jane austen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jane austen etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ağustos 2011 Salı

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 4 : Emma

Emma, kuşkusuz Jane'in en parlak, en neşeli, en günlük güneşlik ve mutluluk pıtırcıkları dolu romanıdır. Başından itibaren çok büyük elemler, çözülemeyekmiş gibi duran dertler yoktur. Sadece ufak dünyalarını ve günlük "ne yesem ne içsem" sorunlarını takan, genelde halinden memnun insanlarla dolu bir dünyası vardır kitabın. Ha böyle deyince çok basit, eften püften birşey diyorum sanmayım, kesinlikle, yazım kalitesi açısından Jane'in tüm kalitesini de yansıtır. Sadece demeye çalıştığım, diğer 5 romanın barındırdığı mutlu son geleneğinin yanında, Emma'da ayrıca mutlu başlangıçlar, mutlu gelişmeler de yer alır. Zaten Jane'in de en sevdiği kitabı olduğu söylenir. Diğer kitaplarında yarattığı genelde sessiz, onurlu, ne yapmasını söylemesi gerektiğini bilen ama bu sessizliğinin içinde de bir şekilde doğruları için ayakta durabilen kadın kahramanlarının yanında Emma oldukça farklı görünür. Onun sessizlikle hiçbir alakası yoktur. Doğuştan varlıklı ve şımartılmış olmasının da verdiği güvenle, kendini her şeyin ve herkesin merkezinde görür. İlk okumaya başladığımda kitabın ilk yarısı boyunca Emma'ya sinir olmaktan kendimi alamamıştım ben mesela. Hatta bu sinir olma durumu o kadar etkilemişti ki yargılarımı, kitabın sonunda kapağını kapattığımda hala cinlerim tepemdeydi, sevmediğime karar vermiştim bu hikayeyi. Hayır, Mansfield Park türü bir etki değildi, sıkıcı değildi, boğucu değildi. Hayır, aksine olay yoğunluğu açısından en ileride olanıydı ama baş kahraman Emma, sevebileceğim türde bir kahraman değildi. Bir daha da elime almam işte diye kendimce trip atıyordum ki kitaba, uyarlamaları izledim. Ve iyi ki de izlemişim. Mükemmel bir tanesinin sayesinde, Emma'yı da kitabı da o kadar çok sevebileceğimi anladım.
Dediğim gibi en fazla olayı, neşeyi, parıltıyı barındıran hikayesi olduğu için Jane'in, en fazla uyarlananı da olmuş vaziyette. 1932'den beri sayısız kez sinemaya, televizyona konmuş filmleri mevcut. Sayıları bu kadar fazla olunca karşılaştırma kontenjanımızı da genişletmek durumundayız. 1996 tarihli Douglas McGrath'ın hem senaryosunu yazıp hem de yönettiği sinema filmi, yine 1996 tarihli Diarmuid Lawrence'ın yönettiği tv filmini ve 2009 tarihli BBC yapımı mini-diziyi karşılaştıracağız :
Emma'lar
İlk Emma'mız Gwyneth Paltrow, ikincisi Kate Beckinsale ve üçüncüsü de Romola Garai. Tamam işin içine Romola girdiği için objektif olamayabilirim ama yiğidi öldür hakkını ver. Romola bu üçlü grup arasında açık ara farkla en mükemmel Emma olmuş durumda. Paltrow rol için fiziken sahip olduğu avantajlara ve büyük bir hollywood prodüksiyonunda yer almasının verdiği kolaylığa rağmen, Emma'nın hakkını veremiyor. Evet izleyenini gıcık edebiliyor, doğuştan taşıması gereken asaleti gözümüze gözümüze sokabiliyor ve tamam, Romola'nın olmadığı bir evrende belki Emma olarak da kabul edilebilir. Ama gene de gereğinden fazla duygusuz duruyor. Beckinsale ise tek kelimeyle çirkin kalıyor. Büyük olasılıkla filmin genelinde yaratılan karanlık atmosferden ve özen gösterilmemiş gibi duran kostüm-makyaj bölümünden dolayı. Ama kendisi de Emma olabilecek gibi durmuyor zaten rolün içinde. Çok düz, pırıltısız ve neşesiz, hatta biraz fazla soğuk.
Knightley'ler
Austen erkekleri arasında en sevilenlerden biri olan Knightley'e geldi sıra. Doğumunu ve büyümesini izlediği, bir büyük kardeş, yönlendirici, akıl verici ve çok sıkı bir dost olduğu bir kadına yavaş yavaş ama emin adımlarla geliştirdiği bir aşk besleyen, bu aşkın gözünü kör etmediği aksine sevdiğinin daha iyi bir insan olabilmesi için uğraşan, onun yanlışlarında kendisi için değil onun için acı çeken, olgun ama yalnız bu adamı oynayabilmek hakikaten denge işidir. Büyük çaba gerektirir. Bu yüzden ilk Knightley'miz Jeremy Northam, neredeyse mükemmel bir iş çıkarıyor. Sadece birazcık fazla insancıl ve yumuşak başlı görünüyor o kadar. İkincisi ise tam bir felaket : Mark Strong, aynı yıl içinde ancak bu kadar farklı iki Knightley yorumu yapılabilir diye düşündürüyor insanı. Mark Strong'un Knightley'si siniri tepesinde, insanı korkutan, karanlık ve gergin bir karakter çiziyor. Resmen ekranda göründüğü her saniyede insanın tüylerini ürpertiyor ve niye böyle yaptığını anlamak mümkün de değil. Sonuncu Knightley'miz daha önce Edmund Bertram'lık da yapmış olan Jonny Lee Miller. Onun performansı içlerinden en iyisi. Belki elindeki senaryonun verdiği avantajdan dolayı, belki Austen erkeklerine aşina olduğundan, her şeyi olabilecek en mükemmel şekilde ve en dengeli biçimde ortaya koyuyor. Sadece görünüş açısından biraz daha toy veya genç görünüyor, o kadar.
Harriet Smith'ler
Harriet Smith, Emma'nın oyuncağı olmuş, saf, masum ama bir o kadar da salak bir genç kız olarak oynanması gayet eğlenceli görünen bir karakterdir. Hikaye boyunca üç farklı adama aşık olabilip, ikisi için de aşk acısı çekmesi gerekir. İlk Harriet'ımız Toni Collette resmen azman yavrusu şeklinde kalmış. Ne saf, ne de masum görünüyor. İkincisi Samantha Morton, tamamen insanın sokakta bulduğu kedi yavruları kıvamında. Karaktere oldukça iyi uyum sağlamış. Üçüncüsü Louis Dylan'sa masum ve çocukça görünmesinin yanında bir parça güzellik de katmış Harriet'a. Oyunculuk açısından Louis Dylan da Samantha Morton da hakkını vermiş durumda.
Elton'lar
Elton karakteri tipik kendini beğenmiş, zengin avcısı ama kötü kalpli-salak erkek tiplerinden biridir Jane'in. Daha önce P&P'de Collins karakteriyle tanıdığımız bu tipleri yönetmenler ya cidden yakışıklı ve kötücül seçmeyi başarırlar ya da sadece kötücül suratlı bir karakter oyuncusu bulup, gerisini seyircinin hayalgücüne bırakırlar. Bu açıdan bakıldığında ilk Elton'ımız ikinci gruba giriyor. Alan Cumming, bildiğimiz çizgifilm suratlı oyunculardan olduğundan istediği kadar iyi oynasın, gene de Elton'ı gerektiği gibi gösteremiyor. İkinci Elton, Dominic Rowan'sa ne akla hizmet seçilmiş kestirmek mümkün değil. Ukala tombul çocuklara benziyor. İşte bu aşamada sonuncu Elton olarak karşımıza Blake Ritson çıkıyor ve kesinlikle Edmund Bertram olmaktan çok daha fazla yakıştırıyor Elton gömleğini üzerine. Neredeyse Justin Bieber tarzı saçlarıyla ve kendinden emin ama bir o kadar da fırsatçı duruşuyla, resmen herkesten sahne çalıyor. Açık ara en iyi Elton.
Jane Fairfax'ler
Jane Fairfax de kişisel hikayesinin arkaplanı ve hikaye-zaman çizgisindeki yaşantısı açısından dengeli gösterilmesi gereken bir karakterdir. Ezik ama akıllı, sessiz ama içinde başkaldıran, güzel ama parıl parıl olmayan bir performans sergilemelidir bu role soyunan oyuncu. İlk Jane Fairfax olan Polly Walker işin güzellik ve fettanlık kısmına ağırlık vermiş gibi görünüyor. Ezik veya sessiz görünmekten çok uzak ki bu da aslında biraz denese iyi olabilecek bir performans sergilemesine engel olmuş vaziyette. İkinci Jane Fairfax olan Olivia Williams tam anlamıyla duru güzelliği, masum sessizliği ve istediğinde birçok şey anlatan bakışlarıyla neredeyse mükemmel bir şekilde karaktere hayat veriyor. Ama o da karakterin zaman zaman öne çıkartılan hastalıklı görünüşünü başarıyla veremiyor. Son Jane Fairfax'ımızsa Laura Pyper. O da rüzgar esse ölecekmiş gibi duran bir kuş yavrusu halinde. Esasında başarılı oynuyor ama biraz fazla narinlik katıyor işin içine. Gerçi gene de gerekli zamanlarda gösterdiği heyecan ve canlılık halleriyle rolün hakkından gelmesini bilmiyor değil.
Frank Churchill'ler
Ve bu hikayenin Knightley'den sonraki en zor ikinci karakterine geldi sıra : Frank Churchill. Tüm içyüzü son on sayfada ortaya çıkan bir karakteri hakkıyla oynayabilmek gerekir. Yani haberi olmayan seyirciye hiçbir şey belli etmeden ama kuşkulandıracak şekilde, haberi olan seyirciye de vay be bak sen şu zibidiye nasıl da örtüyor üstünü dedirtecek cinsten görünmek zorundadır bu roldeki oyuncu. Bir yandan da kişiliğin gerektirdiği cazibeyi, ukalalığı ama acı çeken ifadeyi, iç karmaşıklığını göstermelidir. İlk Frank Churchill olan Ewan McGregor maalesef sınıfta kalıyor. Cazip görünmediği gibi, resmen zıpçıktı bir ergen havasında. İkincisi Raymond Coulthard'sa gayet yakışıklı, cazibeli görünüp, bir yandan da insanın kuşkularına dokunacak denli ince rötuşlar yapıyor. Bu performansa adeta meydan okuyan Rupert Evans'sa 2009'daki mini-dizide mükemmelin tanımı yaparak ortaya koyuyor Frank Churchill'i.
1996'daki hollywood senaryosu, film açısından yapılabilecek en düzgün iş gibi görünüyor. Her açıdan harcanan paranın hakkını verme yolunda ama bir kısım eksiklikleri de yok değil. Arada hikayenin ilerlemediğini veya yavanlaştığını fark edebiliyorsunuz. 1996'daki tv filmiyse içine kitabın almadığı ama biraz hayalgücüyle çıkarım yapılabilecek detayların katılmasıyla geliştirilmeye çalışılmış ama o kadar karanlık o kadar sert bir havası var ki böylesine parlak-neşeli bir hikaye ancak bu kadar kötüleştirilebilirmiş gibi. Woodhouselar resmen burjuva, geri kalan insanlar da zavallı ortaçağ fakirleri gibi gösteriliyor. 2009'daki dizi bu açıdan içlerindeki en güzel, eli yüzü düzgün, neşeli, mutlu senaryo. Zaman avantajıyla da birlikte olabilecek en mükemmel uyarlamayı sunuyor izleyiciye. Birebir olmadığı yerler onun da var tabi. Ama bu geliştirmeler o kadar güzel ayrıntılar haline geliyor ki ben niye düşünemedim bunu tabi ya! diyorsunuz bir yandan izlerken. Bu yüzden 2009 uyarlaması tam da olması gerektiği gibi, insanı mutlu eden, sevimli bir Emma hikayesi.
(Önceki dosyalar Sense&Sensibility, Pride&Prejudice, Mansfield Park)

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 3 : Mansfield Park

Mansfield Park, Jane'in S&S ve P&P'den sonra yayınlanma sırasına göre üçüncü romanı. 1814'te yayınlanan roman, isminin de belirttiği üzere Mansfield Park adındaki evde geçiyor. Diğer iki kitap gibi sevilerek okunsa da uyarlama açısından biraz geride kalmış gibi görünüyor. Gerçi sonradan göreceğiz, bu konuda en geride olan Northanger Abbey. Neyse, Mansfield Park'ın sadece üç kez tv-sinemaya uyarlanmış olmasının nedeni belki de P&P gibi birçok insanın hayallerini süsleyen bir aşk hikayesi içermiyor olması, esas oğlan Edmund Bertram'ın ne bir Darcy ne de bir Wenthworth olmaması, günümüze oldukça uzak bir temele kurulu olması (başroldeki aşkın kahramanlarının teyze çocukları Fanny ve Edmund olması yani) veya hepsi birden olabilir. Benim de en az sevdiğim, hatta hiç sevmediğim kitabıdır Jane'in. Okurken ne zaman bitecek diye beklediğim tek romanı belki de. Tüm hikaye boyunca - Jane'in de tarzını bildiğimden - ne olacağını neredeyse hiç merak etmemiştim. Sadece bir Henry Crawford twisti beklemiştim, umutsuz bir hevesle, ama Jane bu - her zaman kötüler kötü, iyiler de iyidir ve sonlar hep iyi karakterlerin kavuşup mutlu olmasını barındırır.
Mansfield Park'ın hepi topu üç uyarlamasından son ikisini 1999 tarihli Patricia Rozema'nın yazıp yönettiği sinema filmiyle 2007 tarihli ITV1 yapımı televizyon filmini karşılaştırıyoruz:
Fanny Price'larımız
1999'daki Fanny Price'ımız Francis O'Connor. Kendisi Madame Bovary'lik de yapmış, güzel, çıtı pıtı, pek sevimli bir kadındır normalde. Bu sebeple olsa gerek, Fanny olarak gayet yerinde bir seçim gibi görünüyor. Jane'in karakterlerini genelde fiziki değil de duygusal-düşüncesel olarak tarif etme huyundan dolayı kafamızda canlanabilecek olası Fanny görüntüleri arasında bir parça güzel bile duruyor hatta. Ama 2007 Fanny Price'ı Billie Piper tam bir şaka. Evet tıpkı 1995 yılındaki Jane Bennet gibi bu da toptan bir şaka. Oturup, sanki özellikle, ilginç ve derinlikli gösterilmesi bu kadar zor olan bir karakteri nasıl daha sığ, daha basit gösteririz diye düşünüp taşınıp bulmuşlar gibi. Billie Piper'la kişisel bir meselem yok (evet diğer pek çok kadın oyuncuya var, farkındayım o yüzden belirtiyorum yani) ama zaten beni boğan bir karakteri, tamamen anlatımın dışına taşıyor. Onun yarattığı Fanny, ortalıkta hoplaya zıplaya dolaşan, çiçekler koklayan, gülümseyerek mahzun mahzun bakışlar atan, saftoriğin, çocuğun teki olup çıkıyor adeta. Ayrıca kostüm tasarımcısının bir şakası olsa gerek, Bertram kızkardeşlerden çok daha fazla sokuyor Fanny'nin korseyle fırlatılmış göğüslerini gözümüze gözümüze. Hani nerde kaldı bu kızın dışlanmışlığı, evin dış kapısının mandalı hali, fakir ailesine aitliği, yalnızlığı, çekingenliği? Öte yandan Francis O'Connor'ın çizdiği Fanny portresi de mükemmel değil tabiki. O da işin içine gereğinden fazla zeka ve soğukluk katıyor mesela. Ama elimizdekinin en iyisi gene o.
Edmund Bertram'larımız
Edmund Bertram olayı daha da ilginç. Şimdi zinciri takip edin. 1999'da Edmund'u oynayan Jonny Lee Miller, 1983'teki dizi uyarlamasında Fanny'nin kardeşini oynarken, 2009'da da başka bir Austen uyarlaması olan Emma'da Knightley karakterine hayat verdi. Buna karşılık 2007'deki Edmund Bertram olan Blake Ritson, aynı Emma'da Elton'ı oynadı. Takip edebildiniz mi?
Jonny Lee Miller, Edmund Bertram olarak esasında oldukça iyi. Yani bu kadar sıkıcı ve boş bir karakteri nasıl iyi oynayabilirseniz o kadar işte. Saf, temiz, duygulu, düşünceli ve sıkıcı görünüyor tam anlamıyla. Blake Ritson'ının da ondan aşağı kalır yanı yok. Ama sadece bir parça daha önde olabileceğini düşünüyorum oyunculuk açısından çünkü karşınızda öyle bir Billie Piper'la oynayabilmek hakikaten alkışlanabilecek bir çaba kanımca. Ama gene de Jonny'nin Edmund'u daha uygun gibi.
Tom Bertram'larımız
Tom Bertram karakteri özel muamele gerektiren bir karakterdir. Hem her şeyin onca dışında görünür, hem de bir o kadar içindedir. Mansfield Park'ın asıl sorununu, tüm dinamiklerini bir şekilde o yansıtır, bakmasını bilen için. 1999'da James Purefoy elindeki senaryonun da sağladığı avantajlarla iyi şeyler yapıyor, ama 2007'de James D'Arcy de harikalar yaratıyor. Görüntü açısından ikisi de uygun bunun dışında.
Bertram kız kardeşleri-1999
Bertram kız kardeşleri-2007
Bertram kızkardeşler her iki uyarlamada da idare eder vaziyetteler. Victoria Hamilton ve Justine Waddell 1999'da iyi birer Maria ve Julia iken, 2007'de Michelle Ryan ve Catherine Steadman daha parlak ve ilgi çekici görünüyorlar. Ya da belki Michelle Ryan'ın göründüğü her sahne benim için zaten ilginç olduğundan olabilir.
Crawford kardeşler
Crawford kardeşler de bu hikayenin kötüleridir. Jane genelde hikayelerinde çekici ve kötü adamlara yer verir iş bozan olarak ama burada bir değişikliğe girişip, olaya bir de kötü kadın eklemiş. Hem de diğer kötü gibi görünen ama aslında saflıklarından, salaklıklarından öyle durumlara düşenlerin aksine, Mary Crawford içten de kötü. Ama bir yandan da aynen erkek kötülerde olduğu gibi onun da oldukça çekici ve iyi karakterleri kendine aşık edici bir yanı olması gerektiğinden, hem 1999'daki hem de 2007'deki Mary Crawford seçimleri oldukça başarılı. Embeth Davidtz'in de Hayley Atwell'in de belli bir cazibesi ve güzelliği var. Üstüne bir de yeteri kadar şeytani görünebiliyorlar. Davidtz duru bir performans sergilerken, Atwell parıltılı bir hava veriyor karaktere.
Ve bu boğucu hikayenin en ilginç karakteri Henry Crawford. Jane'in katı ahlakçılığı ve esnemez kalıpları olmasa, belki de çok daha ilginç bir olaya gidebilecek bir halde olan karakterin canlandırılması için gereken, Jane'in yazdığı haliyle, iyi görünmesinin yanında hemen ilk bakışta "womanizer" olduğu da anlaşılacak, ama bir o kadar da ne yaptığını bilerek cazibesini gösterebilen bir adam. 1999'da Alessandro Nivola hem bir yandan yakışıklı, çekici ve zeki görünürken bir yandan da ufak şeytani bakışlar atabiliyor. 2007'de Joseph Beattie ise işin şeytani yanına daha çok yüklenmiş gibi görünüyor.
Mansfield Park diğer Austen romanlarından oldukça farklı görünür. Tek bir mekanda, sadece burda yaşayan ve buraya sürekli ziyarete gelen insanların arasında olanları, yaşananları, tek tek karakterlerin dünyalarını anlatır. Bu anlatımı da yine bu karakterlerden biri olmasına rağmen tüm bu curcunanın dışındaymış gibi duran Fanny Price'ın keskin gözlemlerinden ve kendine özgü eleştirisinden geçirerek bize ulaştırır. Olaylardan çok düşünceler, hareketler, bakışlar, kişilikler incelenir. Bu yüzden seyredilebilecek bir hale gelmesi için oldukça iyi bir senaryo yazımına ihtiyacı vardır. 1999'da Patricia Rozema bu yüzden oturup, kitaptan aldıklarına, Jane Austen'ın kişisel mektuplarını, kısa hikayelerini katıştırarak ve çok daha eleştirel, çok daha sert, keskin bir Mansfield Park ortaya çıkartarak bunu sağlamaya çalışmış. 2007'de Maggie Wadey ise kitabın olaylarının içine günümüz diyaloglarını-kendi diyaloglarını ve tepkilerini- katarak bir şeyler oluşturma çabasına girişmiş. Kitaptan nerdeyse hiç hoşlanmadığımı söylemiştim, bu yüzden 1999'daki sinema filmi hikayeyi benim için izlenebilir kıldı ama 2007'nin pek bir özelliği yoktu. Sonuçta Patricia Rozema'nın filmine 2007'nin Bertram kardeşlerini (Edmund hariç) katarak, tercih edebilirim.

14 Ağustos 2011 Pazar

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 2 : Pride&Prejudice

Jane'in (1811'de) yayınlanan ilk romanı Sense&Sensibility'nin son iki uyarlamasına bakmıştık : http://neverlandhikayeleri.blogspot.com/2011/08/jane-austen-uyarlamalar-dosyas-1-sense.html
S&S'den iki sene sonra 1813'te Pride&Prejudice yayınlandı. Jane'in en çok bilinen ve belki de en çok sevilen-okunulan kitabı olan P&P, yüzyıllardır dünya üzerindeki pek çok kadının başucu kitabı aynı zamanda. Barındırdığı o nefis mizah, eleştiri ve gözlemler, incelikli bir alay duygusuyla dokunmuş iflah olmaz bir romantizmle bu hikaye, bizlere, gururunu yenmeye çalışan Darcy'yle önyargılarına boğulmuş Elizabeth'in aşkının etrafında hiç eskimeyecek bir klasiği anlatıyor. Aynı zamanda Jane bununla, hepimizin ahını almış durumda. Bunca mutsuz kadınla dolu bir dünyaya, Darcy karakterini tanıştırmanın, dahası büyük bir umutla onun varlığına inandırmanın ne gereği vardı diye hayıflanıyoruz her defasında.
Bu yüzdendir ki en çok sinemaya, televizyona uyarlanan romanı da bu olmuş Jane'in. 1940'ta başladığı film ve dizi yolculuğuna hala devam etmekte P&P. Aralarından yine son ikisi sayılabilecek 2005 yapımı Joe Wright yönetmenliğindeki sinema filmi ile 1995 yapımı BBC'nin mini televizyon dizisini karşılaştıracağız.
Elizabeth Bennet'larımız
Dizideki Elizabeth Bennet'ımız Jennifer Ehle ile filmdeki Elizabeth'imiz Keira Knightley'nin tamamen farklı farklı ele alınması gerektiğini söyleyerek başlamak lazım. Çünkü ikisi de aynı kitabın aynı karakterini canlandırmış olsalar da, bu çok sevilen-hayranlık duyulan karakteri kendilerine göre yorumlanmış vaziyetteler. Jennifer Ehle biraz daha Jane'in çizdiği Elizabeth'e yakın durmaya çalışıyor ama gene de onu daha güleryüzlü, daha anaç ve belki bir parça daha sessiz hale getiriyor. Buna karşılık Keira Knightley, tamamen bir erkek-fatmaya çevirdiği Lizzy'nin üzerine bol bol eleştiricilik, canlılık, çenebazlık ve gençlik ekliyor. Esasında Jane'in yarattığı Elizabeth Bennet da tam olarak bu ikisinin karışımı olurmuş gibi geliyor bana. Ehle'nin performansı içimi ısıtsa da sanırım buna göre Keira'nın Elizabeth'ini tercih ediyorum.
Darcy'lerimiz
İşte en zorlayıcı performans : Darcy. Şimdiye kadar hangi oyuncu bu gömleği giymişse, bu inanılmaz karaktere hayat vermeye çalışmışsa, hepsi de bir şekilde başarılı olmuş. Bu kadar yüksek beklentilere cevap verebilmek için hepsi sorgusuz sualsiz kendini parçalamış. 1995'teki Colin Firth'ün ve 2005'teki Matthew Macfadyen'ın da yaptıkları farklı değil. Yani karakter açısından tabiki farklı şeyler yapmış durumdalar-kısmen. Ama başarmaya çalıştıklarının kesinlikle üstesinden gelmişler. Colin Firth, zaten 2005'e kadar, ki ondan da sonra hala, dünya üzerindeki kadın nüfusunun tek Darcy'si olarak biliniyor. Onun dizide çizdiği gurur abidesi, aşık, güçlü ama kendi zincirlerine hapsolmuş ve onlarında içinde bocalayan, o derinden ama büyük büyük ilerleyen Darcy'si tam anlamıyla Jane'in anlatmaya çalıştığı, yaratmaya çabaladığı mükemmel adam kalıbını oluşturuyor. İnanılmaz bir performans, insanı kendinden geçirtecek denli şahane bir oyunculuk. On yıl sonra Matthew Macfadyen'ın yarattığı Darcy'nin bundan aşağı kalır yanı yok. Fiziksel olarak karaktere daha fazla bir çekicilik katmasının yanı sıra, onunla çok daha iyi empati kurabileceğimiz, hissettiklerini daha fazla içimizde hissedebileceğimiz şekilde bakışlar ve duygular da ekliyor Macfadyen Darcy'ye. Firth'ün göldeki sahnesi ne kadar karizmatik, acı dolu, duygu doluysa; Macfadyen'ın yağmur altındaki evlilik teklifi ondan çok daha unutulmaz, çok daha duygu yüklü, insanın içini acıtacak denli kusursuz bir sahne oluşturuyor. Sanırım bundan sonraki ilk muhtemel Darcy'nin işi oldukça zor olacak.
Jane Bennet'larımız
Jane Bennet karakteri, Jane'in romanlarında yarattığı onca karakter içinde hemen hemen güzellik timsali olarak tanımladığı çok az karakterden biridir. Bu açıdan, bu kadar zor bulunan bir durumu en iyi şekilde sergilemek gerekirmiş gibi geliyor bana. 2005'te Rosamunda Pike'la adeta sayfalardan fırlayıp perdede parlayan masumiyet, güzellik, iyilik ve sevgi timsali Jane Bennet'ı görürken, 1995'te sadece şaka görüyoruz. Susannah Harker bildiğiniz şaka. Öyle söyleyeyim siz anlayın.
Bingley'lerimiz
Bingley rolü ise onu oynayan her aktörü şaşmaz bir şekilde seyirciye sevdiren bir roldür. Jane'in de büyük ihtimalle yazarken uygun gördüğü ve düşündüğü de buymuş gibime geliyor. Crispin Bonham-Carter da Simon Woods da hem fiziki olarak hem de duruş olarak tam birer Bingley haline gelmişler. Kendilerinden bekleneni fazlasıyla veriyorlar, sadece Simon Woods bir parça daha sevimli gösteriyor Bingley'yi, ki böylesine sevimlilik abidesi bir karakteri daha ne kadar sevimli gösterebilirsiniz siz düşünün artık.
Wickham'larımız
Wickham karakteri ise Jane'in her romanında olmazsa olmaz kötü ama yakışıklı-çekici erkek rolünün P&P versiyonudur. Jane her hikayesinde şaşmaz bir şekilde böyle bir erkek çıkarır karşımıza ve onu tanımayanlar için önce çekici gösterir karakteri, ki bu aslında onun "kötü bu adam" demesinin yoludur biz biliriz, ardından da gerçek yüzünü ortaya çıkartıp, mutlaka ama mutlaka iyi karakterlerimize ufak da olsa bir hasarla birlikte ortadan kaybeder onu. İşte bu yüzden ciddi anlamda, ilk bakışta akılları baştan alacak ama daha sonra iç yüzünü gördüğünüzde "haa anlamıştım bak zaten yüzündeki o bakışlardan bunun içinde bir pislikler olduğunu" dememizi sağlayacak bir oyuncu olmalıdır bu karakterlerin gömleği içinde. Dizideki Adrian Lukis bir anlamda böyle görünebiliyor. Ama filmdeki Rupert Friend önce yakışıklı masumiyet kokan suratı ve ardından korkakça saldıran şeytani görünüşüyle cuk diye oturuyor Wickham rolüne. Ya da tamam, ben yakışıklı deyince sarışın olsun istiyorum karakterlerin, öbür türlüsünü beğenemiyorum :p
Bennet sistalar
BBC'nin senaryosu tabiki kitabın neredeyse birebir kopyası ama Deborah Moggach'ın yazdığı senaryo da barındırdığı pek çok değişikliğe rağmen fena bir iş çıkarmıyor ortaya. Hatta en az kitap kadar güzel hale gelmiş bu şekilde Darcy ve Elizabeth'in hikayesi. Ama bu durumda ortaya sanki kitabın uyarlanmasının dışında birşey çıkmış gibi geliyor bana. Yani 2005'teki bu filmi bir P&P uyarlamasından çok kendi başına ayakta duran ama Jane'in yazdıklarından ilham almış bir sinema filmi gibi görmek lazımmış gibi. Bu anlamda başarılının ötesinde bir Austen uyarlaması izlemek için diziyi, mükemmel bir gurur ve önyargı hikayesi izlemek için de filmi izlemeyi tercih ederim. Ama ikisi arasında bir seçim yapmak, bu çikolata mı yoksa o çikolata mı diye karar vermeye benziyor.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 1 : Sense&Sensibility

Sense&Sensibility, Austen'ın 1811'de yayınlanan ilk romanı. Elinor ve Marianne Dashwood adlı iki kız kardeşin hayatlarını merkeze alarak, aşkta ve ilişkilerde, yaşamda zıt karakterlerin duruşlarını, tepkilerini anlatıyor. Babalarının ölümünün ardından, üvey erkek kardeşleri tarafından neredeyse kovulmuş kadar olup, yaşadıkları hali vakti yerinde evden ve yaşamdan ayrılmak zorunda kalan Dashwoodlar, bir anne ve üç kızkardeşten oluşuyor. Elinor ve Marianne yakın yaşlarda (18-20 civarı), en küçük Margaret ise 10'lu yaşlarının başında. Yeni yerleştikleri oldukça fakir sayılabilecek yerde, yeni insanlarla ve aşkla tanışıyorlar. Erkek karakterlerimiz Edward Ferrars, John Willoughby ve Albay Brandon. İlk başta sıkıcı gelse de ilerleyen bölümlerinde oldukça güzel hale gelen bir hikayesi var S&S'in. Özellikle benim gibi ara ara Elinor'la aranızda bağlantılar kuruyorsanız, daha da ilgi çekici olabiliyor.
Pek çok uyarlamasından son ikisini; Ang Lee'nin 1995 yapımı sinema filmini ve BBC'nin 2008'deki tv dizisini karşılaştıracağız:
Elinor'larımız
1995'teki Elinor'umuz Emma Thompson şahane bir oyuncu olmasına ve karakteri inanılmaz oynamasına rağmen benim için bir türlü Elinor gibi görünmedi. O senede neredeyse anneleri yaşında ve olgunluğunda görünüyor. Keşke sadece senaryoyu yazıp, geri çekilseymiş. Ya da bir 15 yıl önce Elinorluğu deneseymiş.
Bunun yanında 2008'deki Hattie Morahan müthiş. Hem görüntüsüyle, hem de çizdiği Elinor portresiyle. Sayfalardan fırlayıp, önünüzde kanlı canlı, tüm o ciddiliğiyle ama içinde fırtınalar esen haliyle Elinor'u önünüzde buluyorsunuz. Gözleri her bakışında bir şey anlatıyor, duruşu her sahnede kuralları gösteriyor. Tek kelimeyle muhteşem.
Marianne'lerimiz
1995'in Marianne'i Kate Winslet karakterin yaşına uygun görünüyor, canlılığını oldukça iyi yansıtıyor. Filmin içinde yerinde bir Marianne seçimi gibi. İlk baştaki pervasızlığını da sonraki değişimini de iyi bir şekilde hissettiriyor.
2008'in Marianne'i de Charity Wakefield. İlk bakışta seneler öncesinden ilham alınmış, Kate Winslet'in yeni bir versiyonu bulunmuş gibi görünüyor. Ama izlemeye devam ettikçe, onun da neredeyse Winslet'inkini katlayan oyunculuğuna hayran kalıyorsunuz.
Edward Ferrars'larımız, resmin kaynağı : knigtleyemma
Edward Ferrars meselesi ayrı bir sorun. Kitaptan dolayı herkesin kendi kafasında yarattığı bir şekli vardır Ferrars karakterinin ama sinema filminde Hugh Grant sayesinde tamamen sümsük ve zerre ilginçliği olmayan bir karakter haline gelmiş durumda. Ama tv dizisindeki Dan Stevens resmen Edward'a yeniden kan veriyor. Öylesine olağanüstü duygu dolu, derinliği olan, düşünceleri olan bir karakter ortaya koymuş ki Stevens, kitabı okurken o kadar da etkilenmediğiniz bu aşk, dizideki en etkileyici hikayeye dönüşüyor.
Willoughby'lerimiz, resmin kaynağı : a lovely time
Willoughbylerin ilki Greg Wise, 95'te iyi bir iş çıkarmış olsa da pek göze batmıyor. İkincisi Dominic Cooper ona göre 2008'de daha canlı ve duygulu bir Willoughy portresi çizmiş.
Albay Brandon'larımız
Ve en doldurulması zor karaktere geldik. Albay Brandon, her iki uyarlamada da resmen izleyeni kendinden geçirtecek performanslarla hayat bulmuş durumda. 1995'te Alan Rickman'ın o müthiş Brandon'ınına karşılık, 2008'deki David Morrissey mucizesi var. İkisi de gururlu, doğrucu ve acı çekmiş, aşık Brandon ruhunu o kadar başarılı bir şekilde sunuyor ki hangisi daha iyi karar vermek söz konusu bile olamaz.
Dashwood kardeşlerimiz
Hikaye açısındansa Emma Thompson'ın film senaryosu biraz tutuk ve durağanken, dizinin süre avantajından da dolayı Andrew Davies'in senaryosu kitaba oldukça bağlı olmasının yanında bir o kadar da akıcı ve eğlenceli.
Sonuç olarak ben izlenmesi için 2008 tarihli BBC versiyonunu tercih ederim ve öneriyorum. Sinema filmi de belki Kate Winslet ve Alan Rickman için izlenebilir. Ama önermem. Ang Lee'nin kafasına domatesler fırlatmak isteyebilirsiniz.

22 Haziran 2011 Çarşamba

"What Would Jane Do?"

Bilmem ki Jane olsa ne yapardı, ne yazardı?
Elinor Dashwood gibi içinde kopan fırtınaları dibe itip, sadece yapması gerekenleri yapıp, söylemesi gerekenleri mi söylerdi? Yoksa Marianne Dashwood gibi hiç kimseye hiçbir şeye aldırmadan sadece içinden geldiği gibi, korkmadan hissettiklerini mi yaşardı?
Elizabeth Bennett gibi ince zekası ve kıvrak diliyle cezalandırıp, parlak bakışlarıyla mest mi ederdi?
Fanny Price gibi her zaman en iyisini düşünüp, "o nasıl mutlu olursa" mı derdi?
Emma Woodhouse gibi kendine ve aklına sonsuz güveniyle hepsini çözdüğünü mü düşünürdü?
Anne Elliot'un önce kendine güvensizliğini, sonra pişmanlığını, umutsuzluğunu ve en sonunda da umudunun geri dönüşünü sabırla beklemesi gibi mi beklerdi?
Catherine Morland'ın macera dolu hayal dünyasına mı kaçardı yoksa?
Ya da belki sadece Jane olurdu. Her birinden biraz ve hepsinden daha fazlası.
Hakikaten Jane olsa ne yapardı bu durumda? :)

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...