16 Mayıs 2025 Cuma

Ocak '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim


Aslında geçen sene başlamıştım böyle her ay yeni çıkan müzikleri gün gün çıktığı gibi dinlemeye ve oo ne varmış ne yokmuş diye bakmaya ama tam sistemli bir şekilde neyi beğendim diye kayıt tutmaya başlamam bu senenin başında oldu. Sonra dedim madem tam kayıt altında tutmuş olayım, burada paylaşayım. Ama tabi araya hayat girdi, kader girdi, Ocak ayının son gününde tamam yazayım diye düşündüğüm şey her ay birike birike bugünlere geldik.

 Ocak ayı içinde çıkan yeni "k-music" parçalarından hoşuma gidenler böyle o zaman. Yargılamayın. Dinlemeye çalışın (ya da izlemeye işte her neyse).

1. 석매튜 (ZEROBASEONE), 박건욱 (ZEROBASEONE) - Backpacker (스터디그룹 OST)

 

Zerobaseone grubu, 2023'te çıkış yapmış bir erkek grubu. Yaptıkları müzik beni çok sarmadığı için pek de dinlemiyorum açıkçası. Arada yeni bir şarkı çıkardıklarında hımm neymiş diye bakıp, kapatıyorum. O yüzden bu şarkıyı aşırı aşırı sevdiğim bir dizi olan "Study Group"u izlerken duyduğumda aklımın ucuna bile gelmemişti Zerobaseone'dan iki üyenin söylüyor olabileceği.
Şarkıyı ne kadar sevdiğimi, günün her saatinde açıp dinlediğimi, havaya girdiğimi, yolda arabada öylesine durup dururken açıp dinlediğimi söylesem inanır mısınız? Bazen böyle arada bazı şarkılara takıyorum.
Şarkıyı gruptan Seok Matthew ve Park Gun Wook söylüyor. İkisini de tanımıyorum, biri 23 diğeri 20 yaşında daha. Ama şarkıyı ilk duyduğumda eskiden, ben çok daha gençken, rap daha rap olmaktan çıkmamışken ve Eminem filmlerde oynarken yapılan şarkılar gibi gelmişti. Çocukları görmeden şarkıyı dizide duyan hemen hemen herkesin de aklına gelen bu olmuş gördüğüm kadarıyla. Bu da çocukların hakkını teslim etmek gerektiğini gösteriyor.
Şimdilik anlayacağınız bu şarkıya tapıyor gibi bir şeyim.


  2. Minnie – HER ve Blind Eyes Red


Minnie, eski adı Gidle, yeni adı sadece idle olan kız grubunun bir üyesi. Taylandlı, gerçek adı Nicha Yontararak gibi bir şey (aslında daha uzun ve uğraştırıcı sanırım, Taylandlıların hepsi böyle isimlere sahip gibi görünüyor). Tek başına şarkı söylerken görüp, woow dedikten sonra bu kimdir necidir diye araştırırken dahil olduğu grubu keşfettiğim kişi aslında Minnie. Yani onun sayesinde Gidle'ı keşfettim ve dinlemeye başladım. Sonrasında aynı gruptan Yuqi'yi daha çok sevmeye başladım ama orası farklı bir günün hikayesi.
Daha önce birkaç şekilde single şarkıları ve dizi soundtracklerinde yer almışlığı var ama Ocak ayında ilk EP'sini çıkardı. "HER" isimli ve 7 şarkıdan oluşan albümü baştan sonra dinleyebildiğim ve keyif aldığım albümler arasına eklemiş oldum ama albümdeki aynı isimli bu şarkıyı özellikle sevdim.
Sözlerine bakmasak bile çok eğlenceli ve akılda kalıcı. Albümdeki tüm şarkılarda söz yazarlığı ve bestecilik yapmış durumda Minnie.
"Albümün başlık parçası "HER", Minnie'nin kendini keşfetme yolculuğunu özetleyerek albümün kalbi olarak hizmet ediyor. Şarkı, halk tarafından nasıl algılandığı ile gerçek benliğinin birçok gizli katmanı arasındaki karşıtlığı araştırıyor." diye yazmış bir İtalyan web sitesinde. Ama o kadar da takılmayalım anlamına bence. Ben dinlerken çok eğleniyorum, sanırım beğenmemin asıl sebebi bu.

 

Bu şarkı ise Minnie'nin "siren"vari havasına, sesine bir saygı duruşu gibi. İnsanın arada böyle açıp da kendini başka bir boyutta, başka bir hayatta hissedebilmesi ve kendi kendine hayal kurabilmesi için çok iyi bir tona sahip gibi geliyor bana. Böyle şarkıları, böyle dinlerken başka biri olabildiğim melodileri, hikayeleri çok seviyorum ben.

3. GoT7 – PYTHON


GoT7'ın varlığından haberim vardı, o konuda yalan yok. Ama hiç dinlememiştim, ilgimi çekmemişti bir şekilde yani bunca yıl. Çünkü şöyle bir durum var ve çok net: Çoğu sanatçıyı grubuyu canlı dinlemekle albümdeki kayıtlarını dinlemek arasında acayip fark var. Ben birçok şarkıyı albüm kaydı olarak duyduğumda müziği, sanatçının sesini, şarkı için önemli olan her şeyi birbirine girmiş bir gürültü karmaşası olarak duyuyorum genelde. Bu yüzden canlı olarak ya da ne bileyim konser kaydı gibi bir yerde dinlediğimde yuh bu şarkı çok güzelmiş ama dediğim o kadar çok parça oluyor ki. İşte GoT7 için de bu durumu yaşadım bir anlamda. 2016'dan beri içine daldığım bu k-music dalgasının içinde tabiki rastlamıştım şarkılarına. Ama hiç benim kulağıma iyi çalınan tipte gelmemişlerdi.
Pandemi döneminde gruptan Jackson Wang'ın "100 Days" klibinin görünce beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Benim için inanılmaz bir şeydi o zaman. Haa bu o gruptan mıymış falan deyip, konuyu kendim için kapatmıştım. Sonra arada JayB'nin şarkılarına denk geldim, dinlendim de ama yine çok sarmamıştı.
Grup olarak oldukça ilginç ve kilometre taşı bir hikayeleri var ama o da başka bir günün oldukça uzun bir hikayesi. Taa 2014'te kurulmuş bir grup. Ocak ayında "Winter Heptagon" isimli yeni albümleri çıktı, 9 parça içeriyor. Artık kaçıncı albümleri, ne sayılıyor bilmiyorum. Albümün her bir parçasını bir üye yapmış (ama hep beraber söylemişler tabi). Bu ilk parça "Python" Bambam isimli üyenin parçası (başka bir Taylandlı kardeşimiz daha).
Bu şarkıya rastlamamla gruba dikkat kesilmem bir oldu. Şarkıyı çok beğendim, kendime engel olacak değilim. Alt kısımda süregiden tempo ya da melodi her ne deniyorsa, benim için çok keyifli. Şarkının barındırdığı anlam için şöyle yazmışlar bir yerde: "Piton sadece aşkın pençesinin metaforu değil; aynı zamanda savaşamayacağınız duygulara yavaş ve kaçınılmaz bir şekilde teslim olmanın da sembolü." Bu sebeple anlamı ya da sözleri benim için çok bir önemli değil (yani beni yakalayan yeri orası değil).
"Piton, dişlerini çıkarmadan önce bir ninni gibi başlıyor." diye yazıyor aynı yerde. Beni yakalayan da tam olarak bu işte. Şarkı katman katman ilerliyor, her bir üye ile değişik bir tarza yavaşça dokunup, nazikçe ilerliyormuş gibi görünüp, dalgalara kapılmamı sağlıyor.
En çok Jackson'ın bölümlerinde (en başta 0:21'de başlıyor mesela) çok mutlu oluyorum. Jackson'ın hemen ardından Jinyoung'un başladığı kısımlar ise mutluluğum tavan yapıyor. Ki bu iki kısım sanıyorum nakarata giden köprüler oluyor. Nakarattan daha çok seviyorum bu köprü kısımlarını. Nakaratın ikinci kısmında Yugyeom'ın da söylediği kısımlar ayrıca favorim.
Bu şarkı ve bu albümleri sayesinde youtube'da grubun canlı kayıtlarını, çıktıkları programları, yaptıkları delilikleri izlemeye başladım. Ve bunca yıl neler kaçırmışım dedim. Çok eğlenceli, samimi, iyi çocuklar olduklarını gördüm. Yaptıkları müzik her zaman bu derece hoşuma gider mi şimdiden bilemiyorum tabi ama onları takip etmeye devam edeceğimi biliyorum.

4. Kickflip - "Mama Said (뭐가 되려고?)"



Kickflip grubu Ocak ayında çıkış yaptı, JYP'nin yeni erkek grubu. Son yıllarda çıkan grupların hep böyle isimleri oluyor, mantık nedir bilemiyorum.  Çıkış şarkılarından önce "Umm Great (응 그래)" diye bir parça yayınlandı, benim için sinir bozucuydu açıkçası müzikal olarak. Sonra bu "Mama Said" çıkış parçaları olarak yayınlandı. Hoşuma da gitti açıkçası, arada dinleyebilirim. Eğlenceli yani. Ama genel olarak baktığımda şimdilik bu grubun müziğini dinleyemem gibi görünüyor.

5. Crezl – Hakuna Matata


Crezl 2023'te çıkış yapmış bir grup. "Çapraz vokal dörtlüsü" diye tanımlanıyorlar ki tam olarak ne anlama geldiğinden emin değilim. Ama sanırım bu anlamadığım şey tam olarak bu şarkıda beğendiğim şey. Bu şarkı, ilk ve şimdilik tek dinlediğim Crezl şarkısı. 2023'te çıkış yapmışlar. Bu 4 şarkıcıdan biri şarkı içinde pop gibi söylerken öbürü operaya doğru yöneliyor, bir diğeri daha trot gibi söylüyor derken altta zaten devamlı bir geleneksel kore müziği devam ediyor. Şarkının sözleri daha çok bir gaza getirme, haydi koçum yürü be biz geldik tarzı bir şeylerden oluşuyor o yüzden çok da takılmayalım. Eğlenceli sonuçta. Ama işte asıl demeye çalıştığım ise bu şarkının bu geleneksele yaslanan altyapısı beni cezbeden. Çünkü sanırım elimde olmadan gördüğüm tanıştığım her kültürün bir şekilde geçmişini, temellerini, geleneksel halini daha çok canım çekiyor. 

6. Onew- winner



Onew, 2008'de çıkış yapan Shinee grubunun bir üyesi. Ben açıkçası Shinee dinlemiyordum, dinlememiştim yani. Sadece diğer birçok efsanevi gruptan haberim olduğu gibi onlardan da haberim vardı. Üyelerini de üstünkörü tanıyordum isimlerinden. Bir Taemin'in solo işlerinden biraz daha haberim vardı haliyle, bir de Minho'yu dizilerde falan görüyordum. Bu yüzden Onew'ün ki gerçek adı Lee Jingi, bu albümüne rastlayınca çok da bir fikrim olmadan dinlemeye başladım. Tüm albüm (ismi Connection), baştan sona çok hoşuma gitti. Gerçek anlamda benim için dinlenebilir, anlamlı şarkılardan oluşuyordu. Bir pop albümünden bekleyebileceğiniz kalitede bir albümdü işte baştan sona. Ama özellikle bu şarkı, Winner, dinlerken bir yandan içimi acıttı, bir yandan düşüncelerimi savurdu oralara buralara, boğazımı düğümledi, gözyaşlarımı gerilere iteledim durdum dinlerken.
"If I turn back time/Will I be able to correct my life?/Will I be able to put/Things back to where they belong?" diye başlıyor şarkıya Onew. "Is the dice of fateJust all about probability?/Our lives were sometimes unbearably cruel" diyor. Şarkı boğazıma kırık cam parçaları doldurarak başlıyor yani. Tam yutkunamazken bağırıyor birden "But, we're still young and wild and free" ve kendimi yumruklamak istiyorum. Kafa tutmaya, ayağa kalkmaya çalışıyor sonra "Raise your head and yell at the sky/I'm not going back/As long as the traces of my fights remain//I'll go through all of these/Even if I fall down, I'll get back up, I'll smile and ask you/Now, who's the winner?"
"Don't blame yourself, put the past behind you/Smash all your regrets and burn them away/Now I kind of feel like myself/Even if we get lost a bit, we get back on the right track in the end" diyerek güç veriyor. Ve sonunda "Who else but me can be the winner?" diye bağıra bağıra bitiriyor şarkıyı.
İnsanın 40'ına yaklaşmışken hala böyle hissediyor olması mümkün mü bilemiyorum tabi ama.

"Who else but me?"

7. Wei – Not Enough

 
Wei, 2020'de çıkış yapmış bir erkek grubu. Daha önce mutlaka denk gelip dinlemişimdir ama hoşuma gitmediğin dikkatimi çekmemiş de olabilir. Bu Ocak ayında çıkan yeni albümleri "The Feelings"in "Not Enough" parçasını ise duyduğum anda sevdim. Aslında oldukça normal sayılabilecek bir pop şarkısı. Sözleri de her zamanki gibi bir aşk şarkısının sözlerine sahip. Ama sevdim şarkıyı dinlemeyi.

8. Ari k – in the wake of losing you



Kim olduğu hakkında hiçbir fikrim yok Ari K'in. Şarkıyı dinledim ve normalde bu şekilde ballad tarzı mı deniyor artık işte bu tarzdaki aşırı yavaş, içli...şarkıları sevmiyorum artık. Ama bunu dinlemek iyi geldi. Bilmem belki de sesinin oldukça iyi olmasının etkisi vardır.
Yok ama asıl albüm kapak resmi aşırı hoşuma gitti, onun mu etkisi ki?


11 Mayıs 2025 Pazar

Previously on Neverland { 05.05 - 11.05 }

Cuma akşamı yediğim keşkül.
Çünkü keşkül severim.

 Kendimle gurur duyayım mı? Tam bir hafta sonra yine blogun başına oturabildiğim için. Neyse, hayatımda yolunda giden tek şey olarak dursun burada.

Geçen hafta boyu işe gittim tabiki. Ofisteki masamın altına sehpa çekip, ayağımı onun üzerine uzattım bu tüm hafta boyunca. İlk gün öğlende bir çıkayım yürüyeyim bakayım parka kadar dedim, daha parka ulaşamadan ayağım acıyordu. Zar zor döndüm ofise topallayarak. Bir an geliyor geçmiş gibi hissediyorum, yürüyüp gidesim geliyor. Ama yürümeye başlayınca da iyileşmemiş olduğunu görüp, sinirim bozuluyor. Sonraki günler binanın önündeki ağaçların altında oturabildim yalnızca. On beş adım. Maksimum dayanabildiğim mesafe oydu. 3 hafta oldu neden hala geçmedi kırılmamış çatlamamış bir şey, delirtici.

Yine doktor kontrolüm vardı bu hafta. Kontrol sırasında her şey iyi gibiydi, sonra kan sonuçlarım çıkınca doktorum işlemi bir ay daha ileriye attı. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemiyorum. Tüm bu durumun psikolojisiyle de baş edebildiğimi sanmıyorum açıkçası. Doktorun muayenehanesinde herkesle gülüşüp, konuşuyorum, iyiymişim gibi oluyor. Yani üstüne düşünmediğimi düşünüyorum. Ama oradan çıkıp, sokaktaki insanları, gökyüzünü ağaçları, dükkanları falan görmeye başlayınca bir şey oluyor. Cumartesi günü de oradan çıkıp eve gelene kadar ağlamamak için kendimi nasıl tuttum yollarda bilmiyorum. Yolun ortasında çöküp ağlamak istedim. Eve kadar tutup sonra, evde saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladım. Belirli bir şekilde düşünerek değil, bilmiyorum, öyle geldi.

Aynı cumartesi işte, doktora bu sefer arabayla gitmedim. Dedim ki hava güzel, ayağım da bence fena değil, şöyle bir hava almış olurum he olmaz mı? Çıkışta Kızılay'a yürümeye başladım. Başta iyi bir fikirmiş gibiydi ama ilk on beş dakikadan sonra topallamaya başladım yine. Tabi bir de yukarıda da dediğim gibi ağlama isteğiyle yutkunarak yürümeye çalışmak hiç güzel bir deneme olmadı haliyle. Üstüne bir de bu uçuşan şeyler var ya her baharda, hah işte onlardan da bana bir şeyler olmaya başlamasın mı? Burnum musluk gibi su halinde akmaya başladı. Cuma akşamı da Ce ve N ile dışarı çıkmıştım. Üniversiteden sonra herhalde ilk defa 12'ye kadar falan oturmuş olduk. Ama bu ihtiyar beden kaldıramadı herhalde, ertesi gün - doktora gittiğim gün işte - başım tuttu bir de. Ağrıdan bayılmak üzereydim bir yandan eve geldiğimde. Hem ayağım acımış, hem ağlıyorum, hem de başım çatlıyor. Yeteri kadar ağladıktan sonra yapılması gerekeni yaptım, duş aldım, çay demledim ve açıp en eskilerden bir tane kore dizisi açtım.


Boys Over Flowers'tı açtığım dizi cumartesi günü. Hallyu fırtınasının başlangıcında ben çok başka şeylerle uğraşıyor olduğumdan konunun asıl temellerini izlememiş durumdayım. Ekranda karşımda görünce açtım başladım. En başta çok çok çiğ geldi tabi. Sene 2009, kameralarda filtre yok, oyuncuların gözeneklerine dolmuş fondötenleri falan görebiliyorum. Şimdiki gibi herkese beyaz kapatıcıyı basmamışlar, herkes doğal esmer. Saçlar dayanılacak gibi değil, saçma sapan. Şimdinin kelli felli oyuncuları daha 20lerinin başında, zerre rol yapamıyorlar. Herkes repliğini söyleyip, duraklıyor bakıyor. Sahnelerde hiç bir akışkanlık yok, komik karakterler karikatürden daha karikatür. Ama yine de bir şeyler var, insan kendini izlemekten alamıyor. Mantığımı, aklımı, dikkatimi kafamın içinden çıkarıp, kanepede yanıma koyup izledim mi acayip keyif alıyorum. 6 bölüm falan izledim o gün tek oturuşta. Toparlanmamı sağladı.


Hafta başında da Another Simple Favor'ı izledim. 2018'deki ilk filmi ben 2019'un başında izlemiş, şurada da anlatmışım. O zamanki durumla şimdikinin bu kadar değişmiş olması ne tuhaf değil mi? 6 yıl önce izlediğim filmde neler olduğunu zerre hatırlamıyordum bu devam filmini açtığımda. Sadece keyif aldığımı hatırlıyordum ama olayları, hikayeyi tümden silmişim. O zamanlar Blake Lively hakkında herkes ne düşünüyormuş, ben ne düşünüyormuşum, şimdi ne hale geldi değil mi? Neyse, bu film ilki gibi hissettirmedi tabi. Anna Kendrick dışında ilk filmde beğendiğim herkes burada bana ıyk dedirtti mesela. Habire bir her karakterin küfretmeye çalışması, habire bir bel altı, her şeyin saçmalık olması falan...dayanılacak gibi değildi benim açımdan.


Haa bir bölüm de Resident Playbook izledim arada. Son zamanlarda çok önüme düşüyordu editleri, sanki aşırı tutulmuş gibi görünüyor. Bir de Kore'de çok beğenilen, sezonlarca yapılan Hospital Playlist dizisinin spinoff'u olduğundan merak etmiştim. Hospital Playlist'leri de izlemedim gerçi, 2020'de denk gelmemişti işte bir türlü. Neyse, bu Resident Playbook pek sarmadı açıkçası. Bir bölüm izledim diyorum ama o bölümü de bitiremedim ne yalan söyleyeyim. Karşımda çok iyi bir dizi olduğunu görebiliyordum ama içim almadı ne bileyim.

Bugün de tüm gün evi topladım. Ayağım ağrıdıkça oturup, The Haunted Palace'tan yayınlanan bölümlere yetişmeye çalıştım. Dediğim gibi en azından bu hafta da buradayım, bir iki satır da olsa yazabiliyorum ve şimdilik bu kadarı bile kendimle gurur duyabilmek için yeterli.

4 Mayıs 2025 Pazar

Previously on Neverland {24.04 - 04.05}

 

Bu bir dondurma. Marketten aldım.
Yediğim en mükemmel limonlu dondurmaydı.
Göstermek istedim :)

23 Nisan'da anlattıklarımın ardından ertesi sabah işe gittim tabiki. Öyle saçma bir halde topallayarak dolaştığım için odadakiler yeter artık dedi, hastaneye gitmem için ısrar ettiler. Kime ne kanıtlamaya çalışıyorum bilmiyorum böyle. Yani uzaydan yeryüzüne düşsem, çarptığım yerden kendi başıma kalkıp, yok yok bir şeyim yok hallettim ben deyip yürümeye devam edecekmişim gibi. Ayağım kocaman olmuş, ayakkabıya zor sığdırıp, bir de üstüne topallayarak servise binip işe gidiyorum. Kimse de yakama yapışıp, işe niye gitmiyorsun demiyor yani böyle bir durumda. Salaklığım işte, diyorum ya neyi ispatlamaya uğraşıyorsam.

Taksiye atlayıp, hastaneye gittim. Odadaki kimsede araba yoktu o saatte. Sabah trafiğinde taksi bulmam da kolay olmadı. Dedim artık bu trafikte kaç saatte gidersem gitti benim maaş. İşte bazen de evrenin bir şeyler yapası tutuyor herhalde, durakta taksi kalmadığı için ana yoldan çevirdiğim taksinin sürücüsü amca bastı gaza, en kısa yollardan, dominic torretto misali bulduğu en ufak boşluklardan ilerleyerek beş dakikada beni hastaneye attı.

Hastanede ortopedi doktoru haliyle bir hafta rapor verdi, hiç üstüne basmaman gerek, hep yukarıda tutman gerek, 3 haftada ancak geçer dedi. Doktorun yanından çıkıp, elimde raporumla bekleme yerindeki banklara oturup, boş boş etrafa bakındım önce. Sevinmekle ne yapacağım ben ulan arasında gidip geldiğim bir beş dakikanın ardından haber vermem gerekenleri hatırladım. Annemi aradım, tam rapor verdi doktor ama bir şey yok merak etme diyordum ki o da ben otobüsteyim zaten bir saat önce bindim geliyorum dedi. Tabiki annemin gelmesine çok sevinirim normalde, sevindim de zaten ama bir iki saniyeliğine o anda bir hayııır olmadım da değil. Çünkü öncesinde birkaç dakikalığına elimdeki rapora bakarken aklımda beliren görüntü nihayet evimde bir hafta şöyle sereserpe yattığım bir görüntüydü. Annem de yatabilmem için geliyordu zaten bunda sorun yok da, işte bir an böyle kendi başıma olacak olmamın bir değişik huzuru gelmişti üstüme. Birkaç saniyeliğine bile olsa öyle hissettiğim için kötü bir insan mıyım ki gene?

Annemin telefonunu kapatıp, ofistekileri aradım. Odadakilerden biri diğerinin arabasını alıp geldi, hastaneden alıp eve bıraktı beni. Evet dışarıdan acayip çaresiz görünüyorum. Akşamına annem geldi, başladım salondaki kanepenin üstünde anlamsızca yatışıma.

Pazartesi gibi ayağımın şişi inmeye başladı. Öyle olunca tüm morluklar sarılıklar yeşillikler daha belirgin göründü ve ilk günlerde hissetmediğim tüm acıyı hissetmeye başladım. İlk burktuktan sonra hoplaya hoplaya yürüyebilmemin sebebi ayağımın ve bileğimin davul gibi ödem tutmasından hiçbir şey hissetmeyişimmiş meğerse. Pazartesi'den itibaren acıyı ve ağrıyı hissetmeye başlayınca hiç güzel olmadı tabi. Doktorun verdiği merhemi sürüyordum ama hapları içmek istememiştim. Büyük ihitmalle haplar bunun içindi.

Annemle her gün sabahları önce müge anlı izleyerek başladı. Kahvaltıyı hazırlayıp kaldırırken sen yat kalkma dur sen yapma diye savaşarak geçti. Öğlenleri ne yapacağım diye etrafa bakındım her gün yattığım yerden. O birkaç saniye üzüldüm gibi oldu demiştim ya annem geliyorum deyince, hah işte o geçmek bilmeye gündüzlerde gizliydi onun sebebi. Kendi başıma olsam uyandığım andan itibaren açar bir şeyler izlemeye başlardım, saran bir şey bulmuş olursam da nasıl akşam olduğunu anlamadan sezonlarca dizi izlemiş olurdum. Oysa annemle otururken kendi başıma bir şey açıp izleyemedim haliyle. O yanımda sıkılırken ben bilgisayara bakacağım, olmaz yani. Zaten yıl boyu çok az görebiliyorum kadın muhabbet etmek istiyor, ben de yüzüne bakmak istiyorum yani. Aynı sebepten kitap da okuyamadım. Onun da izleyebileceği bir şeyler bulmaya çalıştım ama o kadar sarmıyor haliyle, 65 yaşında, filmi açtıktan on dakika sonra başka şeylerle uğraşmaya başlıyor ya da konuşmaya başlıyor. Tabiki bunlardan şikayet etmiyorum ama zaman geçmek bilmedi öyle olunca. Akşam üstü olunca da esra erolu açıp izledi. Akşam haberlerinden sonra da kanallardaki dizileri izliyordu survivorla senkronize bir şekilde. Bir onu açıyor, bir diziyi, ikisini de kaçırmamak için.

Arada birkaç bir şey yapmaya çabaladım tabi. Prime'daki Atatürk filminin ilk bölümünü açtım mesela, gün içinde otuz kere durdurup, bölük pörçük izledik bir şekilde. Bir gün de artık esra eroldaki salak insanların sesine bile dayanamayacak hale geldiğimde açtım kulaklıklarımı takıp, Lupin III : The Castle of Cagliostro'yu izledim. Uzun zamandır Hayao Miyazaki animasyonlarını en baştan kronolojik olarak izleme planım vardı, onun ilk adımı bu filmdi. Böyle bir zamana kısmetmiş demek ki deyip izledim.

17 Mart'tan bu yana okumaya çalıştığım kitabı - Jung Myung Lee'nin Cennetten Kaçan Çocuk'unu - bitirebildim yine de. Hevesle bir başka kitaba başladım, aldığımdan beri okumak için can attığım M.Ö.1177'den Sonra: Medeniyetlerin Kurtuluşu'na başladım. Bugün de annemi sabah evine dönmek üzere otobüse bindirdikten sonra açtım Stranger Things'in ilk sezonunu soluksuz izleyip bitirdim.

Neyse bunları da tarihime not düşmek istedim. Ayağım üstüne basarken birazcık acıyor. Ama en azından o derece topallamıyorum. Önceki akşam sırtım tutulmuştu, o da geçti gibi. Yarın artık işe dönmem gerekiyor. Şimdi birazcık kaçırdığım müzikleri dinleyeyim. Arayı kapatayım.

23 Nisan 2025 Çarşamba

Previously on Neverland


 En son 5 Nisan'da halimi vaktimi bildirmemin ardından neler oldu bitti anlatmaya geldim.

Tam da o gece berbat bir mide ağrısıyla uyandım. Gecenin bir vakti, derin uykudan uyandırabilecek kadar ağrımasına sebep olabilecek ne yemiş, ne yapmış olabilirim diye düşündüm tabi. Saçma sapan bir rüyadan sıyrılmaya çalışıyordum ağrı beni uyandırdığında. Filmlerdeki askeri kamp-üs tarzı bir yerdeydim annem ve babamla. Altınları alıp, oradan kaçmaya çalışıyorduk. Hangi altınları ve neden hiç bir fikrim yok. Tutuklu gibiyiz ama dolaşıyoruz da, tuhaf. Altınlar bir pakette, o paketi de bir odadaki bir mini fırının içine koymuşuz. Kaçarken oradan alacakmışız. Fırının bulunduğu oda tıpkı bir 90lar evi odası. İçeride salon koltuk takımı var, sehpalar var, fiskos masaları var. Her şeyin üstünde dantel örtülü. İçeride kıpırdamaya yer yok eşyadan. Nöbetçilerden sıyrılıp, odadaki altınları almaya uğraşıyoruz. Bu sırada daha da saçma şeyler olmaya başlıyor. Bu dediğim odada güzellik yarışması tarzı bir şey başlıyor. Beni oturtup, diyorlar ki karşına gelen kızlardan en güzelini seç. Gözüm hemen yan tarafımda duran, içinde altınların olduğunu bildiğim mini fırına takılıp duruyor. Karşıma üç tane kız getiriyorlar. Üçü de Regency dönemi kıyafetleri içinde, bembeyaz elbiseleri. Birbirlerine çok benziyorlar, ayırt da edemiyorum ki bir şey diyeyim. Zaten aklım altınlarda, odanın içinde kızlar, ben ve ellerinde tüfeklerle nöbetçiler var, arka tarafımdan da parti sesleri geliyor. Bana hadi seç en güzeli hangisi diye baskı yaparlarken işte midemin ağrısına uyandım. Bayram dönüşü iki gün evde değişik bir şey yememiştim. Gelirken annemin yanıma koyduğu peynirli böreklerden yemiştim sadece. Onların da yapması mümkün değil yani. Bir tek birkaç hafta önce Korelee'den aldığım danmuji kalıyor şüpheli. Böreklerin yanında meze niyetine ondan yemiştim birkaç tane. Bir hafta sonra falan bir daha yediğimde yine ağrıdı midem diye büyük oranda ona yıkıyorum suçu ama.

Mide ağrısıyla uyandığım o pazar günü başım da tuttu bir güzel. Haliyle gecenin 3 buçuğunda ağrıyla uyanıp, sabaha kadar evde ilaç olmadığı için nane çayıyla balla muzla midemi rahatlatmaya çalışıp, sonunda ağrı bir türlü geçmediği için güne doğduktan sonra sızıp kaldığım için başım ağrımasın da ne yapsındı. Rahatsız uykumdan uyanınca sabah hemen nöbetçi eczane bakıp, ilaç almaya koştum. Midem ağrıyordu, başım ağrıyordu ve başım ağrıdığı için midem ayrıca acayip bulanıyordu. Neyse ki ilaç içtikten ve bir lokma bir şeyler yiyebildikten sonra biraz hafifledi ağrılarım da rahat edebildim.

7'sinde pazartesi günü uzuuun bayram tatilinden sonraki ilk dolu dolu iş haftası başladı. Pazartesi sabahı tartıya çıkma cesaretini gösterdim. İki tane 5 rakamını yan yana önümde görünce düşüp bayılacaktım. Midem ağrımaya devam ediyordu zaten. O hafta boyu aralıklarla devam etti ağrı. Arada hafifledi, arada bastırdı. Sabahları Nexium, gün içinde birkaç defa Rennie ile bir hafta geçirdim. Tartıda o rakamları görmemin yanında tabi evdeki hiçbir giysiye sığamıyor oluşum da moralimi yerle bir ediyordu. Öğle arasında bir koşu gidip, pantolon almak zorunda kaldım çünkü bir süredir var olan tek eşofman altımla gidiyordum işe.

Cuma sabahı her yer bembeyaz olmuştu kalktığımda. Acayip kar yağıyordu. Mutlulukla indim aşağıya, servis gelene kadar milyon tane kar fotoğrafı, videosu çekme hevesiyle. Dakikalar geçti, servis gelmedi. Sonra aradılar, ana caddeye çık ara sokak kardan kapanmış diye. Caddeye bir çıktım, arabalar ilerlemiyor, lapa lapa kar yağıyor. Asfalt görünmüyor, gökyüzü görünmüyor. Servisi bekledim de bekledim. Sonunda taa yukarıda öylece duruyor gördüm, trafik ilerlemediği için. Ben servise yürüdüm. Binebildiğimde kardan ben de görünmüyordum. O gün ofise normalde gittiğimden bir buçuk saat sonra gidebildim.

O hafta cuma akşamı nihayet oturup, bir film izleyebildim. Normalde hep diyorum ki kendi kendime evde olduğum cuma akşamları bir film izleyeyim. Bu böyle bir geleneğim olsun. Ama hiçbir kere de motivasyonum olmuyor. Film izlemek için de neden motivasyona gerek duyar ki insan? Hiç işte. Neyse, Viola Davis'in yeni filmi gelmişti "G20" onu açtım izledim. Viola Davis'i pek seviyorum, sanırım daha önce hiç bahsetme şansım olmadı. Filmlerini, filmlerinde canlandırdığı karakterleri hep sevmiştim ama asıl instagram ortaya çıkalı beri profilini, dediklerini, paylaştıklarını gördükçe kendi karakterin, sevmeye başlamamın ayrı bir etkisi oldu gibime geliyor. O gazla açtım filmi ama...Çok iyi niyetlerle yapılmış olsa da film pek olmamış. Koskoca iki saatimi neden buna harcadım diye kalakaldım filmin sonunda.

O haftasonunu evde geçirdim çünkü sonraki haftasonu vizeler var diye biraz ders çalışmalıyım diye düşünmüştüm. 14'üyle başlayan hafta, yani geçen hafta iş yerinden eğitime gönderdiler. Bir hafta ofise değil, firewall'la ilgili bir eğitime gittim. Yeni insanlar görmeyi, tanışmayı, başka başka insanların hikayelerini dinlemeyi sevsem de bu çocukluktan yerleşmiş sosyal beceriksizlik ve anksiyete ile hiç kolay olmuyor. Bu arada, normalde işe servisle gidip geldiğim için ve serviste çoğu zaman ya muhabbet ettiğimiz ya da uyukladığım için pek fark edemiyordum ama Ankara'nın trafiğine ne olmuş?! Eğitime gittiğim 5 gün boyunca sabahları ve akşamları arabayla o trafiğe girmem gerekti ve bu insanlar bunu her gün nasıl yaşıyor anlayamadım. Böyle değildi ya. Bu şehir böyle değildi. En alakasız saatte bile yollar tıkalı. İşe gidip ve işten çıkış saatlerine denk gelmiyordu eğitimin saatleri. Gayet ara saatlerde tüm bu insanlar nereye gidiyor arabayla? Cidden onca zaman yolda trafiğin içinde hep beraber durduğumuz anlarda pencereyi açıp sorasım geldi etrafımdaki arabalara, siz nereye gidiyorsunuz? Yani bu saatte normalde işte ya da okulda olmanız gerekiyor. Çalışmıyorsanız arabayı nasıl aldınız? Tüm bu insanlar nereden geldi ya? Neden bu kadar çok insan var?

Eğitime gidip, yepyeni insanlar görmenin bir yan etkisi de yeni, nurtopu gibi mikroplarla karşılaşmam oldu tabi. Normal bir hafta içinde sadece odamdaki diğer 3 iş arkadaşımı ve servisteki 5-6 kişiyi görerek insanlara maruz kalma seviyemi minimumda tutabiliyorum. Oysa geçen hafta bir oda dolusu değişik yerlerden gelmiş insanla bir hafta geçirdim. Haliyle salı akşamı boğazım acımaya başladı. Çarşamba sabahına da hayrolsun diyerek uyandım, bir yandan o gece de yine mide ağrısıyla uyanıp geri uyumaya çalışmıştım. Akşamına grip için ilaç içtim, zaten mide ilacıyla artık yaşayamaz gibi olmaya başlamıştım. Perşembe sabahı boğazım da kafam da kötüydü, gribin halsizliği çökmüştü üstüme. Eğitime gitmeyeyim bugün dedim. Ama erkenden yataktan iş kaldırdı. İş yerinde bir sorun çıkınca bilgisayarın başına geçmek zorunda kaldım. Birkaç saat onunla uğraşınca ister istemez kendime gelmiş oldum, çıktım eğitime gittim öğlene doğru.

Cumartesi sabahı 8 buçukta doktoruma kontrol zamanım geldiği için ona gittim. Dışarısı yağmur, karanlık. Gribim, mide ağrım aralıklarla iki haftadır devam ediyor ve üstüne regl olmuş haldeyim. Hayal edin, o halde 8 buçukta önce doktora, sonra 9 buçukta sınava gitmem gerekiyordu. Ardından öğleden sonra ikide yine sınavım vardı. Sabah o halde 8'de evden çıktım aç bilaç. Doktordaki kontrolüm bitince sınava geç kalmayayım diyerek arabama koşmaya başladım. Tam kendi arabamın önündeki boşluğa ayağımı atmıştım ki bileğim 90 derece büküldü, dengemi kaybettim kendi arabamla öndeki arabanın arasına yuvarlandım. Yokuş aşağı olduğu için de toparlanamadım, kendi arabama çarparak durabildim. Yerde sırtımın üstünde acıyla bir süre durup gökyüzüne baktım. Ne oldu şimdi diye. Ne yapıyorum ben şu an diye. Bileğimin acısına anlam veremez halde, elim sıyrılmış, omzum, bacağımın üst tarafı her yerimi çarptığım için zonkluyordu. Dedim olmaz böyle kendimi kalkmaya zorladım. Acıyla ağlamaklı halde arabaya oturabildim. Bir yandan arabayı çalıştırıyordum, bir yandan da bileğimi kırdım mı acaba diye düşünüyordum ama sınava gitmeyi de bırakmıyordum. Ağlamalıyım diye düşündüm ama arabayı da sürmeliyim dedim. Böyle salak saçma bir halde yol aldım, sınavın olduğu okula doğru sürdüm gittim. Böyle mal gibi bir halde, etrafıma boş boş bakarak. Haritaya bak da yakınlardaki bir acile git işte hemen değil mi? Ne bu zorun? Girmeyiver sabahki sınava da, vizeler zaten bir dur değil mi? Yok salak salak gittim okula. Park ettim, nasıl ineceğim diye düşünerek. Arabadan okula 300 metre mesafe görünüyordu, topallayarak gittim. Sınav sırasında otururken bir yandan bileğim zonkluyordu, ayakkabının yavaş yavaş ayağımı sıkmaya başladığını fark ettim. Sınavdan çıkışta daha da fazla topallayarak yağan yağmurun altında yine arabaya dönüp, eve gittim. Evet yine hastaneye gitmedim, eve gittim.

Evde bir açtım baktım ki ayağım bileğim kocaman olmuş, üstünde sarılık morluk kızarıklık. Hemen dolabımdan bulduğum merhemi sürdüm, sardım, yastık üstüne koyup, oturmaya başladım. Acısını unutmak için film açtım. Ahahaha, evet oturdum film izledim öğleden sonraki sınava kadar. O kadar dalmışım ki sınavı da unutuyordum o derece. Son anda saati fark edip, kendimi dışarı attım. Normalde yürüme mesafesindeydi ikinci okul ama tamam dedim o kadar da salak değilsin herhalde. Taksiye bindim. Ama ne yaptım, o sınavdan çıkışta eve yürüdüm. Bir yandan hala kafamın içi kabul edemiyordu çünkü bir yerime bir şey olabilmesi ihtimalini. Kendi işimi kendimin göremeyeceği ihtimalini.

Bu arada aklımı uzaklaştırsın diye açtığım film "Captain America : Brave New World"dü. Diziyi fena bulmamıştım - geçen sene diyecektim ama The Falcon and The Winter Soldier yayınlanalı 4 sene olmuş! Ama diziden aldığım keyfi ya da diğer Captain America filmlerinden aldığım keyfi almadım tabiki. Yani ne söylemek istediği çok belli olmayan bir hikaye yazmışlar. Yeni bir Avengers takımı toplanacak evet, bunun için ortamı hazırlamaya bir şeyler olsun diye öyle iki dakikada masa başında yazıvermişler senaryoyu gibi. Her şey cringe, her şey formüllü.

Bir ara da Culpa Mia diye bir filmi açtım, hava kapalı yağmurlu olunca Twilight tarzı bir şeyler olsa diye açarak. Artık böyle şeylere dayanamadığımı fark edince geri kapattım.

Pazar sabahı da sınava gittim, hiç durmadım. Ama neyse ki o sınavdan çıkışta hastaneye gittim. Ama para vermek istemiyorum buna da şimdi diye bir üniversite hastanesinin aciline gittim, yakında o vardı. Çarşamba pazarı gibiydi tabi. Kimin nerede ne yaptığı belli değil. Bir yanda kolu bacağı kırıklar yatıyor, bir yandan başka hastalar, yarı yaşımdaki öğrenciler neyim var diye soruyor. Neyse bir röntgen çektiler ama kimse neyim olduğunu, nereme ne kadar bir şey olduğunu, ne yapmam gerektiğini hiçbir şey söylemedi. Kimse ilgilenmedi. Bir reçete yazıp, elime verdiler. Git bile diye olmadı. Öyle olunca gittiğime de pişman oldum. Reçetede yazanları da almadım. Ayağıma doğru düzgün bakmadılar bile uzaktan şöyle bir iki saniye gördüler görmediler.

O gün başım tuttu yine. İlaç içmeyeyim diye direndim. Zaten iki haftadır midem ilacı, ara ara ağrı kesici içiyordum. O kadar saçma bir haldeydim ki yani dışarıdan bakıldığında. Evde de mutfakta durup dururken elime aldığım kase elimde kırıldı. Öylesine. Bir anda. Kendi kendime gülmeye başladım. Yani halimin saçmalığı, başıma gelenlerin saçmalığı...

Pazartesi günü yine doktorumla kontrol vardı. Sabah iş yerine gittiğimde çok topallamama çalıştım. Kalktığımda da sanki ayağımın üstündeki şişlik azalmış gibiydi. Bir de iş yerinde sabah ilk birkaç kişi falan aaa nooldu diye sordukça sinirim bozuldu. Dedim tüm gün böyle bunu çekemem, olabildiğince topallamayayım. Zaten üstüne de basabiliyorum. Yürüdükçe açıldım gibi hissettim. Bir şeyim yokmuş gibi devam ettim öğlene kadar. Öğlende doktoruma gittim, dönüşte yürüyebilirim aslında dedim, başladım yürümeye. Bir süre sonra acım artmaya başladı, tamam dedim, o kadar da değil zorlama, atladım yine taksiye. İş yerinde de oturunca yine ayakkabı bir sıkmaya başladı ama neyse dedim.

Akşam eve gidip açıp bakınca gördüm ki bu sefer bileğimin yan tarafı şişmiş, ayak tabanıma yakın kısım olduğu gibi morarmış ve parmaklarımın hemen dibindeki kısım da mosmor olmuş. Tüm akşam kıpırdamadan, ayağım havada oturdum. Gece bu sefer de baş ağrısıyla uyandım uykumdan. İki ayrılıyor sandım kafam. Hemen ilaç içtim ama sabaha kadar geçmedi, sabah da geçmedi gerçi de. Geç gidebildim işe. Yine topallayarak. Bu sefer insanları takmayarak. Salı günü ofiste tamamen oturdum. Bir ayağım sehpanın üstünde. Yerimden kalkmadan. Baş ağrım da ikinci ağrı kesiciyi içince hafifledi.

Bugün iyi ki tatil. Cidden böyle nasıl yaşıyorum ben ya? Neyse. Hiçbir şey izleyemiyorum da. Bir şey açayım diyorum ama yok aman dur ona başlamayayım diyorum, yok öbürüne başlamak için hazır değilim, yok bunu izlemek için şöyle bir ortam lazım falan filan derken buluyorum kendimi. Böyle bir delilik içinde duruyorum. Güvercinlerle de başım belada zaten. Balkondan bir türlü vazgeçiremedim kuşları. Ev benim olmadığı için kapattıramıyorum da balkonu. Oraya buraya ağ geriyorum, örtü atıyorum falan gene de minicik deliklerden giriyorlar, bir çıkıyorum balkona yerden bana bakıyorlar. Geçen kışa kadar bu balkonda saksılarda çiçekler, domatesler, otlar yapıyordum ben. Bir tane de kuş gelmiyordu, oturuyordum, yatıyordum. Geçen kıştan beri kuşlar yüzünden ne saksı koyabiliyorum ne sandalye masa. Hepsinin içine ediyorlar. Bomboş balkona bile geliyorlar. Çok tuhaf. Yani gerçekten çok tuhaf. Vallahi artık tüm başıma gelenlerle de birlikte kafam iyice şey düşünmeye başladı. Çıkıp gece vakti balkonda dolunayın altında bir şeyler yakacağım. Büyüler falan yapacağım en sonunda. Bu nedir ya?!

Dün akşam sonunda BTS'in Busan'daki Yet To Come konserinin videosunu izlemeyi bitirebildim. Haftalardır açıp, biraz bakıp geri kapatıyordum. Yeterli gücüm yoktu tüm konseri izlemeye. Dün akşam sonunda kendimi de gözyaşlarımı da tutabildim. İzledim, kendimle savaştım, düşüncelerimle savaştım, kendimi mantığa davet ederek, kendimi bunun keyif alınacak bir müzik dinletisi olduğuna ikna etmeye çalışarak izleyebildim.

"When Life Gives You Tangerines"i ise bıraktım. Dümdüz bıraktım. 6'ıncı bölümü de izledim ve dedim zorlamanın gereği yok. Evet aşırı iyi bir senaryo, aşırı iyi bir prodüksiyon ama benim de korumam gereken bir ruh sağlığım var. Bıraktım.

"Crushology 101 (바니와 오빠들)" diye bir dizi başlamış, ona bakayım dedim. Hem salak saçma bir şey hem de gözüm gönlüm açılır diye. Ama dayanılabilecek salaklıkta değil. Bazen gerçekten anlayamıyorum. 10 yaşındaki yeğenimi masanın başına oturtup, üniversiteli bir kız ve ondan bir anda hoşlanmaya başlayan etrafındaki 3 yakışıklı erkekle ilgili bir hikaye yaz desem, inanın cümleleri de yazdıkları da bu diziden daha kaliteli olur. O kadar çocuk yazmış gibi. Çok beter. Hatta bakın bu konusunu bile bir ilkokul çocuğu bulmuş gibi. Tamam hafif, çerezlik bir şey yapalım diyebilirsiniz ama bu kadar da olmaz. Bu derece olmaz. Güzelim Lee Chae Min'e, Cho Jun Young'a yazıklar olmuş. İzlediğim kısmında daha gelmemişti ama ilerleyen bölümlerde gelecek olan Hong Mingi'ye ise daha da yazık olmuş.

"The Haunted Palace (귀궁) " başlamıştı bir de ona baktım. O gerçekten çok iyi çıktı. Hiç umudum yoktu açıkçası, tarihi olduğu için merak etmiştim ama beklemediğim kadar iyi çıktı ilk iki bölümü. Başrollerindeki Bona'yı daha önce doğru düzgün izlememiştim başka bir yerde. Çok ilgimi çekici, sempatik bir kız da değil bana göre ama burada fena gelmedi. Yook Sung Jae'yi ise sadece - hepiniz gibi - Goblin'de izlemiştim, onunla ilgili düşüncelerim şimdilik tam oturmuş değil. Kim Ji Hoon'u ise 2020'de Flower of Evil'da izleyip de etkilenmeyen, şoka girmeyen yoktu herhalde. İlk defa kral olarak böyle birini izliyorum tarihi kore dizisinde. Neyse ilerleyen bölümleri sabırsızlıkla bekliyorum şimdilik.

Bugün de bileğimdeki şişlik azalmış gibime geliyor ama yürürken acıyor ayağım. Ayrıca bacağıma yukarı doğru da acı giriyor zorlayınca. İki bacağımda da yer yer morluklar var zaten, vücudumun diğer yerlerindeki morluklar da acıyor. Amaaan neyse. Geçer herhalde. Öyle duracak değil ya?

5 Nisan 2025 Cumartesi

“Time is the longest distance between two places.”


 Eve döndüm dün. Bayramda tatil yok pek diye bir yere gitmeyip, evde dinlenecektim. İlk planım buydu. Sonra işte bayrama birkaç gün kala o haber geldi, 9 güne uzayınca tatil baktım annem telefonda gözümün içine bakıyor, gitmeye karar verdim. Kendimi tamamen 4 gün evden çıkmayacağım, biriktirdiğim ne kadar ne varsa hepsini halledeceğim hayatımı yoluna sokacağım diye ayarladığım için kafa olarak, her şeyim bir allak bullak olmadı değil haliyle. O 4 günlük hali tatilin o kadar büyümüştü ki gözümde, her şeyi çözecektim o sürede. Ama birden bire cuma akşamı işten gelip, bavul falan toplayıp, cumartesi sabahı yola düşmüş oldum. Nasıl olsa evde olacağım halledeceğim diyerek bir süredir evde hiçbir şeyi toplamamıştım, mutfakta hiçbir şey yapmamıştım, banyoda çamaşırları hiç ellememiştim,...evin içinde adım atacak yer yoktu yani. Bırakıp gitmek zorunda kaldım.

Cumartesi trafik yoğundu haliyle. Yine de geçen seneki ramazan bayramı yol çilesi gibi değildi, bu sefer 11 saatle halledebildim gidiş yolculuğunu. Dönerken de dün 8 saat sürdü yaklaşık. Yol boş değildi gene de. Herkes bugün veya yarın döner diye düşündüğümden dün çıktım ama yine de çok doluydu yol. Birden bire nüfus patlaması mı yaşadık ne oluyor böyle birkaç yıldır? Bu kadar çok insan yoktu eskiden. Gerçekten arada çığlık atasım geliyor dışarıda, yeter be neden bu kadar çoksunuz diye.

Bir de bu sefer neden herkes aşırı yavaş gidiyordu yolda onu çözemedim. Yani doğduğumdan beri arabayla başka bir şehirden bizim köye bu yolculuğu yapıyorum ve hiç bu seferki gibi arabaların yavaş gittiğini görmemiştim. Kimse ilerlemiyor, öylece yolda kitleler halinde 50 ile gidiyoruz. Evet her yerde polis arabası, radar işareti, kameralar falan vardı eskisine oranla çılgınca ama cidden kimse 50'yi geçmiyordu. Ceza yemiş olabilirim yani pek çok kere. Baygınlık geçirecek gibi olduğum her seferinde hepinizden nefret ediyorum bırakın beniii diye sinirlenerek basmış olabilirim. Baktım henüz ceza yazmıyor ama belki de geç giriyorlar mıdır ki sisteme? Neyse.

Köyde hava yine puslu, sisli ve yağmurluydu. Bu sefer neyse ki ikna edip annemleri gezmeye götürebildim. Bir gün çıkıp Sinop'a gittik günübirlik. Babamla tabiki gezi olmadı bu tam olarak. Çok soğukmuş, burası neden bu kadar soğuk kış gibi diyerek söylenip durdu. Şuraya bakalım mı diyorum, ben arabada oturayım siz bakın. Oraya yürümem buraya yürümem. Arabayla önünden veya içinden geçilen her yer gezilmiş oluyor onun sözlüğünde. Yine de en azından...Bu da bir başarı benim için.

En son 23'ünde yazmıştım, 24'ünde doktoruma gittim yine. Tahlil yaptı, sonuçlara baktıktan sonra dedi ki bir ay daha devam edelim ilaçlara. Değerler istediği kıvama gelmemişti. Bu ayın sonunda bir daha bakacağız. Yine düşmemişse değerlerim yapılacak bir şey yok. Böyle ilaçlara devam etmem gerekecek.




"My Dearest Nemesis (그놈은 흑염룡)" ve "Undercover High School (언더커버하이스쿨)" izliyordum haftalık olarak, onları bitirdim dün ve bugün. "When Life Gives You Tangerines (폭싹 속았수다)" e başlamıştım gitmeden önce, bugün de devam edeyim diye açtım ama çok istememe rağmen bir türlü peş peşe izleyemiyorum bu diziyi. İçime çok oturuyor.


Bayramdan hemen önce oturup ilk sezonunu bitirdim Friends'in. Bu güne dek hiç öyle baştan ya da düzenli bir şekilde izlememiştim. Ben lisedeyken yayınlanıyordu bir kanalda ama hangisinde hatırlayamıyorum. O zaman denk geldikçe akşamları ders çalışırken bakardım beş on dakika. Hatırladığım tek şey bu. Birkaç yıl önce de açmıştım baştan şunu bir izleyeyim insan gibi diye. Ama demek ki onun da zamanı değilmiş, hiç canım istememişti izlemek, bırakmıştım birkaç bölüm sonra. Bu sefer çok mutlu etti beni izlemek. Mutlu oldum ya resmen. Sanki 90ların başına dönmüşüm, böyle her şey güllük gülistanlıkmış gibi hissettirdi (öyle değildi gerçeğinde yaşarken hatırlıyorum ben de oradaydım ama demeye çalıştığım farklı bir şey). İnternetin olmadığı, akıllı telefonların sosyal medyanın olmadığı,...böyle inanılmaz güzel bir duyguydu.


Xdinary Heroes'umun yeni albümü çıktı 24'ünde bu arada. Dünya turu da açıkladılar. Gerçi Koreli grupların dünya turundan kastı uzakdoğu ülkeleri ve birkaç amerika şehri oluyor. O yüzden XH'nin de öyle oldu. Ama yine de haberi görünce içim bir kıpır kıpır etti, sanki hayatım mahvolmamış, sağlığım yerin dibinde değilmiş gibi, sanki annemin babamın...sanki kapana kısılmışım gibi hissetmiyormuşum gibi, sanki elimde avucumda ne varsa şu ameliyat işine falan gömmeyecekmişim gibi...bir saçma sapan heveslendim. Neyse.



23 Mart 2025 Pazar

“It is such a mysterious place, the land of tears.”


 Neredeyse 36 gün olmuş. Hiçbir şey düzelmiş değil ama en azından...Daha iyiyim de diyemiyorum ama en azından...Gerçekten sanırım zamanın her şeye biraz da olsa ilaç olabildiğini anlayacak kadar yaşadım. Bir şeylerin üstünden zaman geçtikçe - düzelmeseler bile - artık o ilk andaki kadar acıtmadıklarını anlayacak kadar "zaman" yaşadım sayılır.

Ne olduğunu tam anlatabilmem için, anlaşılabilir olması için tam olarak ne yaşadığımı, her şeyin en başına dönmem gerektiğini düşündüğüm için anlatamıyorum henüz. O kadar vaktim yok bu ara. Gerçi ne zaman var ki? Habire bir şeyler yapmam gerekiyormuş ve geride kalıyormuşum, yetiştirmem gerekiyormuş gibi hissetmeden yaşadığım tek bir saniye olmadığı için son 30 yıldır, sanırım bu "o kadar vaktim yok" hissi hiç geçmeyecek. Neyse. Anlatacağım bir ara.

14 Şubat'ta gittiğim ilk doktordan aldığım haber kötüydü, şimdilik bu kadarını söyleyebilirim. Onun açık açık başka yere git demesi üzerine gittiğim üniversite hastanesinde de daha da kötü şeyler duyunca son bir yıldır kaçtığım kendi doktoruma gittim mecburen başımı öne eğip. Doktorlardan istemediğim şeyler duyarsam kaçıyorum çünkü. Sadece doktorlardan da değil gerçi, genel olarak. Fikrimi açıklayamadığım, içimden geçeni dürüstçe söyleyemediğim için birden toz oluveriyorum. Doktoruma da yavaştan bunu yapmış gibiydim ama o noktada artık bu durumun kaçamayacağım bir hale geldiğini suratıma kocaman bir yumruk olarak yiyerek anlamış oldum. Sağlığımın çok büyük bir kısmını kaybettim. Diyebileceğim bu. Bir kere gidince geri gelmeyen bir kısmını. 90+5'te hasar kontrolü yapıyoruz şu an. İlaçlar verdi doktorum, ilk kutunun sonunda yeniden bir kontrol olacak ama kutu bitiyor ve bende o konuda bir düzelme pek yok. Durum biraz karışık. Bilmiyorum, sanırım yarın veya öbür gün gideceğim yine.

İşte demeye çalıştığım en başta o "zaman"la ilgili olarak, 36 gün sonra nihayet o ilk günkü haberi ilk aldığımdaki kadar acıtmıyor olduğunu düşünmem. Evet yine bunları yazarken boğazımdaki yumruyu yutkunarak geri itmeye çalışıyorum ve gözlerim gözyaşlarımdan ekranı zor görüyor ama en azından...O ilk iki hafta kafamın içinde olmak gibi değil. En azından...

Tüm bu sürede saçmasapan şeyler yaşamaya da devam ettim. T. ile sanırım tamamen yollarımız ayrıldı. Gerçi ben her durumda hemen en kökten şeyi düşünmeye eğilimliyim ama bence bu noktadan dönüş yok. Çünkü bu sefer geçen seferki gibi haklı olduğumu bile bile olgunluk yapıp, geri adım atmayacağım. Çünkü arkadaş olduğumuz bu 4 senede yaptığım tüm gözlemlerden çıkardığım, karşımda gerçekten ciddi içsel sorunlara sahip bir insan olduğu. Çok fazla insanla tanıştım, çok insan tanıdım diyorum hep ama öyle kızsal dramaların olduğu, çoğu insanın karşılaştığı o ortamlarda olmamıştım hiç. Bunu anladım. Tamam arada birkaç tane manyak insanla karşılaştım, gerçekten delilerle. Ama hiç böyle kız arkadaşlığı edinmemişim. Hele ki bu yaşta insan artık böyle şeylere takılmaz, birçok şeyi aşmış oluyoruz, mantıklı düşünen insanlarız, lisede değiliz diye düşünürken karşılaştığım duruma hala inanamıyorum.

İşin ilginci, rahatlamış hissediyorum. Ciddi anlamda kurtulmuş gibi hissediyorum. Yani...ne bileyim, böyle hissetmemem mi gerekiyor ona da bir kafam karışmıyor değil. İnsanlar - özellikle arkadaşım olarak yanımda olanlar - kötü insanlar olmasalar bile bana zarar veriyorlar artık diye herkesten kurtulduktan sonra kapımı açtığım ilk insandı T. İstekli değildim gene de ama...Bu 4 senede yine de her adım benim için bir tür mücadeleydi. Sanırım bu yüzden rahatlamış hissediyorum şu an. Bu beni kötü bir insan mı yapıyor? Kötü biri olmam gerçekten kötü bir şey mi peki?

Neyse. Dediğim gibi ya yarın ya da sonraki gün doktorda olacağım yine sanırım. Bundan sonrasında biraz uzun ve meşakkatli bir süreç var. Finansal olarak nasıl olacak henüz bir fikrim yok. Doktorla tam onları konuşamadım. Bir tür ameliyat gibi bir şey olacak ama ondan sonra da ilaçlarla yaşayacağım en iyi ihtimalle bir 20 yıl var önümde (en kötü ihtimalde bir 5 sene sonra ben de doktorum da vazgeçer). Bakalım ameliyat ne zaman olacak, sonrasında nasıl olacak her şey? Bu seneyi nasıl hayal etmiştim değil mi? Ülkede neler oluyor, umrumda olmayı bırakalı 20 yıl oldu gerçi ama neler olduğunu bile yeni öğreniyorum. O kadar ilgilenmeyi bırakmışım, o kadar Türkiye ile ilgili hiçbir şey düşmüyordu ki internette önüme, geçen akşam çalışma masamın başında otururken dışarıdan gelen sesleri duyunca bir ayıldım.

Nasıl olacak bilmiyorum. Her şey nasıl olacak hiç bilmiyorum.


***Fotoğraf Busan'daki Gamcheon Köyü'nden. Hani geçen sene temmuz'da gidip de hiç anlatmadığım gezimden.

“I am looking for friends. What does that mean -- tame?"

15 Şubat 2025 Cumartesi

 Doktora gittim sonunda. Bir süredir içten içe, açık açık hissettiğim şeyi görmezden geldikçe kaybolur belki diye düşünüyordum ama geçmedi. Sorunları görmezden gelmek onları yok etmiyormuş. Anladım.

Çarşamba günü kan verdim, tahlil için. Cuma günü de sonuçları doktora gösterdim. Bu sonuçlar hiç hoşumuza giden değerler değil dedi. Uzun süredir kafamda beliren ama görmezden gelmeye çalıştığım o kelimeyi söyledi. Yaşın genç, o yüzden...bir şeyler bir şeyler. Bir kağıda ...polikliniği yazıp, elime verdi, şu hastanede var, oraya gidip tetkikler yaptırmanda fayda görüyorum dedi. Tetkiklere göre tedaviye başlanıyor dedi. Tedavi olmazsa çünkü daha böyle genç yaşta bir sürü kalp damar kemik...sorunuyla karşılaşacaksın dedi. Elimde o kağıtla çıktım hastaneden. Nasıl yürüdüğümün, nereye doğru gittiğimin farkına varmadan. İçimden çok pis ağlamak gelirken kendimi tutmak zorunda kaldım çünkü annemi arayıp, hiçbir şey olmamış, hiçbir şey yokmuş gibi gülümseyerek konuşmam ve doktorun dediklerini en tertemiz, pembe haline getirerek anlatmam gerekiyordu.

Bir şekilde işe geri döndüm. Yolda hıçkırarak ağlamamak için zor tuttum kendimi, ağlamış suratla ofise girersem anlarlardı, açıklama yapmak zorunda kalırdım ve daha çok ağlardım. Kafam suyun altında gibi, dışarıda ne olduğunun ayırdına bile varamaz halde ofise yürüdüm. Tüm öğleden sonra masamda oturmaya, normal görünmeye çalıştım. Hiçbir şeye bakamıyordum halbuki, gözüm görmüyordu, kulaklarım duymuyordu, ellerim hiçbir şeyi tutmuyordu. Mal gibi bakıyordum sadece, bir an önce saatlerin geçmesini bekledim. Tek yapmak istediğim eve gidip, yere kıvrılıp ağlamaktı.

Bu arada doktora gideceğimi bildiklerinden kızlar aramaya başladı, mesajlar gelmeye başladı. Telefonuma öylece baktım sadece. Önümde duruyordu, mesajları görüyordum, aramaları görüyordum. Açıp da bir şeyler söylemeye başlarsam ağlayacaktım. Ağlamamı durduramayacaktım. Hiçbirine bakamadım. Sonra mesai saati bitmeden gidiyorum deyip, kalktım. Biraz yürüdüm, öylece. Sonra otobüse bindim, dolmuşa bindim. Eve geldim. Ağlamaya başladım. Ağladım.

Bu kadar etkilemesini beklemiyordum. Ama etkiledi. Neden bana oluyor deyip duruyorum. Bu neden bana oluyor? Neden kimseye olmuyor da bana oluyor? Neden hayatımda hiçbir şey ama tek bir şey ya tek bir şey yolunda gitmiyor? Tek-bir-şey. Yolunda gitmiyor. Normal olmuyor. Dün eve geldiğimden beri ağlama nöbetleri geçiriyorum. Bir an iyi oluyorum, tamam diyorum kötü bir şey yok gibi aslında, düzelebilir, yaşamaya devam edebilirsin.  İyi gibi oluyorum, ağlamam duruyor, bir şeyler yiyebiliyorum. Sonra yine geliyor düşünceler. Boğulurcasına ağlıyorum. İstifa edip, köye gideyim diyorum. Annemlerin yemeği bana da yeter herhalde. Ölene kadar sessizce yaşarım. Hiçbir yere çıkmam, bahçe çitlerinden ötesine geçmem. İnternet de doğru düzgün olmadığından diğer insanları, mutlu insanları, istediklerime sahip olan insanları görmem. Mutsuz da olmam. Kemiklerim erir, her yerim ağrır, yatağa düşerim. Sonra da ölürüm. Olması gerektiği gibi.

Bu noktada nasıl devam edeceğim bilmiyorum. Edemiyorum çünkü. İnsanlara verdiğim sözler var. Cuma günü bir geziye çıkacaktık mesela. Oysa ben pazartesi işe nasıl gideceğimi düşünüyorum. Kimseyle konuşacak gücüm yok. Hiçbir şeye odaklanacak mecalim yok.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...