roma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
roma etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2016 Çarşamba

mutsuz mu gün

Bugün nedense bir mutsuz uyandım. Evet şu an ben de gülüyorum kendime, bu yazdığım cümleyi okuyunca. Ne zaman mutlu oldun ki diyorsunuz haklı olarak. Neyse oralara hiç girmeyelim. Böyle bir enerjisiz, böyle bir bezgin uyandım. Ha tamam normalde de şen şakrak uyanmam da bu böyle gün içine yayılan, evden çıkarken eşofman altımı bile çıkarmak istemediğim bir tür neşesizlikti. Temel yaşamsal fonksiyonları zar zor yerine getirmeye yetecek kadar enerjili olma durumu.
12'de italyanca kursum vardı okulda. Sene başındaki sınavda seviyem, B1 sınıfa başlamamı gerektiriyordu normalde ama B1 sınıfında geçirdiğim iki dersten sonra koşa koşa A2 sınıfına gitmiştim. Şu an devam ettiğim A2 sınıfı. B1'de sınıfın hepsi ispanyol, hoca pamuk gibiydi. A2'de sınıfta ispanyol nüfusu az ama hoca biraz sinir. Gerçi kadının hakkını yemeyeyim, gülüyor, konuşuyor, normal bir hoca aslında. Ama işte, ilk gün bana bir böyle gıcık geldi ya. Sanki böyle benden hazzetmiyormuş hissindeyim. Kendi kendime gelin güvey oluyorum işte, yoksa kadının beni salladığı falan yok. Normal işini yapıyor, italyanca öğretmeye çalışıyor hepimize. İlk derslerde tüm sorulara ben cevap veriyordum, herşeyi ben söylüyordum. Aman yarabbi resmen Hermionelik yapmışım ya sınıfa! Hoca da en sonunda çıldırmıştı, kimseden ses çıkmıyor ya başka, ödevi bir tek o mu yaptı cevabı bir tek o mu biliyor demeye başlamıştı. O yüzden artık çok ses çıkarmıyorum derste. Bırakıyorum çocuklar söylesin. Ama onların da ağzından iki kelime çıkmıyor, ben ne yapayım. Hayır bir de bu seviyeye fazlayım grammer olarak, B1'de bile tüm konuları biliyordum. Ama işte bu kadar gerizekalı olmayıp, bir de doğru düzgün konuşabiliyor olsaydım B1'den arkama bakmadan kaçmamış olurdum. Bu sınıfa fazlayım ama diğerinde de konuşamıyorum ve ispanyolların ispanyolca italyancalarını anlayamıyorum. Öff üstüne bir de tek beceremediğim konu, preposition'larda bugün alman çocuk hepsini doğru yapmıştı, benimse tek doğrum vardı, aşırı sinirim bozuldu.
Akşamüstü evdeyken de mutfak ve banyo duvarındaki nemlenme-kararmaya bakmaya bir adam geldi, tesisatçı gibi. Ev sahibi yolladı haber verip. Bu konu da sinirimi bozuyor şimdi. Duvar su almış herhalde, resmen böyle korku filmi şeytanlı ev duvarı olmuş ama bu da mı bana denk gelir yahu? Bayadır oluyordur belli, eh bir 4-5 ay daha dayanamadın mı ey duvar? Ben gittikten sonra ev sahibinin dikkatini çekeydin de o zaman yaptırmaya karar verseydi. Şimdi bu duvarı yaptıracak Paolo (ev sahibi) ama yine bize gürültü yine bize eziyet. Evde olduğum bir süre içinde olursa hem ses olacak hem de bence büyük ihtimalle suyu kesmek zorunda kalacaklar çünkü duvarın içindeki boruların değişmesi gerekiyor. Eh çoğunlukla da evde olduğumdan, esasında dört kişi şeklinde çoğunlukla evdeyiz. Off.
Ha bu arada güzel haberi vereyim. Gerçi ben henüz hiç güzel birşey yapıyormuşum hissinde değilim ama kısmet. Cuma günü Floransa ve Pisa'ya gidiyoruz. Pazartesi sabah döneceğiz. İlk Roma dışı gezim olacak şimdilik. Biletleri ve kalacak yeri ayarladık ama çok tırsıyorum, özellikle hostel yatakhanesinde kalacak olmaktan. Önceki gece de ilk avrupa gezimiz için tüm herşeyi ayarladık. Buradan uçakla Nuremberg'e geçeceğiz ayın 17'sinde. Orada iki gün, ardından otobüsle Münih'e, orada iki gün, yine otobüsle Viyana'ya gideceğiz. Viyana'da, sıkı durun, THE LUMINEERS konserine bilet aldık! 21'inde umarım şahane geçecek konserden sonra Viyana'yı da bir iki gün gezdikten sonra (ki bundan 8 sene önce bir ağustos ayında görmüştüm ilk defa Viyana'yı gayet eblek bir halde, o yüzden bu sefer herşey planlı olacak) yine otobüsle Bratislava'ya geçeceğiz ve bir günde orayı turladıktan sonra uçakla geri Roma'ya döneceğiz. Şimdilik en ucuza tutturabildiğim güzergah bu oldu, o yüzden böyle saçma bir halde ama en azından bir iki farklı şehir görmek iyi gelebilir. Var  ya hele bir de bu gece şu ocak'ın sonundaki Kaleo konserlerinden birine bilet alabilirsem, değmeyin keyfime.
Tamam Paris'e de gideceğim de, para kalır umarım. Asıl ilk ve tek hedefim Londra-Edinburgh-Dublin yapmaktı ama, heyhat! Buradaki elçilik 100 euro istiyor britanya vizesine. Bir de sterlin mevzusu var tabi. Anlayacağınız ada hayallerim yine uzak baharlara kaldı. Dert ettiğim şeye bak değil mi?
O zaman içten bir The Lumineers şarkısıyla veda edeyim bu gece.

Diocletian Hamamı, Palazzo Altemps ve Crypta Balbi

Sözümü tutuyorum ve her akşam nihayet yatağa oturup, bilgisayarı kucağıma alabildiğimde tüm gün ne yaptığımı anlatıyorum şimdi. Bugün günlerden sonra nihayet birazcık olsun işler yolunda gibi hissedebildim. Bir plan yaptım ve onu sonuna kadar uyguladım bugün.
Diocletian hamamının planı, wikipediadan.
Bir önceki yazıda bahsettiğim müze biletinin tüm etinden suyundan faydalanabilmek için çıktık bugün, o bilette yazan diğer 3 müzeye de gittik. Azimle. Hem de dışarıda yemek parası vermeden. Tamam bir ufak birşey yedik ama o da başka bir güzellik. İlk önce evden Termini'ye geldik (her zamanki gibi, mecburen). Orada Termini'nin hemen yanıbaşında bir dolu kafe-restaurant-yemekçi falan gibi yerler var. Çoğunlukla da göçmenlere ait. "Halal food"lar havada uçuşuyor yani. Neyse, önceki gün bir tanesinden dilim pizza alırken, börek gibi birşeyler dikkatimi çekmişti ve tabi (her hobbit gibi) obur bir hobbit olduğumdan o börek gibi şeylerden de istedim. Bir çeşidi normal böyle "roll" şeklinde, içinde sebzeler varmış. Bir çeşidi üçgen şeklinde, içinde kıyma var. Diğeri de böyle bohça gibi, içinde patates var. O gün kıymalı olandan bir tane alıp bölüşmüştük arkadaşımla. Nasıl olsa kocaman iki dilim pizza aldık, tadına bakmış olalım diye. Ama ne yalan söyleyeyim tadı damağıma yapışmıştı, yedikten sonra böreği düşünmediğim bir anım bile olmadı o derece (Burada gerçekten açlık çekiyorum sevgili kayıp çocuklar, abartmıyorum. Ben normalde böyle aksırana tıksırana, balon gibi şişip kusacak seviyeye gelene kadar yerim. Dolu dolu yerim. Döne döne yerim. Ama burada para kısıtlı olduğundan, hiçbir türlü o kadar bir şeyler alıp yiyemiyorum. Evdeki makarna bile bitecek diye korka korka yiyorum.). Bu yüzden bugün oradan geçerken dedim alalım birer tane, ağzımızı azıcık doldura doldura yiyelim. Ben yine o kıymalı üçgenden aldım, oda arkadaşım da patatesli bohçamsı olandan aldı. Alırken orada çalışan adamla muhabbet ettik baya. Bangladeşliymiş (Roma'daki diğer tüm göçmenler gibi). Bizim Türkiye'den olduğumuzu öğrenince, Ankara'ya gelip, okumuş mu çalışmış mı bir arkadaşının face hesabını açtı gösterdi, ondan bahsetti. O eleman da görseniz face'ini, maşallah yani gitmediği ülke okul staj iş burs kalmamış. Oku oku bitmiyordu hakkında kısmı. Öyle böreklerimiz ısınırken üç beş konuştuk. Bilmem, böyle yüzünde iyi insan ifadesi vardı. Bir de üstüne böreklerin parasını öderken elimde 2 euro vardı, direkt onu uzattım 3 euro tutuyormuş, biz 1 euro daha çıkarırken yok yok bu kadar yeterli diye bir de 1 euro almadı bizden.
Diocletian hamamının oralar, ArcheoRoma'dan.
Ardından, ilk durağımız Terme di Diocleziano'ydu. Diocletian hamamı yani. Diocletian 284'ten 305' roma imparatoru olmuş bir arkadaşımız. Hamam kalıntılarının bir kısmına, frigidarium'unun (soğuk sulu oda yani) içine esasen Santa Maria degli Angeli e dei Martiri (Melekler Azizesi Mary ve Şehitler Bazilikası diye çevirdim ben) inşa edilmiş durumda. Bu bazilikayı haftalar önce gezmiştik, inanılmaz birşey. Michelangelo'nun sihrinin değdiği plan diğer gördüklerimden hiçbirine benzemiyor. Bir yunan haçı şeklinde yazıyordu ama azcık araştırmam lazım anlamak için. Neyse Piazza della Repubblica'nın karşısındaki bu alanda hem bazilika, hem hamam hem de içi dopdolu bir müze var. Ha bir de San Bernardino alla Terme kilisesi var ama onun içini tam hatırlayamıyorum. Müzesinin içinde epigrafi kısmı (muhteşem), protohistorya kısmı (bir mezopotamya ya da anadolu kadar değil elbette, geç bronza dair üç beş birşey) ve mezarlardan çıkan eserler kısımları var. Ayrıca yine heykeller, heykeller...Orta bahçesinde ne güzellikler...Ama sanırım oraya Carthusian manastırı mı deniyordu öyle birşey. Neyse işte, Diocletian hamamın yerleşkesindeki müze bildiğiniz olağanüstüydü.
Oradan çıkıp koşturarak kendimizi otobüse attık ve dosdoğru Palazzo Altemps'e gittik. Var ya...Böyle birşey yok. Buradaki eserler tamam da, yapının kendisi bir üff, bir vaaay, bir delilik. Bu palazzoya öldüm ben. İçi, duvarları, odaları, kapıları, KAPILARI, PENCERELERİ, inanılmaz güzellikte. İçerinin bu muhteşem güzelliğinde bir de 16.-17.yy.daki asil-varlıklı ailelerin eski yunan ve roma heykelleri koleksiyonu var tabi. Altemps koleksiyonu, Boncompagni Ludovisi koleksiyonu, Mattei koleksiyonu, Drago koleksiyonu ve mısır koleksiyonu var. Bu palazzonun olduğu yerde esasında daha öncesinde bir roma dönemi evi varmış, onun üstüne rönesans dönemi yapısı gelmiş. Buranın içinde resmen kaybolduk desem yeridir. Odalar çok karmaşık, koleksiyonlar çok karmaşık, bir de üstüne italyanların hiçbir yere hiçbir türlü tabela yazı koymayalım kafası gelince...Saatlerce döndük durduk heykellerin arasında.
Ve hava kararmaya yakın, koştur koştur Crypta Balbi'ye ulaştık. Plandaki ve elimizdeki biletle girebileceğimiz son müze. Burası roma döneminde şehrin bir kısmını oluşturan bir yer, içerdiği devasa portikodan dolayı da ismi crypta balbi. Tiyatro yapısının sahne kısmının arkasına yaslanan portiko olunca böyle deniyormuş valla içeride öyle yazıyordu. Burası diğerlerin göre müze anlamında daha sönük ama daha  maceralı. Çünkü antik döneme ve ortaçağa ait yapıların içinde küf ve nem kokuları içinde dolaşabiliyorsunuz. Bir de bizim gibi akşamın bir vakti, kimseler yokken dalarsanız, tekinsiz sessizlik ve binyılların ruhu içinde çok daha maceralı olabiliyor. Klostrofobikseniz ama uzak durun, böyle ortaçağ kalesinin zindanları içinde gün ışığı görmeden dolaşmak gibi oluyor, uyarayım. Buranın müze kısmındaki eserler daha geç dönemden, ortaçağa uzanıyor.
Dönüşte otobüste gündüz börek aldığımız Bangladeşli adama rastladık bir de. Selamlaştık önce, sonra arkaya geçmeden önce iki dakika durup bir şaşırdı, nereye otelinize mi dedi. Biz burada yaşıyoruz, öğrenciyiz dedik. Sen bizi doyurdun bugün, allah da seni aç bırakmasın dedim içimden.
Yarın italyanca kursum var öğlende.

31 Ekim 2016 Pazartesi

Vatikan'a girememek, beleşçi sığır avrupalılar, depremler ve yine de pek güzel antik dönem sanatı

Hep oturuyorum bilgisayarın başına (ya da alıyorum kucağıma) diyorum şimdi başlayayım anlatayım ne yapıyorum. Böyle her gece diyorum aslında bunu kendi kendime, hani geldiğimden beri her gece uyumadan önce yapsaymışım süper olurmuş. Ama işte.
Bugün Halloween burada. Her yer tatil, okul yok ders yok. Dışarıda güneş güzel, hava da ılık. Balkon kapısı açık, yeni yıkanmış çamaşırlar balkonda asılı. Haa hava güzel ama ben buz gibiyim yine o ayrı. Sıcak su torbasıyla oturuyorum. Bir türlü ısınamıyorum, evet burada da. Kendime yaşamak için yılın 12 ayında da 40 derece olan bir yer bulmam gerek ama şimdiye kadar başarılı olmuş değilim.
Dün ayın son pazarı olduğundan Vatikan'a giriş bedavaydı. Aylar öncesinden planlamıştım, dün erkenden gidip Vatikan'ı gezecektim. Sistine Şapeli'nde ağzım beş karış açık kalakalacaktım. Ama dün yine - tüm hayatım boyu olduğu gibi - üstümde o kara bulut+her işimin ters gitmesi - saçmalığı vardı. Sabahın yedisinde kalkıp yollara düşmek zerre fayda getirmedi Vatikan'a girebilmek için. Kilometrelerce sıra vardı (abartmıyorum). Tüm dünya orada bekliyordu. Bir de insan gibi beklemiyorlar. Sanki koyunlar, sığırlar, boğalar ve ayılardan oluşan bir sürüyü kilometreler boyunca 5 kişinin sığabileceği genişlikte bir kaldırımda gütmeye çalıştığınızı hayal edin. Herkes birbirini itiyor, eziyor. Herkes birbirine yapışmış durumda (abartmıyorum), metrobüs mantığıyla sabahın köründen 12:15'e kadar 72 milletten insanlar itişip kakıştıktan sonra hala daha girişe yüzlerce metre vardı. Pes ettim. Zaten önden çıkıp, gidenler olmaya başlayınca yoldan yanımızdan yürüyenler de çıkın çıkın bitti diye sıradakilere işaret vermeye çalışıyordu. Sonunda o kadar eziyeti çekip, Vatikan'a girememiş oldum.
Oradan yürüyerek Piazza del Popola'ya kadar geldik. Bu arada günlerdir buz gibi olan ve dışarıda işimiz olduğu için donmama sebep olan hava dün inadına güzeldi. Niye, çünkü ben üstüme aşırı kalın giymiştim. Öldüm yürürken yeminle. Neyse dedim, belki bugün birkaç güzel birşey olabilir. Yine de. Popola'da meydanın iki ucundaki iki bazilikaya da daha önce açık vaktini bulup, girememiştik. Hep akşam geç saatlere denk geliyordu. Bu sefer önce "Basilica Parrocchiale Santa Maria del Popolo"yu denedik, kapısında içerden bir amca çıkıp, ayin var sonra gelin dedi. Yine de yılmadık, diğerine "Santa Maria in Montesanto"ya girebiliriz belki dedik. (Bu arada Popola'ya yürürken Vatikan tarafında da bir kiliseye girmiştik ama ayinin ortasına düştüğümüz için kilisenin içini gezemedik.) Orada da aynı şey, bir teyze çıkıp kapıdan maalesef canlarım ziyaret saati değil diye nazikçe kovaladı. Valla orada, kilisenin yanıbaşındaki merdivenlere çöküp kaldık bir yarım saat.
O mutlulukla, aç susuz tuvaleti gelmiş bir şekilde, her zamanki ucuz makarnacımıza gittik. Orada da çılgınca bir sıra vardı, normalde her gidişimizde bomboş olur. Tam sıra bekliyoruz ama neyseki gnocchi varmış oo yaşasın derken kasaya yanaştık, önümüzde bir kişi var, gnocchi bitti demesinler mi? Anlaşıldı dedim, bugün tek bir mutluluk zerresi yaşamama izin olmayan o günlerden biri (milyonlarcasından biri). Evet böyle bir durumda ben de okusam, başka biri yazmış olsa, derim ki gerizekalı ukala, o makarnayı alacak paran varmış, karnını doyurabiliyorsun bu neyin çemkirmesi. Ama bunu diyeceğimi biliyor olmam kendimi daha da kötü hissettiriyor, çünkü bu durumda bu sefer de kendime gerizekalı gerizekalı demeye başlamış oluyorum.
Sonra makarnaları yiyecek yer bulamadık bir de. Her zamanki yerimizde iğne atılsa havaya, atmosferde parçalanıp yine de geri gelmezdi o iğne. O yüzden Via di San Sebastianello'dan devam edip Fontana del Bottino'nun önündeki merdivenlere çökmek zorunda kaldık ki Piazza della Trinita dei Monti'ye devam eden merdivenler Roma'daki hemen hemen her yer gibi sidik kokuyor ve pis. Ayrıca pek tekinsiz tipler var. Neyse, rahatsız bir şekilde makarna yedikten sonra McDonalds'yı tuvalet olarak kullanma zamanımızdı, ama ömrümde öyle bir kalabalık, öyle bir insan akışı, öyle bir mcdonalds görmedim ben. Dışarıdayken zaten iki üç yer var burada tuvaletini bedava kullanabildiğimiz, burası o gün cehennem gibiydi.
Palazzo Massimo alla Terme
Ama gene de vazgeçmedim. Dedim bugün birşey yapmış olacağız. Böyle geçemez, Roma'dayız Merlin'in sarkık donları adına! Yürüdük. Palazzo Massimo alla Terme'deki müzeye girdik. Öğrenciyiz diye belki 3,50 euroya gireriz diye ummuştum ama görevli kadın yemedi. Hangi ülkeden geldiniz diye sordu. Öğrenciyiz dedim, Sapienza'nın kartını çıkardım. Israrla hangi ülkeden geldiniz dedi. Lanet olasıca Türkiye denen yerden dedim. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin öğrencilerine 3,50 bize 7 euro. Sanki zengin olan yer avrupa birliği değilmiş gibi. Ulan zaten para sizde, asıl dışarıdan gelenlere bedava falan yapmanız lazım ki yazık günah onlar da görebilsin. (Bu noktada her zamanki şahane salaklıklar listeme yeni madde eklediğimi belirtmek isterim. Bu müzeye girerken 7 euroya aldığımız biletin arkasında 3 gün için Crypto Balbi, Palazzo Altemps ve Terme di Diocleziano'da da geçerlidir yazıyormuş [Ulusal Roma Müzeleri 4lüsü], eve gelince fark ettim. Ama işin güzelliğine bakın, bileti pazar günü 3'te aldık, pazartesi bu müzeler kapalı. Salı da ancak üçe kadar bunların hepsine bu biletle girebiliyorum. Bileti almak için ne kadar da mantıklı bir gün seçmişiz değil mi?)
Palazzo Massimo 19.yy.a ait bir saray binası. Yani işte burada bu binaların hepsinin adı palazzo. Stili Neo-Rönesans'mış, yani Rönesans mimarisinde klasik dönem yunan-roma etkileri görüyorsunuz. İçeride girişin altıyla birlikte 4 kat var. Girişin altındaki katta sikkeler var. Giriş katta ve birinci katta heykeller, ikinci katta freskler ve mozaikler var. Eserlerin tarihi Geç Cumhuriyet döneminden-M.Ö.2.yy.'dan M.S. 5.yy.'a kadar uzanıyor. Müzenin içindekiler hakikaten iyiydi yalnız, düzenlemesi berbat olsa da. Daha önce kitaplarda, internette gördüğüm nerdeyse tüm klasik heykeller buradaydı. Yüksek rahip olarak Augustus, Ölen Niobe, disk fırlatan atlet, artemisler athenalar apollonlar dionysoslar...Hele bir Villa of Livia'nın bir bahçe mozaikleri var, ölürsünüz.
Livia'nın yani Augustus'un eşinin villasının bahçesi işte, acayip manyakça.
Haa dünden önceki günler...Cuma günü oda arkadaşımın cep telefonu çalındı trene binerken. Tam peş peşe trene binerken biz, bir adam benim önüme atladı. Bile bile, göre göre niye önüme atladı diye şaşırdım. Arkadaki de arkadaşımın arkasından eline yapışıp tuttu ki sabit kalsın diye. O arada cebinden telefonu aşırıvermiş. Biz trene bindik, bunlar geri indi. Tren hareket etti, camdan yürüdüklerini ve bize sırıtarak baktıklarını görüyordum. Sonrası zaten...Trenden hemen ilk durakta inip, adamları nafile yere aramamız. Sonra koşa koşa eve gelip, ev arkadaşımıza polisi ve ne yapabileceğimizi sormamız, bir yandan icloudla uğraşmamız. Sonra mahallede abartısız döne dolaşa polis merkezi aramamız. İlk gittiğimiz noktadaki polisin 1 km ötedeki merkeze gidin demesi. O merkezdeki polisin San Lorenzo'daki merkeze gitmeniz gerek demesi. Moralimiz sıfır olmuş halde geçirdiğimiz cuma gecesi. Cumartesi San Lorenzo'daki polis merkezindeki polisin öğle arası olduğu için hiç ilgilenmemesi. Sim kartı aldığımız Wind şubesindeki kadının codice fiscale kartı ısrarı. Ve abartısız olarak kimsenin bir telefon çalınmasını iplememesi. Hakikaten ya. Burada bu o kadar alelade bir şey ki. Aklım dimağım almadı. Şoka girdim. Herkes ee yani modunda. Ne olmuş çalındıysa. Şaka gibi ya. E haklılar ama. Herkesin en az bir kere çalınmış. Okulda, partide..Çantadan cepten...
Hermaphrodite heykeli
Ha bir de çılgınlar gibi deprem oluyor burada. Son bir haftadır sallanıp duruyoruz. Yani hissedilen cinsten sallanıyoruz. Richter ölçeği değil. Hele dün sabah, resmen gittik geldik. Türkiye'de pek çok depremi yaşamıştım tamam (17 ağustosta Karadeniz'deydim o yüzden onu fiziken hissetmedim o konuda bir şey diyemem) ama hiç böyle sallanmamıştım. Korktum diyeceğim ama öyle de değil. Bir tuhaf bir histi. Sakin oluyorum ben böyle anlarda. Bir algılamaya çalışıyorum ne oluyor. Yok hayır donup kalma, şaşırma, şok olma şeklinde değil. Sanki uzay-zamanı büküyor beynim, maddenin içinde bakınıyor oluyorum. Ev arkadaşlarım panik içinde kapıya koştu mesela, kolumdan beni de sürükleyerek. Tamam da 6.kattayız, asansörün önüne çıkmamızın ne anlamı var. Gerçi bir şey diyemem, o anda kim bilir nasıl korktu. Bunu mu düşünecek.
kaynak: Il Mio Giro D'Italia
Son birkaç gün böyle şeyler yaşadığım için yine bunalımın dibindeydim tabi. Ama ondan hemen öncesindeki günlerde de zaten kötüydüm. Çok daha saçma bir şey görüp, yine saçmalamıştım kendimce. Bilmiyorum, hala saçmalıyorum o konu üstünde ama, bunu biliyor olmam kendime engel olabildiğim anlamına gelmiyor. Keşke internet olmasaydı evet, facebook, instagram ve diğerleri. Evet hatta bu yazdıklarımı da gene sene 99'daki gibi eski tarihli bir ajandaya tükenmez kalemle yazıyor olsaydım.
Her neyse, bugün burada Halloween. Her bir köşede parti var. Tıpkı her bir köşede bir evsizin paçavralar içinde, arkasını dönüp uyuduğu gibi. Çöple dolu, sidik kokulu Roma'dan bugünlük böyle bildiyorum sevgili kayıp çocuklar. Tam cadılar bayramı partisine gideyim havamdayım, o kadarki ocakta patates, ıspanak, bardağımda yarısı kalmış soğuk kahve (allahını seven üstüme bir demlik atsın çay demleyebileyim). 

17 Ekim 2016 Pazartesi

Roma'da yemek, içmek ve fakirlikten paçavra muamelesi görmek

Öncelikle sanırım boğaz derdimden başlayacağım anlatmaya. Yani nerede ne yedim, ne içtim, nerede ne-ne kadar vs. Sonraki aşamada da uzun uzun şu bazilikada şu tablo vardı, bu çeşmeyi şu yaptım bunu anlatıyormuş diye kafanızın içine etmeye başlarım, endişelenmeyin. Şöyle tek bir yazıda şimdiye kadarki restaurant-kafe-bar-kulüp tecrübelerimi güzelce bir harmanlayayım bakalım.

İlk hatırladığım kısa süre önce gittiklerim. Geçen gün bir diğer Yunan mutfağı yerini denemeye gittik mesela. İsmi Kalapa. Özelliği kumpir. Evet bildiğimiz kumpir ama ne yazık ki hiç de öyle bizim yaptıklarımızı gibi değil. Patatesi fırınlamışlar tamam, içini de açıp ezmişler o da tamam. Ama ne tereyağı ne kaşar hak getire. Zaten burda normal bir kaşar peyniri bulamadım ben, onlar nereden bulup da koyacak. Bir de çeşidini seçiyorsunuz, bizde tamam daha az çeşit var ama bunun bir sebebi var. Burda 30 çeşit kumpir yazmışlar menüye. Bir patatese bir iki malzeme koy, bir çeşit oluyor sonuçta. O mantıkla bir dolu kumpir ismi yazmışlar. Ben ton balıklı, pesto soslu, domatesli bir tanesini yedim, adını bilemedim şimdi. Azcık bir patates içi, daha fazla ton balığı, fazlaca pesto ve en üstünde de yüzlerce domates dilimi. 5-6 euro arası birşey veriyorsunuz buna. Bir arkadaşım Okeanos'tan yedi, ondan biraz daha malzeme var gibiydi, mısır, roka, zeytin, ton balığı, domates şeklinde. Diğer arkadaşım da buranın pita souvlakisini deneyeyim dedi, güzelmiş (Elleniko'nunki kadar değil kanımca). Kalapa'nın yemeklerini pek beğenmemiş olduk böylece ama gene de arada denenebilir belki. Ara bir sokakta, böyle daha bir öğrenci yeri havasında. Hemen karşısında taco'cu var mesela. Masası yok da böyle cam ve duvar diplerine diziliyorsunuz bar taburesi ve masamsı sıralara. Ama hakkını yemeyeyim, buradaki çalışanlar da çok iyi davrandılar, sevecen ve samimiydiler. (Bu neden bu kadar dikkatimi çekiyor, belirtme gereği hissediyorum, anlayacaksınız. Çünkü Roma'da hizmet sektöründe bu gerçekten büyük bir deneyim oldu benim için.) (Zomato'da Kalapa)

Bir diğer yer Avalon. Evet, aynen, A-V-A-L-O-N! Haritada tesadüfen adını görünce ulaaaan diye hönkürdüğüm yer. Hele açıp da web sitesine (burdan), mekanın içinin resimlerine, menüsündeki isimlere falan bakınca artık tamamen odanın içinde parendeler atıyordum. E haliyle gittik, bir akşam vakti. Biz 8 gibi gitmiştik, bir saat sonrasında dolmaya başladı. Girişinde bir şövalye zırhının karşıladığı mekana girdiğimizde sıcakkanlı, kocaman bir amca ilgilendi bizimle. Mekanın sahibi-çalışanı gibi birşey işte. Diğer çalışanlar da bu amca da hep Orta Çağ'a özgü kıyafetler giymişti (hani bu zırhın altına giydikleri kumaş var ya böyle kafadan geçiriyorlar hah o işte). Masalar çeşitli, biz tabiki yuvarlak masaya oturduk (ehi ehi). İçerisi bir Orta Çağ kalesi havasında, hele girişteki bölümdeki camekan içindeki kılıçlara çok içim gitti be. Öncesinde Kalapa'da karnımızı doyurduğumuz için burada bir şey yemedik, sadece içtik ama zaten internette de bol bol yemeklerinin kötülüğünden dem vurmuşlardı. Gerçi o akşam gelenlerin hemen hemen hepsi çılgınlar gibi yemek yiyordu ama kısmet, bakalım bir dahaki sefere. Arkadaşım biri "La Lanterna Magica" aldı (bira bardağı içinde ufak bir bardakta ters çevrilmiş campari, birayı içtikçe bardak devriliyor, campari azar azar biraya karışıyor). Diğer arkadaşım "Brindisi del Re" aldı sanırım ama emin değilim, ince bir bardaktı şaraptı. Ben de "Viking Horn" aldım. O kadar gitmişken en ilginç neyse onu denemek istedim. Amcanın dediğine göre gerçek bir viking boynuzu içinde biraymış. Light bira ile Avalon karışımı. Boynuz da kocaman bu arada, ejderha biçimli bir ayaklıkta getiriyorlar. Görüntü olarak insanı mutlu ediyor, yani benim gibi kafası yüz milyon bulutun üstünde gezinen bir hayalci için çok mutlu ediciydi. Ama o boynuzun içi sidik kokmayaydı iyiydi. Burnunuzu kapayıp içmeniz gerekiyor. (ve evet biliyorum viking miğferlerinde boynuz yoktu, vikingler boynuzlar her şeyi biliyorum, i know everything jon snow). Fiyatlar baya var bu arada, yani burdaki öğrenciler için uygun, bizim için biraz şey. Ama o kadar da şey değil. Ha bir de ortaya bir nachos tabağı aldık, ilk içkiler bitince de tekila tuz limon yaptık birer tane. Shot pahalı diğer yerlere göre, 3 buçuk euro. Turistik yerlerde falan dolaşırken her barın önünde shot 1-2 euro yazısını görebilirsiniz sonuçta, o sebeple. (Zomato'da Avalon Pub)
Campo de Fiori'de meydandaki bir ufak bara oturmuştuk bir gece de ama adını bir türlü hatırlayamadım. Fiyatları kokteyller için 8 euroydu. Önünde 3-5 tane uzun masa ve tabureler vardı, içerde oturacak yeri yoktu. Çalışanları gene pek sevimliydi ama yan masadaki iki sarhoş italyan kız bizi deli ettiği için burada öyle çok oturamamıştık. Gene de duvardaki büyük ekrandan canlı maç izleyebilmek güzeldi.
Piazza Navona'ya çıkan ara sokakta ise Pub Cuccagna'ya gittik bir sefer, ESN'nin kokteyl gecesi için. (http://www.cuccagnapub.it/) Kokteylleri iyiydi, fiyatları da uygun gibiydi. İçeride oturacak masa var ama ufak. Dışarıda yemek yenecek masalar var. Çalışan amcalar o kalabalıkta biraz fıttırabiliyor haliyle tabi. Ha bir de buranın olayı içkini eline alıp, barın önünde sokakta dikileceksin, o yani.
karşınızda Il Fornaio
Campo de Fiori'den Piazza Navona'ya doğru giderken bir uğradığımız yol üstü yeri Il Fornaio'ydu. Burası pastane-fırın gibi birşey. Vitrinleri çılgınca hunharca pasta-kurabiye-çörek-börek dolu. Kahvenizi veriyorlar. Pek sevimli bir amca tatlıları paketliyor, kasada da şaşkın amca var. Kahve ve kek aldım buradan ama hani öyle çok ucuz şeyler beklemeyin, benim pastane görünce üstüne atlama hevesimden hep.
taşlar düşesice Tonnarello
Trastevere'ye geçtiğimizdeyse anlatacağım - ve çemkireceğim - yer Tonnarello. Buraya ilk oturduğumuzda hafta içi bir öğleden sonraydı.Dışarıdaki masalardan 3-5 tanesi doluydu turistlerle ve mekan bomboştu. Biz de 3 kişi 3 bira, bir pesto soslu makarna, bir de panna cotta almıştık. Tek bira isteyen arkadaşlarıma birer pizza dilimli, salatalı, cipsli tabak gelmişti biranın yanına ikram olarak. En sonunda da hesabı isteyince birer shot getirmişlerdi, hesapla birlikte de birer lolipop. Her masaya ayrı bir sevecenlik, türlü türlü ikramlar...Ortam nasıl mutlu, nasıl güzel anlatamam. O gün öyle bir kalktık ki oradan, lan diyoruz buraya her zaman geliriz, birer bira alır karnımızı doyururuz, zaten güzel de yer falan. Ama geçen akşam gene gittik ve resmen yüzümüze duvar geçirdiler. Bir kere bir cuma akşamı olduğu için ve hava şahane olduğu için tıklım tıkış, içeride bir köşede yer ancak bulduk. Herkes boğulurcasına yemek yiyor, garsonlar ellerinde tabaklar masalara zor yetişiyor. Bize de girişte bir tanesi kaç kişisiniz dedi yer gösterecek, ikiyiz ama üçüncü gelecek dedik. Neyse geçtik yerimize, sipariş alıyorlar, ikimiz de birer bira söyledik, garson mal mal baktı suratımıza başka bir şey almayacak mısınız diye. Sonra da resmen menüleri suratımıza çarparak, hışımla döndü arkasını gitti. Biraları üstümüze attı getirince. Sonraki 15 dakika boyunca habire geçerken bize baktılar, yemek tabakları getirip sizin miydi aa değil miydi diye yanlışlık(!?) yaptılar. En sonunda da bize yer gösteren çalışan gelip diklendi, e bana 3 kişi olacağız dediniz ama hala 2 kişisiniz ben de size o yüzden 3 kişilik yer verdim hede hödö diye. Azarladı gitti. Nasıl ödedik çıktık, kendimizi oradan Santa Maria Bazilikası'nın önüne nasıl attık bilmiyorum. Bira şişelerimizi kapıp, fırladık resmen. Bu kadar zamandır neden Roma'da herkes sokaklarda içiyor dikilip de diye anlayamıyorduk, sorguluyorduk, anlamış olduk. Roma'da öğreneceğiz ilk kural (gerçi sanırım tüm dünyada böyledir herhalde) mekanlarda şöyle şişkince bir hesap getirecek kadar yemektir içkidir birşeyler istemediğiniz sürece paçavra muamelesi göreceğinizden oturamıyorsunuz. Paranız yoksa hiçbir yere girmeyin. Sokakta elinizde 2 euroluk içkiyle tüneyin. Bu cahil cühela, insanlıktan nasibini almamış canlıların o şekilde muamelesine maruz kalmamak için en iyisi. (http://tonnarello.it/)
sana hiç bu açıdan bakmamıştım Pepy's
Ki tıpatıp muameleleri Piazza Barberini'deki Pepy's'de ve Trevi'nin ara sokaklarından birindeki bir restaurantta da yaşadık. Pepy's ilk başta oldukça sevdiğimiz bir yer oldu, muameleye karşın. Çünkü pizzası cennet gibi. Ama orada da 5 kişi gittiğimiz bir gece hepimiz sadece birer içki aldığımızda gördüğümüz surat ifadelerine karşılık, bir daha gitmedik. Oysa bir önceki seferinde iki kişi nispeten yüklü bir hesaplık şeyler tükettiğimizde garsonun bizi bir kucaklayıp öpmediği kalmıştı. (http://www.pepysbar.it/)
Şimdilik hatırladıklarım böyle. Anlayacağınız hayat çok çok zalim be Neverlander dostlarım.

dal basso con disperazione

Balkonda oturdum şimdi. Bir sandalyede ben, diğer sandalyede ayakları, kucağımda bilgisayar, sol yanımda sehpa, sehpanın üstünde "Danish Cookies" kutusundan geriye kalan iki kurabiye Kellogs'un choco krave'sinden iki avuç, koca bir bardakta kahve. Tepemde bir güneş. Ama ne güneş. İki üç gündür hava nerdeyse geldiğimiz ilk günlerdeki gibi, güneşli, ılık. Ama bundan önceki bir hafta kabus gibiydi resmen. Aralıklı yağmur, buz gibi ayaz. Evin içi bu havada daha serin oluyor, hem de belki sonbaharın son güneşleridir bunlar diye çıktım balkona ama şimdi de kızartma olacağım. Karşıma, aşağıya, soldaki caddeye, caddenin ortasından geçen tren yoluna, sağa doğru giden sokağa, hemen çaprazdaki apartmanın uzun yan duvarı boyunca boyalı resme falan bakıyorum. Kendi kendime tekrar tekrar hatırlatıyorum, Roma'dayım, Roma'dayım. Başka bir şehirdeyim, başka bir ülkedeyim. Hatırlatmak zorunda kalıyorum çünkü algılayamıyorum. Geldiğimden beri sanki içinde olduğum durumu algılayamıyormuşum gibi geliyor. Böyle tam anlamıyla bir durup, durumu, ortamı, kendimi özümsemem gerekiyormuş gibi ve ben bir durup da bir türlü bunu yapamıyormuşum gibi. Ne bileyim belki herşey - ben de dahil - aynı olduğundandır. Ne bekliyordum bilmiyorum. Herhalde son 20 yıldır kurduğum başka bir ülkede yaşama hayallerim hakikaten çok farklı bir senaryoya, görüntüye sahipti ki şu an yaşadığım şeyi bu  hayallerle hiç bağdaştıramayan beynim, algım, bunu bir "şey" olarak görmüyor. Üstüne tabi bir de habire kafamda dönen endişeler...Ne olacağım? Hayatımı nasıl yoluna koyacağım? Tez hocam bir türlü cevap vermezken nasıl tez konusu belirleyip de yazacağım? Tezimi ne zamana bitirip de yüksek lisans diploması alabileceğim? Nasıl iş bulacağım? "Ne" olarak iş bulabilirim ki? Nerede iş bulabilirim ki? İş bulamazsam nasıl yaşamaya devam edebilirim? Geri döndüğümde 30 yaşında, işsiz, yüksek lisansında tıkanmış, beş parasız, hiçbir işe yaramayan bir insan olarak öylece kalakalacağım. Hayat hiç de filmlerdeki gibi değil. Kimse, siz dibe vurmuşken gelip, merak etme herşey yoluna girecek sadece kendine güven demiyor. Ya da tam bunun ardından mucize gerçekleşmiyor. Tam o anda büyük bir dergi ya da yayıncı ya da artık her neresiyse telefon edip, mail atıp gelin işe başlayın veya yazdıklarınızı çok beğendik bilmem ne bilmem ne demiyor. Cebinizdeki son parayla kahve almaya girdiğiniz kafede hayatınızın insanıyla tesadüfen karşılaşmıyorsunuz o en dip noktada. Ve o herşeyin bir anda döndüğü, düzelmeye başladığı günün sonunda, sıcacık bir barda en iyi dostlarınızla bir masanın etrafında şişelerinizi tokuşturup, hayata umutlu umutlu bakmıyorsunuz. Hiçbiri böyle olmuyor. Gerçek hayatta sadece sürünüyorsunuz. Zaten sıfırda başlıyorsunuz hayata, her geçen yılla birlikte birer altına düşmeye devam ediyorsunuz eksinin. Adım adım dibe çakıldığınızda da artık dipteki sürünmeniz başlıyor. Öylece dipte bir o yana bir bu yana sallanıyor, sürünüyor, sürtünme kuvvetinin sizi yavaş yavaş eritmesini izliyorsunuz.
Neyse ben en iyisi size Roma'yı anlatayım.

12 Ekim 2016 Çarşamba

Roma'da bir güzel Yunan mutfağı : Elleniko

Roma'ya geldiğimden beri - bugün itibariyle tamı tamına 38 gün oldu - çeşitli yemekleri, çeşitli yerlerde denedim. Marketten malzemeleri alıp evde makarna, pilav, brüksek lahanası, brokoli, karnabahar, ıspanak, balık, tavuk falan yapıyoruz zaten. İranlı ev arkadaşım da bir kez bir İran yemeği pişirip tabaklarımıza tıka basa doldurmak suretiyle ikram etti. Piazza Spagna'nın dibindeki Pastificio'dan bir dolu makarna alıp elime, Chanel mağazasına karşı çöküp de yediğim de oldu, Piazza Barberini'ye karşı Pepy's'ye oturup, Pina Colada ile Margherita pizza yediğim de. Sokak aralarında, yol üstünde karşınıza çıkıveren dilimlik pizza satan yerlerden elime pizza alıp yiyerek yürüdüm de, vahşi batı temalı restaurantta Arjantin'den getirilmiş sığırların etinden yapılmış hamburgeri, kızarmış patatesi löp diye mideye indirdiğim de (Tabi bir de hepsini şimdiye kadar cebimden yemiş olduğumu hatırlayınca herhalde tüm paramı yemeğe vermiş olduğumu fark ettim, çok sağol ab ofisi, avrupa birliği, çok teşekkür ederim şimdiye kadar hibemi hala yatırmadığınız için.). Ama hiçbiri, hiçbir ısırık, hiçbir lezzet, hiçbir mekan Elleniko'nun yaptığını yapamadı bana.
Evimde hissettim ya hayatımda ilk defa. Ev diyorum bakın ki bununla Türkiye'yi falan kastetmediğimi biliyorsunuz. O ufacık, mavi masalı, uzun tabureli, duvarlarında Knossos Sarayı'ndaki mozaiklerden parçalar olan, ara ara insanın içine işleyen yunan müziği melodileri kulağınıza çalınan mekanda oturduğum iki seferinde de kendimi mutlu, güvende, evimde hissettim. Saçma geliyor halbuki. Yani tamam Yunan yemekleri bizimkilere benziyor, tatlarımız hemen hemen aynı falan o teraneyi geçtim de, İzmir'de doğmuş bir Karadenizli olarak hayatımın üçte ikisini Ankara bozkırında geçirdim ben. Dibine kadar Anadolu kültürü içinde büyüdüm, o kültürde kendimi evimde hissetmem lazım değil mi? Hayır Ege mutfağı falan diye bir isteğim de olmamıştı bu yaşıma kadar. Yazları halamın sofraya getirdiği zeytinyağlıları ısıtsak mı acaba bunları diye bir mücadele edip yedim ben hep (soğuk olunca yemekmiş gibi gelmiyordu bana, evet 45 derece sıcaklıkta bile.). Ama tamam Elleniko'da da öyle Ege mutfağı yok da, diğer her şey, nasıl desem, muhteşem yahu.
Misal, ilk gidişimizde Pita con Souvlaki (pollo) yedik (pita ekmeğinin içinde tavuk parçaları, marul, domates, patates kızartması ve mükemmel lezzette yoğurtlu sos). İnanılmazdı. Anlatamıyorum bile. Mutluluktan ağlıyor insan. Ortamıza beşlik Dolmades aldık (bildiğimiz sarma yahu, ama yanında süzme yoğurtla). İkinci gidişimizde ben Mousaka'yı denedim (bir sıra patlıcan üzerine kıyma onun da üstünde beşamel sos, gayet güzel). Arkadaşım da Piatti di Souvlaki (pollo) denedi. Tavuk şiş tabağı yani. Fena görünmüyordu ama tavuk parçaları biraz sertti, zor çiğneniyordu. Elleniko'da 4 çeşit tatlıdan 3'ünü denedik şimdiye kadar. İlk seferinde Baklava ve Kadaifi yedik, baklava ve kadayıf yani. Ama ikisi de sırf vanilya yiyormuşuz hissi verdi. İkinci seferde Galaktoboureko denedik, o biraz daha iyiydi (bu da bence bizim laz böreği. çünkü baklava yufkası içinde muhallebiden oluşuyor, tek farkı laz böreğinde ben şimdiye kadar tarçın koklamadım hiç.).
Çalışanlar da ayrı bir mutluluk kaynağı. Yani hem çok güleryüzlü ve iyi davranıyorlar, hem de nasıl desem, böyle bir ortamdaki havayı, enerjiyi hissedersiniz ya, böyle ordaki o insanların yaydığı enerjiden etkilenirsiniz ya, hah işte Elleniko'da çalışanlar böyle o kadar huzurlu bir enerji yayıyorlar ki. İster istemez içiniz o rahatlık, o gevşemişlik, o huzurla doluyor.
Bilet ve vakit bulup da gidebilirsek Yunanistan'a gittiğimizde asıl oradaki yemekleri deneyeceğim ama hiçbiri yine de Elleniko'daki hissi verir mi bilmem. O yüzden şimdilik sizi internetten bulduğum resimleri gösterip, Elleniko'da ilk seferinde otururken dinlediğimiz sevimli bir şarkıyla baş başa bırakacağım.

TripAdvisor

TripAdvisor

TripAdvisor
TripAdvisor

5 Ekim 2016 Çarşamba

ne biçim teknoloji

Selçuk Erdem (kaynak:Karikatüristan)
Panjurları açmayı sordum yan odadaki ev arkadaşıma ama kapatmayı bulamadım iyi mi. Hayır bir de onu sormaya utanıyorum şu an. Google'da mı arasam?!

3 Ekim 2016 Pazartesi

Turistik Roma ve Burun Karıştıran Avrupalı

Yine depresyonun dışında ne yapıyorum diye başlarsam..Ne bileyim, normal işte. Dışarıdaki, yan odadaki, asansörde karşılaştığım insanların başka bir dili konuşuyor olmasının dışında çok bir değişiklik yok. Bir de markette her aradığımı bulamıyorum, o var. Ya da tuvalet biraz meşakkatli, onlar yani değişiklikler. Bir de Spotify bana özel hazırladığı bu Haftalık Keşif listesinde hakikaten öldürüyor beni. Sanki akıllıca yazılmış bir algoritma değil de karşımdaki, ruhumla konuşup, oturup sonra bana şarkı listesi hazırlamış, al bakalım otur dinle saatlerce tavana bakarak kal yağmurun çılgınca yağışını izle demiş gibi. Bir de insanların kafası hakikaten çalışmıyor. Çalışmıyormuş yani, son günlerde onu gördüm. Aydınlatıcı bir keşif oldu benim için. Yani tamam çok akıllı insanlar var, kafası zehir gibi insanlar var, uzun yıllar boyu karşılaştım onlarla ama insan topluluğunun geri kalanı ciddi ciddi kıt kafalıymış. Normalde böyle bir duruma sevinirim, ehehe zekiyim sizden gerizekalılar diye bakardım ama bu keşfi yapışımın peşisıra ulan o zaman ben niye hala bu haldeyim madem kafam bunlardan çok çalışıyor neden bir yerlere gelemedim depresyonu çöktü üstüme.
Tamam Roma güzel, bir şey demedim. Yani her bir köşeden bir sanat fışkırıyor. Her bir bina ya Roma imparatorluk-cumhuriyet vs.döneminden ya da Rönesans'tan hatta Orta Çağ'dan falan ama hayat aynı. Yok tamam, gene vızıldanmayacağım.
Şehri size şöyle özet yapayım ki belli mi olur belki bir gün lazım olur. Roma, Tiber Nehri ve Termini'dir. Ciddiyim bakın. Her yol bir şekilde Termini istasyonuna çıkıyor. Termini otobüs, tren, tramvay, metro hatlarının kesiştiği bir nokta. Bir de Tiburtina var aynı şekilde ama o merkezin daha uzağında. Roma'ya dair turistik olan ne varsa bu Termini ile Tiber Nehri arasında kalan alanda. Yani en tepede Tiber'in yaptığı yayın içinde Villa Ada'yı saymaz Villa Borghese'den başlarsak aşağı doğru Termini ile Tiber arasındaki alanda kalarak ilerlediğinizde Piazza di Spagna (İspanyol Merdivenleri'nin olduğu meydan), Trevi Çeşmesi, Pantheon, Piazza Navona, Piazza Venezia, Altare della Patria, Campidoglio, Capitoline Tepesi, Roma Forumu, Palatine Tepesi, Kolezyum ve Tiber'in hattını takip etmeye devam ettiğinizde, Caracalla Hamamı, Caius Cestius Piramidi şeklinde bitirebiliyorsunuz. Piazza Spagna ve Trevi Çeşmesi'nin olduğu bölgeden Tiber'e doğru burnunuzu dikiltip yürüdüğünüzde önce Sant'Angelo Kalesi'yle karşılaşıyorsunuz, sonra da zaten Vatikan. Ordan gelişine aşağıya yürüdüğünüzde de Trastevere ki pek otantik pek şirin bir yer. İşte bir turist için Roma bu kadar basit. Ha birkaç bardır pubdır şey edeyim diyorsanız onlar da ergenler ve üniversite gençliği için San Lorenzo bölgesinde ki Sapienza Üniversite'sinin hemen üst bölgesi. Sapienza da Termini'nin diğer yanı zaten. Bakın yine Termini. Yaşınız az daha büyükse piramit bölgesine, Tiber'e doğru yanaşıyorsunuz, canlı müzikli pahalı yerler oralarda. İşte olay bu, bu kadar.
Haa çılgınlar gibi müze var ona birşey diyemem. Adım başı müze. Kusturana kadar müze. İyi güzel hoş da, sergilenecek bu kadar ne var diye soruyor insan bir noktadan sonra. Gerçi ben daha sadece bir tanesine girdim para verip sanırım, Piazza del Popolo'nun kenarındaki Leonardo da Vinci Müzesi'ne girdim geçende, öğrenci kimliğinizi gösterip 8 euro'ya girebiliyorsunuz. İçerde hemen hemen orijinal hiçbir şey yok. Yani defterlerindeki tüm aletlerin çizimlerine göre maketlerini yapmışlar onlar var. Bir de ünlü tablolarının daha büyük boyutlu resimleri var. Kocaman bir Mona Lisa ya da Annunciation ile karşılaşabiliyorsunuz. Bir de işte iki odacıkta iki ayrı belgesel izleyebiliyorsunuz. Bir tanesi şu Milano dükü için yapmaya çalıştığı ama savaş çıkınca güme giden at heykelinin hikayesini anlatıyor, öbürü de pek tabiki Son Akşam Yemeği'ni karakter karakter inceliyor (Bu arada Floransa'da bir dolu son akşam yemeği tablosu varmış çeşit çeşit sanatçıdan, o dönem pek popüler bir konu olsa gerek. Ve Floransa'da sırf bunun bile bir turizmi varmış, gidip görünce anlatacağım.). Bu müze dışında birkaç müzeye daha girdim sanırım denk geldikçe ama hep bedava giriş olanlardı. Bir de her ayın ilk pazarı burada Roma'daki ulusal müze ağına dahil müzeler ve arkeolojik alanlar ile Floransa'daki müzelere giriş bedava. Bunu da not edin, çok yararlı bir bilgi. Ama sadece fakirseniz. Paranız varsa, ne bileyim benim gibi kıytırık bir 3.dünya ülkesinden gelmiş bir öğrenci falan değilseniz gelip de boşuna o sırayı doldurmayın. Yeminle lanetlerim bakın ha. Zaten pis cimri cahil cühela Çinliler yüzünden bir saat sıra bekliyorsunuz, içeri girince de habire ayağınıza dolanıyorlar, bir de siz gelip deli etmeyin insanı. Haa bir başka aydınlatıcı keşif daha, insan burada içindeki ırkçıyla tanışıyor, önce korkuyor ama sonra el sıkışıp, anlaşıyor. Şu an Çinliler'den mi İspanyollar'dan mı daha çok nefret ettiğime karar veremiyorum ben mesela. Hintli kardeşlerimi bile sevmeye başladım. Hatta Bangladeşliler can be can resmen.
Bir de herkes ama herkes, her bir Avrupalı, hiç istisnasız burnunu karıştırıyor. Öyle belli belirsiz, sakına sakına falan da değil ha. Sokuyorlar ulu orta parmaklarını burunlarına, kurcalayıp çıkarıyor bir de bakıyorlar sonra. Yüz yüze bakarken, birini dinlerken, biriyle konuşurken, gülerken, eğlenirken, ciddi bir şey yaparken..Her durumda. Ama işte ilginç bir şekilde yolda kurallara uyuyor arabalar, yayalara her türlü öncelik veriyorlar, yola adım attığınız anda duruyorlar, kolay kolay korna çalmıyorlar ve sıraya giriyor. Düşünsenize, sıraya giriyor insanlar!
Roma'dan bu akşamlık bu kadar. İki ev arkadaşım da dışarıda olduğundan yazabileceğim bir başka akşama kadar Ci Vediamo Amici!

1 Ekim 2016 Cumartesi

kendini gittiğin her yere taşımak

Yani hakikaten çok mutsuzum. Durduğum noktadan yola çıkıp, taa buralara kadar geldim ama burda da mutsuzum. Ve ne anladım biliyor musunuz? Kendimden kurtulmadığım sürece, kendimi gittiğim her yere taşıdığım sürece mutlu olamayacağım. Düşünsenize, Roma'dayım nerdeyse 1 aydır. Önümde bir 4 ay daha var ama benim gecenin şu saatinde şu şehirde, gökyüzünün altında, hissettiğim tek şey mutsuzluk. Kocaman bir mutsuzluk. Şu an hayatım daha da anlamsız, daha da boş, daha da bitmiş görünüyor, her zamankinden de daha. Hiçbir ucundan toparlayamayacağım bir noktaya savrulmuşum da o noktada çöküp kalmışım gibi. Öylece, boş bir çuval gibi yerdeyim. Hiçbir düşüncem, hiçbir planım, hiçbir hedefim yok. İçim bomboş ama mutsuzluk çok ağır.

24 Eylül 2016 Cumartesi

Roma'dan Part I

Şimdi Eyy Romalılar vatandaşlar yurttaşlar! Diye çığırdıktan sonra sesimi azaltıyorum ve birazcık bahsetmeye başlıyorum. Ama bu böyle çok karmaşık bir yazı olacak çünkü belli bir sırada, düzende bahsetmeyeceğim. Kafam ona müsait değil şu an.
Türkiye'de yaptığım işlemlerden arada bir biraz bahsettim ama belki bir toparlama yazısı da ona yaparım. Şimdi ben naptım, erasmusa başvurdum, seçildim, uçağa bindim. Bir kere eylül sıcağında Roma'ya indiğinizde sizi ilk karşılayan nem ve sıcaklık. Hatta beni azıcık da yaz yağmuru karşıladı ama bu ikisinin yanında onun lafı bile olmadı. Ankara'nın bağrından kopup gelince (tamam karadenizliyim ama 20 senedir orta anadalunun çorak bozkırında kavruluyorum) bu hava insanın suratına çottadanak çarpıyor. Bir de sabahın köründe binmiş oluyorsunuz Esenboğa'dan, uykusuz, yorgun bir halde Roma'ya iniyorsunuz. Fiumicino'ya. Bir de Ciampino var ama bu uluslararası uçuşlar sanırsam hep Fiu'dan. Fiu dediğim havaalanı deniz kenarı, Ciam dediğim de şehrin öte yanında. Fiu'da bir kere çılgıncasına bir kuyruğa giriyorsunuz. Pasaport kontrolden geçmek için. Böyle basık, havasız, izbe bir ortamda, tepenizde havalandırma boruları, böyle milyon tane insanlar bir arada. Eğer baygınlık geçirmez de o sırayı atlatıp, pasaport kontrolden geçerseniz - ki daha burada ilk dakikada italyan insanının rahatlığıyla yüz yüze geliyorsunuz- nihayet bavullarınızı alabilirsiniz. Bavulları da aldık biz ama (biz dediğim bir başka erasmusçu arkadaşım ve ben) sorunumuz büyüktü. Şöyle ki, havaalanından şehre en ucuz ulaşım yöntemi otobüs. O otobüslerin de en ucusu terravision, 4 euro. İnternetten iniş saatimizden bir-bir buçuk saat sonrasına olan otobüse bilet almıştık. Ama pek sevgili sabiha gökçen havaalanından 3 saat kalkamadığımız için, herşeye geç kaldık. Biletimiz yanmasın diye Fiu'ya iner inmez hemen bir sonrakine falan kaydırdık bileti. Ama bu sefer de çıktılarını almamız gerek, çünkü internet sitesinde çıktısız otobüse binemezsiniz diyordu. Ben de her kuralı ciddiye alan en birinci insan olduğum için bunu da ciddiye aldım. Havaalanında güvenlik görevlisine sordum, o da information desk'ten yapabilirsin dedi. Neyseki orda hemen mail atınca bize çıktılarımızı verdiler ama bu sefer otobüsün kalkış yerini arıyoruz ama çok az vaktimiz var. Otobüslerin hepsi 3. terminalin ilerisinden kalkıyormuş. Git git bitmedi. Sonra bir baktık biz tam yaklaşıyoruz, terravision kalktı gitti, hem de tam bizim biletteki saate 5 dakika varken. Laaan diye bavullarla yuvarlana yuvarlana koşturuyoruz ama gitti otobüs. Hemen orada bilet gişeleri var otobüs şirketlerinin. Bir tanesi açık ve önünde güvenparktaki dolmuş sırası var. Bizim terravisin gişesi açık değil. Önüne gidip camdan içeri bakınırken bir kadın geldi, oturdu kulağında telefon, bilgisayarda hem konuşuyor hem birşeyler yapıyor. Dikkatini çekebilmek için camı yumruklamamdan sonra beni baya bir bekletti ve sonunda bana döndüğünde derdimi anlatamadım mı! Kuramadım ya cümle resmen. Demeye çalışıyorum ki bizim bilet buçuk ama demin otobüs gitti, bizim otobüs mü biz ne etcez. Kadın otobüs şurdan kalkacak gidin gidin diyor ısrarla. Çökmüş halde durağa bir gittik, millet doluşmuş otobüs bekliyor. İşte İtalya'da ilk ders: İtalyanlar hiçbir şeyi saatinde yapmaz. Kuralına uymaz ve amaaan modundalardır. Buçuktaki otobüs 20 dakika sonra geldi ve bir saat sonra kalktı. Tabi otobüs gelince önce bir herkes ellerindeki devasa bavulları otobüsün bagajına tıkıştırmaya çalışıyor, sonra da otobüse doluşmaya. İkinci ders: İnsanların bu hayvansı tarafından haritada sola doğru giderek kurtulamazsınız. Eğer Türkiye'de yaşamaya evrimleşmiş, bu konuda gayet başarılı bir insansanız inanın İtalya'da da şahane yaşarsınız. Ama benim gibi 30 yıldır Türkiye'deki hayatta doğru düzgün yaşayamayan bir insansanız aynen Ankara neyse Roma da öyle gelir. Sonraki adımda bir teyzenin benim biletim yok vereyim parasını bineyim dediğine ve çıktılarımızı kontrol eden kadının da tamam bekle şunlar binsin önce hallederiz dediğine şahit olduktan sonra zerre şüphem kalmadı, burası Türkiye'ydi.
Otobüsle Termini denen istasyon şeysine geliyorsunuz. Burası şehrin göbeğinde, tüm metro ve otobüs ve tren hatlarının buluştuğu nokta. Üstüne de işte dükkanlar açmışlar. Ama hemen dibinde resmen siyahi gettosu var. Böyle duvar boyunca sıralanmış hırsız ve katil kılıklı insanlar ürkütücü bir şekilde gelen geçeni dikizliyor. Ama dedim ya İtalyanların kafalar bir milyon. Hiçbir şey olduğu yok, sadece korku tüneline girmiş gibi oluyorsunuz o kadar. Termini'de indiğinizde de bavulunuzu kendiniz sırtlandıktan sonra işte sorun, nereye gideceksiniz? Bizim hemen ev sahibiyle buluşmamız gerekiyordu evi görmek için. İnternetten konuşmuştuk adamla ama anlaştığımız saatten bir saat sonrasında biz ancak Termini'ye geldiğimiz için acayip paniktik. Evi bulduğumuz yere Giardinetti treniyle gidiliyor görünüyordu, bu yüzden onun kalkış yerini aramaya başladık. Termini'nin en sonunda. Sarı köhne bir tren kendisi. Azcık sarsılsa tüm contaları atacak, dağılacak öyle bir şey. Nostaljik diye kaldırmıyorlarmış. Bindik ama o bavulları trene nasıl kaldırdık, kimse nasıl kılını bile kıpırdatmadı anlatamam. An-la-ya-maz-sı-nız! Hele trenin sürücü, baktı baktı yanımızda dikilip, biz büyük bavullarımızı içeri kaldırmaya çalışırken, resmen dikildi. Sonra yürüdü geçti yanımızdan yerine çıktı. İki tane 50 kiloluk bir buçuk metrelik zavallı kız, 200 kiloluk yükü trene çıkarmaya uğraşıyor ve kimse dönüp bakmıyor biliyor musunuz? En son ineceğimiz durakta bembeyaz saçlı bir teyze indirdi büyük bavulumu. O derece. Evet.
Ev sahibimiz ayrı bir ilginç. Böyle tam elinde evrak çantası, gömleği pantolonu ütülü, saçları beyazlamış ama sırım gibi dikilen, böyle herşeyi kuralına kitabına göre yapan, kendisinden milliyetinden ülkesinden acayip gururlu yani diyeceğim de birşey demeyeyim. Paolo amca bize italyanca konuşturtmaya çalışıyor ısrarla. Paolo amca bize italyan sanatının mimarisinin en güzel örneklerini tanıtmaya çabalıyor, biz sormasak da. Ama hakkını yemeyeyim, o kadar sersefil, perperişan bir halde düştük ki karşısına başkası olsa kaçardı. Ama hakikaten, o akşam eve gelip de Paolo bize evi gösterirken belki de hayatımın en zor saatlerinden bazılarını yaşıyordum. Sıfır enerji, sıfır moral kalmıştı ben de, üstüne bir de tüm yük benim omuzlarımdaydı. Yani arkadaşımın ingilizcesi de italyancası da yok. Ben adamla ingilizce anlaşmaya çalışıyorum ama benimkisi dizi film ingilizcesi. Böyle ciddi işlere uygun değil. Kaldı ki türkiyede bile hiç böylesine ciddi işlerle uğraşmadım ben. Ne ev tuttum, ne fatura yatırdım, ne de başka birşey. Her zaman ailemin sımsıkı kanatları altında, lay lay lom. Paolo'nun ingilizcesi de italyancası süper haliyle. Benim kafam da olmuş yüz milyon, ölmek istedim o an. Buharlaşayım istedim ya. Çöküp ağlayacaktım, yapamıyorum ben yapamıyorum diye. Hem kendimin hem bir başkasının sorumluluğunu yükleniverdim bir anda. Buraya geldiğimden beri bu böyle ama o ilk günde, ilk anda ezildim, suyum çıktı. Adam da şaşırdı biz bu gece burdayız alıyoruz evi deyince. Bakmaya geldik herkes gibi zannetmiş. Anahtarı falan verdi ama şaşkın ve şoka girmişti.
evin balkonundan Roma'nın merkezine doğru, ama ne manzara :)
Şimdi 19 gün sonra o günkü halimi yeniden hatırlayınca, hakikaten büyümüşüm diyorum. İnsan bir anda büyüyüveriyor.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...