sitesine bakmıştım. Sarayların etrafındaki alanda yer alıyor genelde kiralama yerleri. Hanbok ne bilmeyenler için söyleyeyim, geleneksel Kore kıyafeti. Seul'deki saraylara bu kıyafeti giyip, giderseniz bilet almadan direkt içeri girebiliyorsunuz. Hem kültürü tanıtma açısından hem de aslında maddi açıdan çok mantıklı bir uygulama bulmuşlar. Saraylara giriş ücreti normalde ortalama 3000 won civarında iken bu kıyafeti kiralamaya daha çok para ödüyorsunuz aslında. Ben araştırdığım yerler arasında hem konumu ile gezeceğim ilk saraya daha kolay giderim diye, hem de uygulamasını ve kıyafet çeşitlerini beğendiğim için "Hanbok Girls"e gitmeye karar vermiştim. Gyeongbokgung'un girişinin hemen sol tarafında, Jahamun-ro 2 gil'de yer alıyor. Girişin bir kat üstünde. Web sitesi-->Hanbok Girls. Burada kredi kartım geçti bu arada, çok mutlu oldum çünkü giysime tüm gün kiralama için 48000 won, saçımın yapılması için de 4800 won ödemiştim. Ben apar topar içeri daldığımda bir baktım, hemen önümde sol tarafta aynaların önünde oturmuş kızların saçlarını süslüyorlar. Sağ taraftan itibaren tüm alanı asılmış kıyafetler kaplıyor. Kıyafet denizini geçip, en sona ulaştığınızda da bu sefer giyinme kabinleri var. Giyinme kabinlerinin yanında tuvalet, onun yanında da bir minik odada eşya kilitleme dolapları var. İçeri ışık hızıyla dalıp, önce bir yuvarlak çizdim, sonra burası bu saatte nasıl kalabalık olabilir ne oluyor diye hayıflanırken saç yapan kıza ben ne yapmalıyım gibisinden baktım. Fark ettim ki Korelilerle yüz ifadelerimle anlaşabiliyorum. Etekliğimi seçmemi söyledi. Hanbok temelde bir etek ve bir üst kısımdan oluşuyor kadınlar için. Erkekler için üst kısım ve pantolon kısmından. Diğer kiralama yerlerinde nasıldır bilemiyorum ama benim gittiğim yerde etek kısmını seçiyorsunuz, ona uygun üstü onlar bulup, veriyor (tabiki beğenmezseniz o kısmı da kendiniz bulabilirsiniz aslında). Sıra sıra etekler arasında dolaşmaya başladım şöyle bir ama saraya çok kaldım telaşı da içinde olduğumdan kendimi vererek, hayal ettiğim gibi uzun uzun inceleyerek bakamadım. Döndüm dolaştım, mekana ilk girdiğimde bir yuvarlak çizdim demiştim ya, o sırada gözüme ilk takılan eteğin başına geri geldim. Bu arada şunu demeliyim etekler dizaynlarına göre fiyatlandırılmışlar. Ben ne seçtiğime pek dikkat etmeden, o ilk vurulduğumu aldım elime. Alışverişe gittiğimde de böyle oluyor, ilk ne görürsem ona takılıyorum, öyle uzun uzun alışveriş yapamıyorum. Hangi dizayn çeşidine giriyordu bilmiyorum, elimde etekle kıza geri gidince kız dedi ki deneme kabinine gidebilirsin. Kabinlerin orada ahjummalar vardı, onlar giydiriyor. Eteğimi aldı, kabine astı, dolap anahtarı verdi, eşyalarını bırak dedi. Eşyalarımı bırakıp kabine geri gelince yine aynı ahjumma üstünü çıkar ben geliyorum dedi. Kabine girdim, tişörtümü çıkardım, pantolonuma yöneliyordum ki teyze geri geldi, Yok yok o dursun dedi (ben böyle dedi falan diyorum ama karşımdakilerin korece konuşmasını benim de onlara ifadelerimle cevap verip anlaştığımız diyalogları kastediyorum yani), kabinin perdesinin içine yarı yarıya girdi, kocaman bir tarlatanı üstüme geçirmeye başladı. Hayatım boyunca o şeyden giyeceğimi hiç düşünmemiştim. Sonra seçtiğim eteği geçirdi. En son da eteğime uygun seçip getirdiği üst kısmı giydirdi. Kabinden çıkınca diğer kızlarla birlikte saç yapım sırasına girdim ama kendimi o kadar değişik, o kadar mutlu hissediyordum ki. Mutlu mesut ve kimseyi sallamadan, dünyayı zerre umursamadan ingilizce muhabbet eden bir grup kız vardı ki böylelikle hemen amerikalı olduklarını anladım. Aynaya bakmamıştım daha, benim dışımdaki kızların giysilerine bakıp bakıp aaa çok güzel olmuşsun diye her gördüğüme iltifat etmekle meşguldüm. Saçlarınızı nasıl yaptıracağınıza göre de fiyatlar çeşitleniyor, aynanın etrafındaki resimlerden seçebiliyorsunuz. Aksesuarlar arasından da yine bu şekilde seçim yapabiliyorsunuz. Ben dizilerde sıklıkla gördüğüm, tam daha orta Joseon dönemi gibi düşündüğüm arkadan tek örgü şeklindeki stili istedim. Saçınız bitince yan taraftaki asılı çantalar arasından kendinize çanta seçebiliyorsunuz, çantamı seçmem biraz uzun sürdü, karar veremedim. En son da kasada ödemeyi yapıyorsunuz. Ödemeyi yaparken bir çocuğun elinde kılıç gördüm, görevli kıza kılıç var mı ben de istiyorum dedim. Kılıç yerine baktı, kalmamış dedi. Sonra dedi ki saat 10'a geliyor, nöbetçi değişim törenine yetişmek istiyorsan acele et. Bunu tamamen unutmuştum, kızdan kartımı fişimi alıp, dükkandan nasıl fırladığımı hatırlamıyorum. Hanbok Girls'ten Gwanghwamun'a (ana giriş kapısı) kadar saray duvarlarının dibinde etekliğimi tutarak koşmaya başladım. Aceleden bir türlü aynada kendime doğru düzgün bakamamıştım, nasıl göründüğüm hakkında bir fikrim yoktu henüz. Koştururken karşıdan gelen insanlar bana gülümsemeye başladı, bir teyze çok güzel olmuşsun diye seslendi peşimden, dönüp teşekkür ettim, koşmaya devam ettim. Ama bir yandan da şaşkındım, benim gibi hanbok giymiş kızların, grupların yanından geçiyordum, bana niye böyle demişlerdi?

Tüm haşmetiyle Gwanghwamun - ama içeriden

Gwanghwamun'dan içeri yıldırım gibi daldım, tören çoktan başlamıştı. Gwanghwamun ile Heungryemun arasındaki avluda ipler çekmişlerdi, insanlar o iplerin gerisinde kalabalık bir şekil oluşturmuş izliyordu. Ortada kalan boş alana davul sesleriyle birlikte Joseon dönemi kıyafetleri içinde saray muhafızları gelmeye başladı. Koşup, bir boşluk aradım, insanların kafaları üzerinden hemen videoya almaya başladım. Yaklaşık 20 dakika sürdü tören, bu alandaki muhafızların değişimi töreni günde iki kez bir saat 10'da bir de 14'te yapılıyor. Ben 10'dakine yetişmek için koştum yani. Saat 11'de ve 13'te ise Gwanghwamun'u koruma töreni gibi bir isme sahip bir tören daha yapılıyor, o da 10 dakika falan sürüyor. Hyeopsaengmun'un hemen dışında ise saray muhafızlarının eğitimi gibi bir tören yapılıyor 09:35 ve 13:35'te. Bu "mun" ile biten isimlerin hepsi saray kapılarını ifade ediyor bu arada. Gwanghwa kapısı gibi düşünün yani. Bu arada o kalabalıkta muhafızları izlerken ister istemez bir şeyleri fark ettim. Bir boşluk bulup, izlemeye çalıştım dedim ya, kolayca buldum mesela. Benim de görmeye çalıştığımı fark edince insanlar açıldı, kimse kimsenin önüne atlamaya, önünü kapatmaya çalışmıyordu. Kimse öne atlamaya çalışmadı, en önde ben olacağım diye yırtınmadı. Kimse kimseyi itmedi, rahatsız etmedi. Dünyanın pek çok yerinden gelmiş, çok farklı yaşlardaki pek çok insan, orada o toprak alanda çekilmiş iplerin gerisinde hep beraber aynı etkilenmişlikle, aynı keyifle, birbirimize tamamen saygı göstererek dikildik, töreni izledik. Bu kadar küçük şeyler o kadar büyük ve önemli geliyor ki bu yaşamak zorunda kaldığım b.k çukuru ülkeden sonra. Çocukluğumdan beri bana hep özenti seni, yabancı özentisi, ülkesini sevmeyen olur mu ne biçim insansın, nasıl hainsin diyen o kadar çok insanla karşılaştım ki. Anlatamadım bir türlü, o kadar körü körüne bağlılar ki var olmayan bir şeye. Bir töreni izlerken kimsenin üstüme çıkmamasının, insanların birbirine küfrederek birbirine girmemesinin, insan gibi bir şeylerin keyfini çıkarabilmenin nasıl bir his olduğunu bilmeyen, bilmek istemeyen, bu hayvanlıkla doğup büyüyüp, bunda bir sorun görmeyen insanlardan oluşuyor bu ülke. O yüzden nefret ediyorum işte, o yüzden özeniyorum her gördüğüm ülkeye. Neyse, o gün orada hissettiğim o ferah mutluluğa gölge düşürmeyeceğim. Bu tören 1996'dan itibaren bu şekilde yeniden canlandırma şeklinde yapılmaya başlanmış. Sarayın kapalı olduğu Salı günleri dışında her gün yapılıyor. İlk davul sesleriyle birlikte kapıdaki görevi devralacak birim, kapıya doğru yürüyor. İkinci davul sesleriyle askerler kapının dışına doğru gidiyor. Görevi biten muhafızların şefi, devralacak muhafız şefi ile kimlik tahtalarını karşılaştırıyor, birbirlerini kontrol etmiş oluyorlar. Ardından görevi biten askerlerin şefi askerlere talimat veriyor, o birim kapıdan içeri geçiyor. Üçüncü davul sesleriyle birlikte şef, askerlerine kapı bölgesini terk etmelerini söylüyor. 

Muhafız töreni bitince kalabalık yavaşça dağılmaya başladı. Hanbok giydiğim için bedava gireceğimi biliyordum ama yine de elimde bir bilet olması gerek diye düşünmüştüm. Bu yüzden bilet gişelerine yöneldim. O sırada insanlar bana bakmaya devam ediyordu, kesin koşturmaktan saçımı başımı bir şeylerimi dağıttım allahım bir yerimde bir şeyler var herhalde sümüğüm mü görünüyor diye panik içinde başımı önüme eğerek yürüyordum. Bir çift yanaştı, fotoğraf çekebilir miyiz çok güzel olmuşsun dedi. Tabi çekebilirim dedim, kadına doğru yöneldim, elinden telefonu alacaktım. Ama baktım kadın çekmek için pozisyon alıyor, adam da yanımda dikilmeye çalışıyor. İngilizcemde kesin sorun var diye düşündüm bir an, daha da kötüsü bu insanlar böbreklerimi çalmak istiyor olabilir miydi, bunca insan arasında en mal ben görünüyor olmalıydım kesin beni dolandıracaklardı. O an aklımdan geçen onca düşüncenin suçlusu da Türkiye'de yaşamak, farkındasınız değil mi? Neyse. Tiplerinden Güney Asyalı'ymışlar gibi görünüyorlardı (ırkçılık değildir bu değil mi sadece genel geçer insan görüntülerine göre konuşuyorum). Çok tatlılardı, gülümsüyorlardı, ben de gülümsedim ama bir yandan kesin beni kesecekler diye düşünüyordum. Benimle neden fotoğraf çekilmek istesinlerdi ki? Adamla birlikte dikilip, kameraya poz verdim. Bana çok teşekkür edip, gittiler. O fotoğrafta az sonra kaçırılacakmışım gibi şok içinde baktığıma eminim, artık ne düşündüler bakınca kim bilir. Hayır sonradan aklım açılıyor, ben de deseydim ya ben de sizinle çekilebilir miyim, nereden geldiniz, napıyorsunuz falan muhabbet etsene. Ama işte dedim ya, tamamen durumun şoku içindeydim. Hayatım boyunca görmediğim bir deneyimle yüz yüze gelmiştim. Bazı insanlar için ya da ne bileyim diğer ülkelerde yaşayan insanlar için çok normal olabilecek şeyler benim gibiler için o kadar yabancı şeyler oluyor ki.

O şokun ardından bir o yana bir bu yana adımlar attım. Kendi etrafımda daireler çizdikten sonra bilet gişesine gittim, insanlar sıraya girmeye başlamıştı, ben de girdim. Beklemeye başlayacaktım ki bir görevli bilet almanıza gerek direkt girebilirsiniz dedi. Bilet gişesinin yanındaki audioguide gişesinden haritamı ve kulaklıklı cihazı aldım, gişedeki görevli nasıl yapılacağını anlattı. Sonra emin adımlarla sarayın bir iç kapısına, Heungryemun'a yöneldim. Bilet kontrolü bu kapının girişinde yapılıyor, hanboklu iseniz şuradan geçebilirsiniz diye yönlendiriyorlar.

Gyeongbokgung, parlaklık ve talih sarayı demek kelime anlamı ile. 1392 yılında Joseon Hanedanlığı kurulduktan 3 yıl sonra bu saray yapılmış. Başkent ilk zamanlarda şu an Kuzey Kore sınırları içinde olan Gaesong'muş, Joseon Hanedanlığı ile birlikte Seul'e taşınmış, o zamanlarki adı Hanyang'mış şehrin. Bugaksan'ı (bugak dağı) arkasına alan bir alanda 415 bin metrekarelik bir alanı kaplıyor saray. 1592-98 arasındaki Japon işgalleri sırasında tüm saraylar yakılıp yıkılırken Gyeongbokgung da 1592'de kocaman bir yangınla yok olmuş. İşgal bitince Changdeokgung yeniden inşa edilmiş ve saray ahalisi oraya taşınmış. 1867'de veliaht prensin emriyle yeniden inşa edilene kadar Gyeongbokgung atıl durumda kalmış. 1905'te Eulsa Anlaşması ile Kore'nin, Japon himayesine girmesi ve 1910'da da Japonya'nın Kore'yi resmen işgal etmesiyle birlikte sarayın büyük kısmı yıkılmış ve tam önündeki kısma Japon sömürge yönetimi binaları inşa edilmiş. 1990'dan beri sarayın yeniden ortaya çıkarılıp, inşa edilmesi ve korunması çalışmaları devam ediyor. Ben gittiğimde de Gwanghwamun'un önündeki alan tamamen kazı yapılıyor haldeydi mesela. Önce 16.yy.daki Japon işgaliyle, sonra 1900lerin başındaki Japon işgaliyle, ardından 1950lerdeki Kore Savaşı ile pek çok kez yakılıp, yıkılan, neredeyse temeli bile zor buluna tüm bu yapıları bu kadar güzel, bu kadar özenle yeniden yapmışlar ki, gezerken bir yandan hem içim acıdı, hem de takdir ettim. (Gyeongbokgung web sitesi-->burada)


Kore saraylarının genel yapısı, bir ana kapıdan girdikten sonra orta bir avlu, başka bir kapı yapısı, o da diğer bir avluya açılıyor gibi devam ediyor. Kapı yapılarıyla birbirinden ayrılan alanlarda genelde tek katlı (bazen de iki katlı) binalar yer alıyor yan yana. Ben haritada gördüğünüz 1-4-5-6 kısımlarını gezdim önce. 5'e gelene kadar büyük bir hevesle ve azimle geziyordum, her gördüğüm binaya merakla bakıyordum ama 5'e geldiğimde artık bir bıkkınlık oluşmaya başlamıştı. Çünkü önceki gün doğru düzgün hiçbir şey yememiştim, sabahtan beri tek lokma ağzıma atmamıştım ve yataktan fırladığımdan beri koşturuyordum. Ayrıca o gün şansıma hava güzeldi ama güneş beynimi yakmaya başlamıştı. İlk kısımlarda çok kalabalıktı saray. Henüz sosyal fobim ile başa çıkmaya çalışıyordum, binaları çektim usul usul çoğunlukla. Sonra sonra baktım insanlara, onlar yapıyor, ben de yapabilirim dedim ve tripodumu bulduğum yerlere koyup, kendimi çekmeye başladım yapılarla. Sonra insanlar azalmaya başladı. Hatta dolaştıkça tamamen boş yerlere denk gelmeye başladım. O anlarda işte resmen zaman yolculuğu yapmışım gibiydi. Üstümde hanbok, etrafta kimse yok, sesler uzak, ağaçlar hışırdıyor, toprak zemin ayaklarımın altında. Etekliğimi kaldırarak merdivenlerden çıkıp, iniyordum. Binaların içine giremiyordum ama olsun. Odaların önünde oturulabilen minik uzantılar oluyor, oralara oturup, uzun dakikalar boyunca düşündüm. Mutluydum. Hayatımda belki de ilk defa, uzun yıllar sonra ilk defa mutlu hissediyordum. Mutlu ve güzel. Bu o kadar tuhaf ve o kadar yabancıydı ki. 14 yaşımdan beri ilk defa güzel hissediyordum. Bunun için neredeyse 17.yy. tarzı bir elbise giymem gerekmişti ama olsun. Güzeldim. Bunun neden ve ne kadar önemli olduğunu size anlatabilmem mümkün değil. Ben 14 yaşımdan sonra bir daha kendimi ne güzel, ne de zerre akıllı hissedemedim. O noktadan sonra böyle yıllar içinde adım adım gökyüzünden düştüm gibi hissettim. Her bir adımla birlikte kendimden, kendim olduğumu sandığım kişiden bir şeyler kaybederek yaşadım. Zekamı, güzelliğimi, kendime güvenimi, akıl sağlığımı, beden sağlığımı kaybede kaybede sonunda dibe vurup, tamamen kayboldum. Her şeyi, kendimi yeniden inşa ederken o gün orada, bir zaman yolculuğuyla kendimi yeniden, ilk defa mutlu, bir bütün gibi hissettim.

Heungryemun'un önünde ben

Gyeongbokgung'a Gwanghwamun'dan girdim, muhafız töreninin yapıldığı geniş avludan ilerleyip, Heungryemun'a geldim. Bu kapıdan da geçince girdiğim avluda Kore saraylarının mimari özelliklerinden biri olan yapıyla karşılaşmış oldum ama bunu Changdeokgung'da öğrenecektim. Gyeongbokgung'da dikkatimi çekmemişti. Şöyle ki, her saraya girişte önce bir nehir üzerinden geçen bir köprüden geçiliyor ki arınarak saraya, kutsal bir yere girilmiş oluyor. Gyeongbokgung'da da bu ikinci avluda bu şekilde bir köprü yer alıyor. Ardından Geunjeongmun (bir başka kapı)dan geçtim ve sarayın aslında ana yapısı olan Geunjeongjeon'a ulaşmış oldum. Burası sarayın ana taht odası, kelime anlamı çalışkan/gayretli yönetim. Taç giyme törenleri, kabine toplantıları, elçilerin kabul edilmesi gibi devlet işlerinin yapıldığı yer burası olduğundan en görkemli yapı da burası. (Bu arada kelimelerin sonlarındaki parçalara dikkatinizi çekmek istiyorum bir kere daha: "Mun" kapı demek, "Gung" saray ve "Jeon" da salon anlamında.)

Geunjeongmun

O aşamada ileri doğru ilerlemek yerine bir de yana doğru bir geçit var, orada ne varmış diyerek sola girdim. Sujeongjeon'a çıkmış oldum. 1867'de yeniden inşa edildikten sonra ayakta kalan tek saray yapısı burası. 1867'deki inşasından önce aynı alanda yer alan Jiphyeonjeon, meşhur kral Sejong'un şimdiki Kore alfabesini icat ettiği yer.

Sajeongjeon kısmına giriyoruz

Geri gelip, büyük taht salonunun olduğu yere çıktım. Buranın hemen arkasında Sajeongjeon yer alıyordu. Burası Joseon yöneticilerinin ana meclis salonu olmasının yanı sıra günlük görevlerini yerine getirdikleri yer. Joseon hükümdarları, en yüksek rütbeli memurlarıyla günlük sabah toplantılarını ve devlet meseleleri üzerine oturumlarını bu salonda yapmışlar. Burası aynı zamanda sarayın gezerken artık kalabalıkların azalmaya başladığı noktaydı.

Gangnyeongjeon ve Gyotaejeon bölümlerinden

Gangnyeongjeon ve Gyotaejeon bölümlerinden

Buradan ilerleyince Gangyeongjeon'a gelmiş oldum. İşte bu kısımlar tam böyle sakince, çok diğer insanlarla artık karşılaşmadan gezebileceğiniz kısımlar. Kralın özel daireleri, yaşam alanı, yatıp uyuduğu, devlet işleri dışında günlük aktivitelerini yaptığı yer.

Bu kısmın hemen arkasında ise kraliçenin özel yaşam alanlarının yer alması çok normaldi. Bu kısmın ismi Gyotaejeon, kraliçenin saray işlerini ve sarayda yaşayan kadınlarla ilgili meseleleri idare ettiği yer burası. Bu noktada hemen hemen kimseciklere rastlamıyorsunuz. Çünkü bu kısmın arkasından başlayarak sağ taraftaki saray mutfakları kısmı da dahil olmak üzere restorasyon çalışması altındaydı. Giriş yasaktı, Gyotaejeon yapısının hemen arkasında yer alan Amisan bahçelerinin o güzelim çiçekli teraslarının yalnızca az bir kısmını ve bahçedeki bacaları görebiliyordum. Baca deyip geçmeyin, üstlerinde çok güzel süslemeler var. Burada dolaşırken iki kadınla karşılaştım, fotoğraflarını çekmemi istediler. Saraya girerkenki şaşkınlığımı atabilmiş olduğumdan (bir de bunlar benim fotoğrafımı değil, kendilerini çekmek istediklerinden) nereli olduklarını falan sorup, muhabbet edebildim. Singapurlularmış.

Cafe Layered'daki kahvaltı+öğle yemeğim :)

İşte Cafe Layered Bukchon - şu kalabalığı görüp de vazgeçmedim ya, kendimi takdir ediyorum

Saat 11:45'e geldiğinde artık tükenmiştim. Yalnızca 2 saattir geziyordum ama bana sanki artık 10 saat olmuş gibi geliyordu açlıktan. Bir de tarlatanla tuvalete gitmenin zorluğu beni strese sokuyordu. Dedim ki nasıl olsa hanboklayım, çıksam da geri yine bedava girebilirim (ah bu türk olmak, her an her durumda parayı düşünmek). Yan taraftaki kapıyı bilmiyorum ya, gerisingeri girdiğim Gwanghwamun'a yürüdüm. Oysa Geonchunmun'un yakınındaydım, hemen çıksam kolayca Bukchon Hanok Köyü'nün olduğu bölgeye denk gelip, oradaki bir dolu kafe restauranta rastlayabilirdim. İnsan her şeyi sonradan öğreniyor. Gwanghwamun'dan geri çıkıp, kendimi karşıdan karşıya geçmek için bekleyen kalabalığın içinde buldum. Karşıya geçip, Yulgok-ro boyunca yürümeye başladım. Önce acayip utanıyordum, üstümde hanbokla sarayın dışında, sokaklarda yürümek ayıpmış gibi. Ahh çünkü sosyal fobi...Yürüdükçe alıştım, içimden I must not fear, fear is the mind killer diye tekrarlaya tekrarlaya yürüyordum. Zaten Anguk tarafına yaklaşıkça baktım oralarda da benim gibilere denk geliyorum. İyice kendime güvenim arttı, haritamda işaretlediğim kafelerden birine doğru yöneldim. Bir cumartesi öğlesinde, bu turistik ve kafelerle dolu bölge tabiki aşırı kalabalıktı. Cafe Layered'ın Boukchon şubesini 30 kere önünden geçip, anlayamayıp sonunda buldum. İçeri daldım, her yer dolu. Ama hanbok giymişim, sokaklarda yürümüşüm, tripodla kalabalıklar arasında kendimi bile çekmişim, vazgeçmeyeceğim. Sosyal güvenimin zirvesindeydim, içeride ilerledim, tüm o keklere pastalara çöreklere baktım, inceledim. Bir yandan da sistemi çözmeye çalışıyorum, kendimin üç katı genişliğindeki etekliğimle insanların arasında yol almaya çalışıyorum. Gençler arkadaşlarıyla gelmiş, turist sayısı yok denecek kadar, genelde koreli gençler arkadaşlarıyla buluşmaya gelmiş. Büyük ana caddenin aksine buradaki tek hanbok giymiş, tek turist benim. Elim ayağım titremeye başlamadan kendime gaz verip durdum. Yaparsın dedim, hadi be koçum dedim, kaplansın sen dedim (öyle ya çin burcum kaplan sonuçta yalan da değil). Baktım şu taraftan bir tepsi alıyoruz, oradan tabak, sonra pastaların böreklerin arasından istediğimizi seçip, kasaya ilerliyoruz. Kasanın orada çatal bıçak var. Çalışanlar hep genç, güzel. Kasadaki çocukla yüz yüze geldim, allahım bu da kdramadan fırlamış gibi, pek yakışıklı. Ama ben bir yandan kasanın önündeki peçetelikten peçete alıp alıp yüzümü boynumu siliyorum, ter fışkırıyor. İçerisi aşırı gürültülü, hiçbir şey duyamıyorum. Çocuk aldıklarımın fiyatını söyledi, içecek aldınız mı falan dedi. Anlayamadım ki. 3 kere tekrarlattım. Yakışıklı çocukları kendimden nefret ettirmeye azmettirmişim gibi. Sonunda kahveyi söyleyebildim, bir pasta, bir de scone benzeri bir şey aldım tuzlu olduğunu umarak. Orada da kredi kartım geçmedi, nakit ödedim ama oranın fişini kaybetmişim nasıl olduysa. Ne kadar ödediğimi bilemiyorum o yüzden. (Cafe Layered'ın Instagramı-->şurada)

Fotoğraf LadyIronChef'ten.
Ben buradaki Dark Choco Sound
olan kahveyi aldım

Cafe Layered'ın minik taburelerinde o kocaman etekliğimle oturmaya çalıştım. Seçtiğim pasta güzeldi ama scone gibi olan şey beklediğimin aksine tuzlu değildi. Midem zaten henüz kendine gelmemişti yolculuk sonrası. Sırf tereyağı yiyormuşum gibiydi. Onu yarım bıraktım mecburen. Kahvesi yalnız hakikaten güzeldi. Bu söyleyeceğim size biraz şımarıkça ya da ne bileyim saçma gelebilir ama pek çok ülkede içtiğim sade kahvelerin tadı gerçekten güzel geldi şimdiye kadar. En gözden uzak sokak arasındaki bir kahveciye girip, öylesine aldığım bir kahvenin bile lezzetini yıllar geçse de hatırlıyorum mesela. Oysa Türkiye'de yalnızca bir kere, bir çikolatacının kahvesini içilebilir bulmuştum ki ona da sonra aynı hevesle ikinci kere gidince, ilk seferindeki lezzetin tamamen tesadüf olduğunu gördüm. Bunca yıldan ve bunca ülkeden sonra artık eminim ki Türkiye'de ya kahve yapmayı gerçekten bilen bir allahın kulu yok ya da hakikaten aşırı kötü kahveler geliyor bu ülkeye hep.

Kafeden saat 1 gibi kalkıp, geri saraya doğru aynı büyük cadde üstünden yürümeye başladım. Gördüğüm bir GS25'e (hani bahsetmiştim ya convenience storelardan biri) girip, şu meşhur muzlu sütten aldım. Hani dizilerde filmlerde, sevdiğimiz idollerin elinde gördük ya bunca yıldır, hah işte ondan. Bir de yolumun üstünde kocaman Woori Bank binası vardı, bulmuşken kaçırmayayım dedim, oradan da para çekmeyi denedim (bu da başarılıydı). Saraya bu sefer, yukarıda dedim ya keşke oradan çıksaymışım dediğim taraftan, Geonchunmun'dan girdim. Tam da yine yukarıda bahsettiğim, saray muhafızlarının eğitim törenine denk gelmişim ama tuvalete gitmek zorunda olduğumdan doğru dürüst yakalayamadım. O tartlatanla tuvalete gitmek gerçekten bir kabus.


Gyeonghoeru

National Folk Museum of Korea da bu tarafta, güya onu da gezecektim aklımdaki planda. Saat ikiye gelmişken ben daha Gyeongbokgung'u bitirememiştim. Bu ikinci girişimde bu sefer bahçeli kısımları, haritada gördüğünüz 3 ve 12 numaralı kısımları gezdim. 3'te Gyeonghoeru Pavilion'u var, böyle ağaçların arasında bir göl, gölün ortasında bir kameriye. Kalabalık turist topluluklarını görmezden gelebilirseniz aslında çok huzurlu, çok şahane bir ortam. Hakikaten burada yaşamanın güzelliğini hayal edebiliyor insan (bu arada saraydan bahsetmeye başladığımdan beri her bir binadan, tarihinden, olaylardan bahsetmemek için kendimi çok zor tutuyorum, yoksa yazı 3 ay sürecek). Bu gölün etrafında azcık yürüdüm, sonra oturup sütümü içtim. Güneşli hava aslında çok güzeldi ama yorgunluktan ve kafama güneş geçiyor olmasından ötürü söylenmeye başlamıştım. Son bir çabayla kendimi kaldırıp, 12 numaralı bölüme doğru yürüdüm. Öğleden sonra artık herkes benim gibi kendini bir yerlere atmış oturuyordu. Çimenlerde, banklarda, orada burada. Bu bölümde kralın kütüphanesi var, Taewonjeon. Gerçekten de içinde oturup, okunabilecek kitaplar raflarda duruyor. İçeriye girilebilen tek bina da bu sanırım sarayda. Girişte ayakkabıların çıkarıldığını gördüğümde beni yine aldı bir Türklük, cami önü gerginliğime ulaştım, ulan 72 milletten insan var, alır giderler ya ayakkabıları diye. Girişte öylece dikilip, yere bırakılmış ayakkabılara, raflara konmuş şemsiyelere baktım. Kimse ellemiyordu, kimse sallamıyordu. Bizde olsa elinden çekip alırlardı, burada herkes çok rahattı. Korka korka ayakkabılarımı çıkarıp, kütüphaneye girdim.

İşte Jibokjae - kütüphane

Kütüphanenin tavanı

Kütüphaneden çıktıktan sonra artık sadece öylesine yürüyor gibiydim sarayın içinde. Baktım, o dizilerde hani çatıda terasta bahçede falan böyle alçak bir dikdörtgen ya da kare yükselti olur ya tahtadan, kahramanlarımızın onun üstünde bağdaş kurup, oturur yemek yer, bazen uzanır yıldızları seyreder, hah işte ondan var bahçenin içinde. Dosdoğru gittim, kendimi üstüne attım sırt üstü. Tabi tarlatan da havaya fırladı, kafam aşağıda tarlatan yukarıda yatar halde buldum kendimi. Etraftakiler bana baktı, ben ayağa fırladım. Vazgeçip, oturmaya çalıştım ama. Bu arada bilmeden de olsa o gün tam olarak hanbok için giyilebilecek en iyi giysileri seçmişim. Altımda beyaz, bileğimi örtmeyen pantolonum vardı, eteğin altından hem görünmüyordu hem de korumuş oluyordu bacaklarımı. Beyaz sneakerlarımı giymiştim, hanbokun altına olabilecek en normal görünüm buydu.

Saat 3'ten sonra artık diğer turistlerin hepsi gibi baygınlık geçirmek üzereydim. Onlar oturuyordu bahçelerde ama benim sorunum tuvaletimin gelmesiydi. Tuvalete gidemiyordum etekle. Terlemiştim, çok yorulmuştum. Dudağımı bükerek, sonsuza kadar bu sarayda yaşamak istemekle gidip yatma isteği arasında bocalayarak saraydan çıktım. Hanbok Girls'e geri dönüp, hanboku teslim ettim. Hem çok terlediğim için rahatlamıştım, hem de hiç çıkarmak istemiyordum. Bir dahakine kesinlikle uzun uzun bakıp, seçip, sonra da akşama kadar üstümden çıkarmamaya karar verdim. Bunda da tüm gündü planım, öyle kiralamıştım ama yalnızca 4-5 saat kadar giyebildim.

Saat 4'e gelmek üzere olduğundan planladığım gibi diğer saraylara ya da shrine'a gidemezdim. Bukchon Hanok Köyü'nde de yürümeyi gözüm yemiyordu. Zaten öğlende yediğim bir dilim pastadan ve kahveden başka tüm gün bir şey girmeyince mideme, yemek yemeye gitmeliydim. Ama kendimde bir restaurant bulup, gidecek uğraşacak enerjiyi bulmaya çalışıyordum. Kendimi zorlayıp, metroya bindim, Myeongdong'a gittim. En azından orada çok fazla aramadan bir yerlerle karşılaşabilirdim. Ama Myeongdong'a geldiğimde tüm o sokak yemekleri standlarıyla karşılaşınca dedim tamam. Bu, bu deneyimi edinmem için bir işaret. Daldım aralarına, önce büyük bir açlıkla teriyaki soslu tavuk şişinden aldım. Artık çok mu açtım ondan mı bilemedim, çok lezzetli geldi. Tabi gazı alınca devam ettim, her şeyi yerim ben böyle diyerek. Şişe geçirilmiş peynirler vardı bu sefer, aklımda tuzlu tuzlu erimiş kaşar var. Ama adam vermeden hemen önce üstüne bir sos dökmesin mi, böyle açık beyaz, şeffafımsı. Tatlıymış o sos, bir de peynir de tuzsuzmuş zaten. Sırf para verdim diye zorladım kendimi ama kusacaktım, sonra atacak yer aradım. Zaten buradaki bu tezgahların en büyük sorunu bu, aldığınız şeyi kalabalığın içinde birine geçirmeden yemeye çalışmak ve sonra çöpünüzü atacak çöp bulabilmek. Peynirle birlikte iştahım kaçtı, midem zaten pamuk ipliğine bağlıydı. Tezgahlar arasında her şeye sulanarak ama bir türlü cesaret edip alamayarak dolandım. Sonunda cesaretimi toplayıp, mochi aldım. En merak ettiğim yiyeceklerden biriydi çünkü internette dolaşırken gördüğünüzde sanki müthiş güzel bir şeymiş gibi geliyor. Şeftalili aldım, çünkü en sevdiğim şey şeftali. İlk ısırıkla birlikte ne kadar saçma olduğunu da anladım. Bu da iştahıma son noktayı vurdu. Eh gene karnımı doyuramadan bir günü noktalıyorum dedim, en azından biraz vitamin girsin bünyeme diye portakal suyu aldım. Hemen tezgahta sıkıyor, poşete koyup, pipet geçirip eline tutuşturuyorlar. O iyiydi işte.

Gitmeden önce bu yemek tezgahlarına bakarken, insanların videolarını izlerken falan hep her şey aşırı lezzetli geliyordu, hep gidersem her şeyi yiyeceğim, her şeyden deneyeceğim diyordum. Gerçekte her şey çok farklı oldu. Hayal ettiklerimin onda birini ancak deneyebildim. Bu arada bu tezgahlarda nakit ödüyorsunuz, fiyatlar 1000 ile 10000 won arasında değişiyor.

Bu hiç de planladığım gibi gitmeyen ikinci günün sonunda da Myeongdong'da şöyle bir dolaşıp, elimdeki yarısı ısırılmış mochiye hüzünlü hüzünlü bakarak otelin yolun tuttum.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...