28 Temmuz 2019 Pazar

Tolstoy'dan "Kafkas Tutsağı"

Bu taşınma haftasında, tesadüfen aynı sokağa taşınmış olduğum bir abi (işyerinden) ile taşınma işlerini konuşurken masasında gördüğüm kitap sonucunda Tolstoy'dan konuşmaya başlamıştık biraz. Sivastopol'u okuyordu (daha önce şurada, şurada ve şurada hem Tolstoy'dan hem de Sivastopol'dan bahsetmiştim), sonra aldığı diğer Tolstoy kitaplarını göstermeye başladı çekmecesinden çıkarıp. Kafkas Tutsağı'nı okumadığımı söylediğimde direkt verdi, al oku diye. Kitaplar konusunda çok hassas olduğum için panik yaptım tabi, kendi kitaplarımı insanlara vermeye pek hevesli olmadığımdan (eskiden çok kötü tecrübelerim olmuştu) insanlardan da kitap almaya istekli olmuyorum haliyle. Böyle birden kucağıma düşünce bu kitap, bir an önce okuyup, geri verebilmek için telaşlandım. Çünkü düşünüyorum ki hani yeni almış kitabı, dokunulmamış duruyor yani, ben okurken bu dokusu bozulacak. Ben olsam nefret ederim, karşımdakileri de öyle düşünüp, panik yapıyorum işte. Halbuki çoğu insan önemsemiyor sanırım. O kadar acele ettim okumak için ama artık servisle işyerine gidip gelmek 30-40 dakika değil, tamı tamına 15 dakika sürüyor. E ben de serviste okumaya alışığım, uzun zamandır evde ya da sabit bir yerde kitap okumadım. Hal böyle olunca resmen zamanla ve kendimle yarıştım. Sabah akşam o 15'er dakikalarda okuyabildiğim kadarıyla, en sonunda da evde akşamları, iş yerinde öğle aralarında azmettim bitirdim. Gerçi 200 küsür falan ancak, ufak bir kitap ama gene de öyle haldır haldır okunmuyor.
4 ayrı öyküden oluşuyor kitap. Baskın, Orman Kesimi, Rütbesi Düşürülen ve kitaba ismini de veren Kafkas Tutsağı. Baskın isimli öykü 1853 tarihli, genç bir adamın Rus ordusundaki ilk tecrübesini, bir Çeçen köyüne yapılan baskını anlattığı bir öykü. Okurken fazlasıyla bir otobiyografi havası taşıyor. Zaman zaman genç bir Tolstoy yaşadıklarını mı anlatıyor yoksa bildiğimiz yazar Tolstoy öykü mü anlatıyor çizgiler birbirine karışıyor. Orman Kesimi 1855 tarihli, yine genç bir subay adayının birliğinin başında Çeçenlere karşı yaşadıklarını anlatıyor. Ordudaki insanları anlatışı, 19.yy.daki Rus insanlarını şimdi bile yaşıyormuşçasına gözümüzün önünde canlandırışı muazzam bu öyküde. İnsan ruhuna dair yaptığı çıkarımlarsa incelikli bir güzellikte. Benim kitap içinde en beğendiğim, okumaktan en keyif aldığım, iyi ki okumuş dediğim öykü bu.
Rütbesi Düşürülen Tolstoy'un ordudan salıverildiği 1856 yılına ait. Yine bir subayın/prensin Rus ordusunda görev yaparken (yanlış hatırlamıyorsam) Kırım topraklarında Moskova'dan eski bir tanıdığı ile karşılaşması ile başlıyor. Sonra bu tanıdık başlıyor kendi hayat hikayesini anlatmaya falan. Açıkçası hiç okuyamadığım bir öyküydü bu. Doğru düzgün okumadım da zaten. Diğerlerine göre oldukça zayıf kalıyordu bence. Son öykü Kafkas Tutsağı ise 1870'te yazılmış, 1872'de basılmış gibi görünüyor. Rus ordusundaki bir asker, annesinden aldığı mektup üzerine evine bir ziyaret yapmaya karar veriyor. Yola çıktığında Tatarlar tarafından yakalanıp, hapsediliyor. Bir Tatar köyünde, ailesinden para gelirse salıverileceği için hapis halde yaşamaya başlıyor. Kitaba adını veren öykü ama açıkçası ilk iki öyküden daha iyi değildi. Bana daha düz, daha hafif geldi. Ama sanırım o dönemde Rusların Tatarların olduğu topraklara bakışını, Tatar köylerini insanlarını bir Rus'un gözünden anlatışı açısından önem taşıyor.

Bu 4 öykünün oluşturduğu kitabı okumak benim için panik içinde de olsam keyifliydi. Yine iyi ki Tolstoy yazmış, yazmayı tercih eden bir insan olmuş dedim. İş Bankası Kültür Yayınları'nın Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi içinde yayınladığı bir basımını okudum ben. Mazlum Beyhan'ın Rusça'dan direkt çevirisiyle 2019 tarihli 5.basımı. Kısacık bir kitap, bence siz de deneyin.

27 Temmuz 2019 Cumartesi

yeni abonelikleri nasıl yapıyoruz

Son haftada edindiğim tecrübeleri paylaşsam iyi olur diye düşündüm. Bu yeni bir eve geçmek ve yeni abonelikler açtırmak hakkındaki tecrübelerimi özellikle. Çünkü eminim benim gibi çok var, kimlikte büyüyüp de gerçekte büyümemiş olan.
Tüm abonelikler için öncelikle su, elektrik ve gaz sayaçlarının fotoğrafını çektim. Kira sözleşmesini yanıma aldım. Bir de evin DASK sözleşme numarasını not aldım. Ayrıca kimliğim ve sözleşmenin fotokopilerini çektirdim. Tabi bunları kafamdan yapmadım, bunlar hepsi için gerekli olanlar.
Önce su aboneliğini nasıl yaptım onu anlatayım. Ankara'da ASKİ'ye abone oluyorsunuz. Başka yok sanırım. ASKİ'nin taşındığınız ilçeye ait şube müdürlüğünü bulun önce. Ben açtım Çankaya ilçe müdürlüğünü buldum internetten. Sadece hafta içi çalışıyorlar. Sabah 8'den akşam 4'e kadar. O yüzden ben hemen cuma sabahı 8'de koşturdum gittim. Kira sözleşmesine, kimliğime, su sayacının numarasına ihtiyacım oldu (asıllarına bakıp, geri veriyorlar). Zaten sabahın köründe kapıyı yeni açmışlardı kimse yoktu, hemen işlemimi yaptılar. Sayaç açma bedeli olarak 19,47 TL, abone değişikliği güvence bedeli olarak da 51,06 TL aldılar.
Sonraki adımım Başkentgaz'dı. Yeri Söğütözü tarafında. Orası da 8:30'da açılıyor, akşam da herhalde 5'e kadar çalışıyorlar. Burada bir saat önceden insanlar kapalı kapı önünde sıraya geçmiş oluyor. O yüzden geceden de gidebilirsiniz bence yani. Kapı açılınca hemen içerideki kiosktan sıra numarası alıyor, bankolarda sıranızın gelmesini beklemeye başlıyorsunuz. Sözleşmenin ve kimliğin fotokopilerini veriyorsunuz burada. İlk gittiğim gün önceki abonenin kapatma işlemini yapmak üzere ekipler sayaca gelmemiş o yüzden açma işlemi de yapamıyoruz dediler. Ama bir kart veriyorlarmış, onu götürüp sayaca takıyormuşuz. Sayaç ekranında çıkan numaraları not alıp, geri geliyormuşuz. Böylece sayaç sıfırlamasını kendimiz yapmış oluyormuşuz, onlar da yeni abonelik başlatabiliyormuş. Cuma sabahı bunun için vaktim yoktu, zaten işe geç kalmıştım, bekleyelim bakalım belki cuma gün içinde gelip kapatırlar, ben de pazartesi açtırırım dedim. Ama tabiki gelmemişler. Tüm haftasonu geçti, oldu pazartesi. Pazartesi sabahı yine gittim. Yine kapanma işlemi bitmemişti. Bu sefer dedikleri gibi kartı aldık, ben işe gitmek zorundaydım yine, babam gitti sayacı sıfırladı geri getirdi. Açma işlemini başlatmışlar. (Bu sırada 13,35 ve 0,68 TL'lik iki makbuz ödemiş görünüyor. Başka para verdi mi unuttum. Ha bir de karta 70 TL'lik gaz yükletmiş. 50 TL'nin üstünde yükletmeniz gerekiyormuş sanırım.) Kartlı oldu sayacım böylece. Ama bu işlemden sonra da ekiplerin gelip kontrol edip, açma onayı vermesi gerekiyor. O gün içinde mesaj geldi, salı günü 11-13 arası ekipler gelecek evde olun diye. Ekipler gelene kadar da yine mesaj geliyor, bir saate oradalar, yarım saate oradalar diye. Gazcılar için abonenin kendisinin evde olmasına gerek yok, evde biri olsa yetiyor. Salı günü gelmişler, sızıntı var demişler. Teknik ekibi çağırın, onlar baktıktan sonra bir daha geleceğiz demişler. Babam teknik ekibi aramış, randevu almış. Salı akşamı 7'yi geçiyordu teknik ekip geldi. İnce ince her bir noktayı incelediler, boruları, ocağı, kombiyi, camı pencereyi, sayacı. Ölçümler falan bir dolu şey yaptılar. Ocağın borusunu, dirseğini değiştirdiler. Bunun için de 100 TL aldılar. Sonra yine diğer ekibin gelmesi için arayıp, randevu aldık. Çarşamba akşam 5-7 arasında gelecekler diye mesaj geldi. Babam salı akşam teknik ekip gittikten sonra köye doğru yola çıktığı için çarşamba akşamına işten izin alıp, erkenden gittim eve. Yine yarım saate gelecekler evde olun gibi mesajlar geldi. Herhalde 6 buçuğa doğru açmak için bir görevli geldi. Yine kontrol yaptı, sayacı ölçtü, teknik ekibin imzalayıp bıraktığı belgeye baktı. Haa bu arada her ekip her şeyin fotoğrafını çekiyor, belgeliyor. Ve teknik ekibin imzalayıp bıraktığı belgeyi de açma ekibinin görmesi gerekiyor. Neyse ki bu kontrolde birşey çıkmadı da gazı açtı, kullanabilirsiniz dedi. Yani gaz aboneliğini de böyle yapmış olduk.
Elektrik çok ilginçti. Enerjisa'ya aboneliği e-devletten yapabiliyor görünüyorsunuz normalde. Ama ben sayaç numarasını yazıp, başvur deyince yok bu numara uygun değil buradan aboneliğe diye hata verdi sayfa. Bunun üzerine iki seçeneğiniz var. Ya Maltepe tarafındaki merkeze gidecek şahsen başvuru yapacaksınız. Ya da telefon edeceksiniz. Ben telefon ettim. Dediler ki şimdi size bir numara vereceğiz, bu numaraya whatsapptan kimliğinizin önünü arkasını, sözleşmenizi fotoğraflayıp atın. Bir de DASK numarasını yazın. Whatsapp'tan attım. Öğleden sonra temsilcisi aradı. Dedi bilgileriniz böyle böyle mi, şimdi abonelik işlemlerine başlıyorum. Bir abonelik numarası verdi, internet bankacılığından elektrik faturası ödeme işlemlerinden o numaraya otomatik çıkan tutarı yatırdım. Bir de emalime bir dolu sayfa pdf yolladı, sözleşme bu. Onun çıktısını alıp, her sayfayı ad-soyad-imza yapıp, belirttikleri adrese kargoladım. Bir hafta içinde ellerine geçmesi ve her sayfanın imzalanmış, ad-soyadlanmış olması gerekiyormuş. Yoksa elektriği geri kesiyorlarmış. (Dün bir hafta oldu, bugün elektriğim var, demek ki bir sorun çıkmadı inşallah diye düşünüyorum.) Bunları yaptıktan birkaç saat sonra elektriğiniz açılmıştır diye mesaj geldi.
Bir de tv, internet falan var. Şimdi normalde eski evde telekomdan adsl internet ve telefon hattım vardı. Tv için de çatıda ortak anten vardı, direkt duvardaki girişe kabloyu takınca tv gösteriyordu. Bu yeni evde ortak anten yokmuş, herkes kendi çanağını alıyormuş. Çanak almak falan çok daha masraflı ve uğraştırıcı. O yüzden baktım bu bölgede kablo tv hattı var. Orayı aradım. Çeşit çeşit abonelik seçenekleri var. 80 TL olan seçeneğe abone olmak istediğimi söyledim. Telefonda işlemi başlattılar. Ertesi gün ekip geldi, internet bağlantısı için bir modem ve tv için de bir cihaz daha getiriyorlar. Bağlantıları yapıp, sözleşme imzalatıyorlar. 4-5 saate de bu bağlantı açıldı. Hem tv hem internet olmuş oldu. Yalnız bununla kendimi acayip lüks içinde hissettim. Sinema kanalları, yabancı haber ve spor, belgesel kanalları falan var. Yıllar yıllaaar olmuştu böyle yayına sahip olmayalı. Eve girdiğim an tvyi açıyorum artık. Normalde bilgisayarı açıyordum, hemen bir dizi. Şimdi bir o kanalı bir bu kanalı açıyorum deliler gibi. Yaşam kalitesinin değişmesi diye buna mı diyorduk? :)
Telekom aboneliğini ise adres değişikliği ile taşıtabiliyorsunuz. Ama onun taahhütü ağustosta dolacağı için kapattırmaya karar verdik. Aradık taşıtmak için gerçi, ev telefonunu bağlamaya gelmişler, bağlamışlar ama internet için bir daha aramışlar, babam da telefondaki görevli ile anlaşamamış (biraz küfretmiş kadına, sinir ve yorgunlukla 60 yaşındaki adamlar böyle olabiliyor maalesef). Onun için internete gelmediler ama zaten gerek de yoktu, sonuçta kablo tvden internetim var. Haa bunun için de taşıma ücreti alıyorlar. Telefonda ilk aradığımızda söylemişlerdi ama unuttum miktarı.
İşte böyle, yeni bir eve taşındığınızda su, elektrik, gaz, tv, telefon ve internete ihtiyacınız oluyor. Hem işe gidip, hem de hepsini yapmak da çok zor oluyor (şansıma yanımda biri vardı, arabayı da sürüyordu). Şimdi böylece hayatımda ilk defa tüm abonelikleri adıma olan bir evde yaşıyorum. Fatura zamanı geldiğinde artık ben ödeyeceğim (öbür evde babamın hesabından otomatik ödeme ile ödeniyordu, ben de babama toplamı kadar para gönderiyordum). Hala benim evim gibi gelmiyor, yabancı bir yerdeymişim gibi. Burada da alttan gümbürtüler geliyor, sokakta çocuklar çığlık atıyor, top oynuyor. Ama sanırım dayanabilirim.
Bir de bu mandal sepeti bir türlü çıkmadı ortaya ya. Her bir çer çöp çıktı, o yok. Hay allah.

26 Temmuz 2019 Cuma

“I was so good at being a kid, and so terrible at being whatever I was now.”

Şimdi bu oldukça uzun bir yazı olacak, ona göre başlayın çocuklar.
Her şeyi yaşadıktan sonra bir daha oturup da anlatmak için yazarken yeniden yaşıyor gibi olmak zaten ince bir ip üstündeki psikolojime hiç de iyi gelmeyecek biliyorum ama anlatmak da istiyorum. Öyleyse. Başlıyorum.
Sanırım aylardır kiralık ev aradığımı bilmiyorsunuz. Belki arada sırada söylemişimdir ama son senelere yayılan bu blogu boşlama durumunun yarattığı genel "anlatmama" halinden olacak, pek de bir şey söylememişim gibi geliyor. Bu yeni işe girmemin en öncelikli sebeplerinden biri de hayatımı yaşayış şeklimi değiştirmekti. Kendimle ilgili her şeyi değiştirmek. Yaşadığım yeri değiştirmek. Tamam madem hala ülke değiştiremiyorum, bari en azından aynı şehir içinde sosyal ve kültürel olarak daha farklı bir yere taşınayım. Kafası daha değişik bir muhite taşınırsam belki benim salak kafam da değişir. Ya da artık 30 yıllık olmuş eşyalarımı değiştireyim. Hiçbirini benim seçmediğim, almadığım eşyalarla çevrili bir evde yaşamayayım. Gibi düşüncelerle işe girdiğimden ev arıyordum, bakınıyordum internetten, gün içinde yürürken falan.
Bu sırada son 6 yıldır yaşadığım yerden az biraz bahsetmem gerekiyor gibi hissediyorum ama inanın içim kaldırmıyor. Şehir merkezine uzak bir semt, sokak düğünlerinin olduğu, teyzelerin apartmanın giriş kapısı önünde halı yıkadıkları, garaj yolunda yün didikledikleri, akşam hava kararınca eve dönmekten çekindiğim, dahası gün içinde de çok da özgürce giyinip dolaşamayacağım bir semt diyeyim yetsin. İşte buradaki apartmanda alt katımdaki komşunun önceki sene ikinci çocuğu oldu. Bu seneye kadar pek bir sesleri çıkmazdı. Ancak adam bağırırdı hör hör evin içinde, ya karısına ya çocuğuna. Ona da güler geçerdim. Sadece sokakta oynayan çocuklar sinir ederdi, gecenin 1'inde bile sokakta oynayan, eve girmeyen canavar çocuklar. Bir de hava ısınır ısınmaz, kar yağana kadar geceleri balkonda oturup, gürül gürül konuşan diğer apartmanlardaki insanlar. Sabahın 6'sında kalkıp yollara düşen, tüm gün stresli bir iş yaptıktan sonra evine gelip ertesi sabaha kadar uyumak isteyen bir insan için kabus gibi olan şeyler bunlar. İnsana sanki tüm mahallede bir tek kendisi işe gidiyor gibi gelmeye başlıyor bir süre sonra. Çünkü kimse geceleri uyumuyor, sabahları da siz işe giderken çıt çıkmıyor.
Ben yine de dayanabiliyordum bir şekilde. Nasıl olsa kış gelecek diyordum, nasıl olsa çok sıcak olsa bile pencereleri kapatırım diyordum. İdare ediyordum. Ama ne olduysa oldu, bu sene alt kattakiler kudurdu. Çıtı çıkmayan çocukları birden küldür paldır, gümbür gümbür koşturmaya, evin içinde oynamaya başladı. Her akşam kendileri gibi canavar çocukları olan misafirleri gelmeye başladı. Sadece çocuk sesini kastetmiyorum, bağıra bağıra konuşmalar gülüşmeler, hepsi yanımda gibi. İşten yorgun argın gelip, kendimi kanepeye attığımda altımdaki yer sallanmaya başladı her akşam. Bırakın uyumayı, evin içinde normal bir şekilde durabilmek mümkün olmamaya başladı. Önce yöneticiye gittim söyledim. Ki hemen onların altında oturuyorlar ve benden çok daha kötü durumda olmaları lazım geliyor üstlerinde bunca ses varken. "Ah yavruuum hiç sorma çok kötü çok kötü biz de duramıyoruz söyledim söyledim napacağız" diye o da bana dert yanmaz mı?! Yahu siz yaşını başını almış insanlarsınız, kalabalıksınız ailecek, kızın bağırın kavga edin bir şey yapın. BİR ŞEY YAPIN. Sonra direkt alt komşuya gittim, dedim çok ses yapıyorsunuz ben duramıyorum. Ama gayet medeni, gayet kibarca. Onlar da kibarlardı, tamam canım kusura bakma, dikkat ederiz gibi şeyler dediler. Oh dedim, en azından insanlarmış. İlk birkaç gün hakikaten de ses yapmamaya çalıştıklarını fark edebilirdiniz, duyabilirdiniz yani çabayı.
Ama sonra misafirler de abartmaya başladı. Artık her akşam eve gideceğim için ağlayacak hale geliyordum. İş yerinde mi kalsam diye düşünmeye bile başlamıştım. Eczane eczane dolaşıp ne kulak tıpaları aldım, denedim. Psikolojim bozuldu, devamlı panik, böyle stresli, saçma sapan bir halde dolaşmaya başladım. Bir türlü huzurla, normal bir şekilde uyuyamıyordum. Tek bir huzurlu dakikam kalmamıştı. Her akşam elimde ne varsa yere atıp, ses çıkarmaya çalışmakla geçiyordu. Sonunda bir akşam, bundan tam 15 gün önce, çıldırdım. Elimde merdane yere vurmaya başladım.
Bir yarım saat geçti geçmedi, alt kattaki kadın iki ufak çocuğu yanında kapıma çıktı. Misafirlerini kaçırmışım. Her misafir geldiğinde neden böyle vuruyormuşum. Kendileri apartmanı yıkarken, beni iki vurma sesimi nasıl duymuşlar buna da şaşırıyorum orası ayrı gerçi. Saat 10'da yatılır mıymış, akşam bile olmamışmış. Çocukmuş bunlar, dur sus denir miymiş? Şoka girmiş halde kadını dinledim. Ne desem kar etmeyecekti. Çünkü karşımda insan yoktu. Karşımda öyle bir seviye vardı ki, o an ağzımı açıp içimdekileri söylemeye çalışsam hiçbir şey ifade etmeyecekti. Anlamaları mümkün değildi. Bu kadar terbiyesiz, kültürsüz, pislik, allahın belası yaratıklara ne anlatabilirdim ki? Bir daha olmasın diyerek indi yaratık. Ağzım açık bakakaldım. Kapıyı çarptım ve içeri geçip deli gibi ağlamaya başladım. Bir yandan çılgınca yalnız hissettim, bir yandan acayip çaresiz hissettim. Hayatımda hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. Daha doğrusu hiç yalnızlığım içime dokunan bir şey olmamıştı. Perşembe akşamıydı, cuma akşamı trenle İzmir'e gidecek, haftasonu kalacak geri dönecektim. Bir yandan çanta toplamalıydım ama ağlamaktan nefes alamıyordum. O gece ses hiç bitmedi. Daha da abarttılar. Sonunda iki parça bir şey hazırlayabildim, ağlaya ağlaya uyuya kaldım.
Haftasonum daha da berbat geçti. Böyle başlayan bir haftasonundan ne bekleyebilirsiniz ki? Normalde macera olur diye düşündüğüm tren yolculuğu 15,5 saat sürdü. Öyle bir ruh halinde ve kafasında olmasam belki o kadar koymayacak yolculuk daha da büyük bir işkenceye dönüştü. Dahası hesapladığımdan geç ulaşınca planlarım da karıştı. Planlarım karışınca gelirim dediğim bir yere gidemedim. Böyle bir psikolojideyken ve cehennem gibi yorgun, uykusuzken 20 yıllık arkadaşımı da küstürmüş bulundum. Değişiklik olsun, eğlenceli olsun, dinlenmiş nefes almış olalım diye gittiğim bir şehirde daha da kötü bir hale düştüm. Ne gezebildim, ne dinlenebildim. Herkesten, her şeyden soğudum. Kimse görmek istemiyorum, kimseyi istemiyorum, arkadaş istemiyorum, insan istemiyorum diyerek döndüm İzmir'den. Eve döndüğüme hiç sevinmeyerek yine. Öyle bir haldeydim ki böyle dünya üstünde ne gidecek bir yerim var, ne yanımda kimse var, böyle olduğum yere çöküp ağlayarak ölesim geliyordu.
Salı günü işyerinde tüm gün en ufak arada ev baktım internetten. Çarşamba sabahı iki tanesine telefon ettim, akşam görmeye gelebilir miyim diye. Çarşamba akşamı deli gibi yağmur yağmaya başladı. İlk eve gittim. Baktım, emlakçı gezdirdi. Ama tek başıma, kendime en ufak bir güvenim olmadan, böyle diken üstünde. Allahım ben ne yapıyorum, ben ne yaptığımı biliyor muyum diye diye. Hayatımda hiç ev bakmadım, tek başıma hiç bir şey yapmadım. Bunlar hep yetişkin işleriydi çünkü. Ben daha çocuktum. Ben ne biliyordum ki. Eve bakıyordum ama neyine bakmalıyım bilmiyordum. Emlakçı ne dese inanırım diye düşünüyordum. Lan bu adam şimdi böyle diyor ama ben ne bileceğim ki diyordum. Hatta şimdi şuracıkta beni boğazlayıverse kim bilecek, kim engel olacak, ben ne yapacağım? O perşembe akşamı başlayan mutlak yalnızlık, çaresizlik hissi hiç gitmemişti içimden. Öyle düşünürken ve hava da berbatken diğer eve bakmaya gitmedim. Eve dönüp, annemleri aradım. Bu sırada annemlere alttakilerle olan şeyi söylemedim. Yoksa gelip cinayet işleyebilirlerdi. O gece babam yola çıktı. Sabaha burada oldu, öğlenden sonrayı izin aldım, birlikte eve bakmaya gittik. Sonra da emlakçıda buldum kendimi. Bir baktım saat üç olmadan evi tutmuşum. Maaşımın neredeyse hepsini çekmişim, emlakçıya teslim ediyorum.
Perşembe akşamı (o ilk bahsettiğim perşembeden tam bir hafta sonra) eski evin aboneliklerini kapattırdım internetten. Evi toplamaya başladık. Cuma sabahı 8'de suya başvurmaya gittik. Öğleden sonra açılmış olur dediler. Oradan hemen 8 buçukta açılan başkentgaza gittik. Ama önceki abonenin kapatma şeyi bitmediği için açtıramadık. Orada sıra beklerken telefonda elektrik için başvuru yaptım. Oradan işe yetiştim. İşte gün boyu elektrik için telefon bekledim, belgeleri hallettim. Cuma öğleden sonra üç buçuk civarı da o açılmıştı. Akşam eve bir geldim eski evdeki elektrik kesilmiş. Duş alamıyorum. Evi toplamaya devam ettik. Cumartesi sabahı nakliyeciler geldi. Sabah 8'den öğlen bir buçuğa kadar 30 yıllık eşyaları bir evden öbür eve taşıdık. Cumartesi akşama kadar yeni evi süpür, sil, eşyaları ittir, sürükle, dolapları birleştir, koltukları birleştir, rafları sil yerleştir, perdeleri as...Annem köyde kalmak zorunda olduğundan (hem inekleri bırakacak kimse yok, hem de fındık başlayacak) ilk defa annem olmadan taşınmış oldum. Babamla ikimiz, canımız çıktı. Ama fiziksel yorgunluk değildi koyan bana. Bir ara artık dayanamadım, hepsi üstüme çöktü düşüncelerin, yarı yerleşmiş yeni odamın bir köşesine oturup kaldım. Ağlamaya başladım. Kendi kendime. Bir yandan kendime ağlıyordum, bir yandan annemleri böyle sıkıntıya soktuğuma ağlıyordum. Yaptığım hiçbir şeyden emin olamamaya ağlıyordum. İki kere gördüğüm eve hemen taşınmama ağlıyordum. Eski ev sahibinin taşındıktan sonra bizden para koparmaya çalışmasına ağlıyordum. Devamlı endişe içinde olmama ağlıyordum. Ya yanlış bir şey yaptıysam, burada da rahat edemezsem daha kötü olursa da bu sefer benim seçimim olduğu için kurtulamazsam diye ağlıyordum. Ağladım. Sonunda gözyaşlarımı sildim, kalktım, evi yerleştirmeye geri döndüm.
Tüm pazar yine evi yerleştirdik. Kablo tv'yi arayıp, tv ve interneti bağlatmak için başvuru yaptım. Pazartesi yeniden gazı açtırmaya gittik. Gene kapanmamıştı ama bu sefer kart verdiler, babam götürdü onu taktı, geri başkentgaza getirdi. Ben de bu sırada işe gittim mecburen artık habire habire sabahları geç gitmeyeyim diye. Perşembeye kadar hem işe gittim, hem gazcıların gelip gazı açmasını bekledim. Önce geldiler, kaçak var dediler. Teknik ekibi çağırın dediler, onları bekledik. Onlar geldi, hallettiler, bu sefer yine bağlayacak ekibi bekledim. Bu sırada köydeki işler başlıyordu, babaannem de hastanede bayılıp kalmış haberi geldi. Babamın gitmesi gerekiyordu. Çarşamba akşamı o gitti. Böylece tüm parasını kendim ödediğim, tüm abonelikleri adıma olan ve sadece iki kere görüp üç gün içinde taşındığım evde tek başıma kalmış oldum.
Böyle yazınca neler hissettiğimi tam anlatamamış gibi oldum. Çaresizliğimi anladınız mı? Ben ilk defa böyle üstüne hiçbir hayal kurmadığım bir eve taşınmış oldum. Eskiden evi görürdük, bakarken aklımda kurardım ben şurası odam olur şuraya şunu koyarım diye hayalleri kurar, içimi o ev fikrine alıştırırdım. Sonra da taşınırdık. Annemle babam her şeyi hallederdi, ben kitaplarımı yerleştirirdim. Hiçbir şeyi düşünmem gerekmezdi. Hiçbir şeyi dert edinmem gerekmezdi. Nakliyecilere para mı verilecek, eşyaların başında mı durulacak o oraya mı bu şuraya mı yönlendirilecek, kontrat mı imzalanacak, gaz ne zaman açılacak, kablocular ne zaman mı gelecek, çamaşır suyu banyoya da yetecek mi, o raf silindi mi, klozet temizlendi mi, sabaha çayı neyde yapacağız...durup durup içime içime ağladım. Bir yandan işe gittim, bir de tüm gün orada insanların kahrını çektim, yok efendim internet niye böyleymiş, niye bu kadar sorun çıkıyormuş, aaa onu bile bilmiyor muymuşum...
Neyse bu gecelik burada keseyim, ağlamaktan burnum tıkandı yine nefes alamıyorum.

11 Temmuz 2019 Perşembe

Aaaaaaaaaaaa!!!!! Çığlık atmak istiyorum. Çok mutsuzum. Aşırı mutsuzum. Çok ama çok mutsuzum. Her sabah gelip bu masanın başına oturmak istemiyorum. Nefes alamıyorum.

24 Haziran 2019 Pazartesi

umut yanılsaması

Yaz gelince, böyle hava sıcacık olunca beni alıyor bir her şeyi yapabilirim hissi. Böyle inanılmaz umutla doluyor içim. Sanki kriptondan düşüveren benmişim de sarı güneş hücrelerimi enerjiyle, umutla dolduruyormuş gibi. O da olur, bu da olur, onu da yaparım, şunu da ederim diyerek gözümü ufuklara dikiveriyorum.
Bu ara çılgın yoğun geçiyor. İş yerinde gün boyu iki dakika şöyle boşluğa doğru anlamsızca bakayım da hiçbir şey ile ilgilenmeyeyim diyebildiğim yok. Bir de üstüne eylüldeki gezi için schengen kovalamaca ile uğraşıyorum. İnsanın gururuna dokunuyor yahu valla bu kadar zora koşmaları. Öyle belgeler, öyle şeyler istiyorlar ki başvuru için lanet olsun diyorsunuz. Cuma günü başvuru randevum var ve benim daha ne izin kağıdım, ne başkandan imzalı dilekçem ne de sgkdan alınmış işe giriş bildirgem var. Yine de her öğlen tüm bunları yetiştirmesi gereken ben değilmişim gibi koştura koştura spora gidiyorum.
Evet bir de öğle aralarında yarım saatlik spora yazıldım. Bu mesai kavramının dayattığı zaman aralıkları insan biyolojisine çok ters bence ya da herkesinki aynı olmak zorunda mı? Ben illa sabahın yedisinde kahvaltı edip, öğlenin 12sinde yemek mi yemeliyim? Saçmalık. 7de kahvaltı edince 10'a gelmeden midem gurulduyor. Sonra yemek vakti 12 gibi falan olduğu için saatlerce açlıktan ölme pahasına beklemek zorunda kalıyorum. Sonra öğlen yemeğinde o gözü dönmüşlükle ne bulursam saldırıyorum ve hemen akabinde baygınlık geçiriyorum. Yemek yeyince elim ayağım çekiliyor, böyle bayılacak gibi oluyorum. Sonra da ertesi sabaha kadar hiçbir şeyi almıyor midem. Böyle salak saçma bir döngüye sokuyor beni "çalışma hayatı". Oysa evde oturuyorken sabah 9-10 gibi kahvaltı yapıyordum, sonra elime ne geçtiyse yoğurdudur meyvesidir atıştırarak dolaşıyordum. Hazırlamak pişirmek derken 4e doğru da yemek yiyordum. Benim biyolojik ritmim bu. Oysa sırf para kazanmak uğruna, 200 yıl önce bir paragöz arabacının dayattığı sisteme göre yaşamak zorundayım.
Hava ısınınca, güneş gökyüzünde sıcak sıcak göz kırpınca bana geliyor bir umutlu mutluluk hissi. Ama işte sonra gidiveriyor.

29 Mayıs 2019 Çarşamba

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin'den "Yüzbaşının Kızı"

Rus edebiyatına çok çekingen yaklaşırım. Dünya edebiyatına hah şimdi bu ülkenin edebiyatına başlayayım diye girmiyor insan çoğu zaman ama sanırım Rus edebiyatı için - ve hatta diğer pek çok edebiyat için - bende durum tam da öyle olmuş olabilir. Çünkü kendiliğinden, farkında olmadan İngiliz edebiyatına dalmış haldeydim ve hala daha en sevdiğim odur ama bir noktada ben artık farklı hayatlar, değişik coğrafyalara çıkmalıyım dedim. Elimden geldiğince her bir ülkeden birkaç bir şey okumaya çalıştım. Rusya ise tüm bunların arasında sanırım en çekindiklerimden biriydi. Baktığımızda öyle kocaman bir derya, öylesine karmaşık bir okyanus gibi görünüyor ki elime bir Rus yazar almam çok uzun sürmüş olabilir.
Bu yüzden ilk denediğim Dostoyevski'ydi. Beyaz Geceler. Her gün eve aldığımız gazetenin bir gün hediyesi olarak gelmişti ve iyi bir fikir gibi görünüyordu. Ama değilmiş. Dostoyevski'yi hiç sevmedim. Sonra Delikanlı'sını da okumayı denedim mesela, ah ne hevesle almıştım tuğla büyüklüğündeki kitabı, olmadı. Dostoyevski benim için fazla "ben" gibiydi, karamsar, ağlak, iç bunaltıcı derecede depresif. Eh ben de hep kendimden nefret ettiğim için, Dostoyevski'yle hiç barışamadık.
Haliyle Tolstoy'a geçtim sonra. Savaş ve Barış. Aklımı kaçırmış olmalıyım. Lisedeydim. Da Vinci Şifresi kafasındaydım, savaş ve barış neyine. İşaretlememiş olsam, okuduğumdan bile emin değilim. O kadar okumamışım gibi geliyor. Tek bir kelimesini dahi hatırlamıyorum. O yüzden bu iki saçmalamamı es geçip, Rus edebiyatı ile tanışmamı yine Tolstoy'un Sivastopol'undan başlatıyorum (https://www.goodreads.com/book/show/18047371-sivastopol). Hatta o kitabı okumam da yine bir film sayesinde olmuştu. Hayatımdaki çoğu şey filmler sayesinde olmuştur zaten, kitapların çoğunu filmler sayesinde keşfetmem gibi. 2009 yapımı "The Last Station" filmini (https://www.imdb.com/title/tt0824758/) izledikten (ve pek sevdikten) sonra Tolstoy'a ve Rus edebiyatına bir şans daha vereyim demiştim (Bu arada film güzeldir yani bence aşırı güzeldi, tavsiye ederim.). Sivastopol incecik bir kitaptı, ama çok beğenmiştim ve hah demiştim, işte Rus edebiyatı dedikleri bu olmalı. O zaman abartmış olabilirim tabi, kitabın hemen ardından acayip gaza gelmiş haldeydim çünkü. Tolstoy kraldı gözümde.
Ama Puşkin. İşte onu hiç okumamıştım. Her ne kadar Tolstoy'a karşı hissettiklerim Rus edebiyatına daha sıcak bakmama sebep olmuşsa da hareketlerime hiç yansımadı. Sonra hiçbir Rus yazar okumadım. İşte geçen haftalarda Kişinev'e gidecekken dedim herhalde bu bir işaret. Puşkin'le ilişkilendirilebilecek bir kente giderken yazdıklarını okumalıyım. Ama ne hikmetse gitmemden hemen önceki hafta ne kadar kitapçıya baktıysam bir tane bile kitabını bulamadım. Sonunda bir yerde Yüzbaşının Kızı'nı buldum ama bu sefer de sadece bu kitap ve diğer bir yayınevinden basımı. Başka yok. Yani YKY basımı ve İletişim basımı. YKY basımını tercih ettim. Mart 2019 tarihli 6.baskısı. Sabahattin Ali ve Erol Güney çevirisi. 126 sayfalık incecik bir kitap bu da. (https://www.goodreads.com/book/show/34819342-y-zba-n-n-k-z)
Okumaya başlayınca Rus edebiyatına neden o kadar çekingen yaklaştığımı gene hatırladım. Çünkü Rus tarihi, kültürü hakkında çok az şey biliyorum ve bu yüzden algılayamıyorum. Yani onca dizi ve filmden sonra artık gözüm kapalı İngiltere tarihi yazabilirim cilt cilt ama diğer ülkeler çok bulanık. Mesela bu kitabın esas hikayesi, Rus tarihindeki gerçek olayların, 1773 yılındaki Pugaçov Ayaklanması adı verilen olayın etrafında gerçekleşiyor. Hadi buyur buradan yak. Kim neden nereye nasıl ayaklanmış, kim haklı kim haksız, ana karakterimiz şimdi bunu diyor ama ne anlatmaya çalışıyor ana karakterimiz nerede duruyor...diye diye beynimden dumanlar tüte tüte okumaya devam ettim. Tabi bir noktada çevirmenin notu, yayımcının notu, sayfa altındaki açıklamalar derken yavaş yavaş anlamaya ve fikir üretmeye başlıyorsunuz. O aydınlanmayı yaşadıktan sonra kendi kendime okuduğum hikayeden daha da zevk almaya başladım.
Dediğim gibi bu 1773'te olan ayaklanma sırasında soylu bir ailenin oğlu olan Pyotr Andreyeviç Grinyov (isimler konusuna hiiiiç girmiyorum, çıkamayız, o konuda çok çemkiriyorum, kendim bile kendimi çemkirmekten alamıyorum) asteğmen gibi bir rütbeyle asker olur, taşrada ufak bir kaleye gönderilir. Kalenin komutanının kızı Maşa ile birbirlerine işte bir şekilde aşık oluverirler, bu sırada kaledeki diğer askerlerle falan Grinyov'un münasebetleri olur. Ve bir anda kendimizi onun gibi ayaklanmanın ortasında buluruz.
Hikaye Grinyov'un yıllar sonra 1833'te oturup da torununa falan hayatını anlatmak için yazdığı hatıratı formatında. Tüm kitap boyunca onun bakış açısından dinliyoruz olayları. En sonda hikaye bitmiyor ama kitap bitiyor. Puşkin'in kendisinin Bırakılmış Bölüm adını verdiği bir bölüm daha yer alıyor en sonda. Kitabın içinde, ortasında bir yerlere yerleşebilecek bu bölümü denilene göre yine birilerini rahatsız ederim de sürüverirler diye dahil etmemiş.
İşte Puşkin, meşhur portresiyle.
Suratında biraz böyle küçük emrah ifadesi yok mu ya?
E ama Puşkin kimmiş ki neler olmuş? 1799'da Moskova'da doğan Puşkin, tıpkı ana karakteri gibi soylu bir ailenin oğluymuş. Yine tıpkı Grinyov gibi onu da babası çok iyi bir şekilde eğitim alsın diye uğraşmış. Yatılı okula gönderilmiş. Şair ruhlu çocukların hepsinin yaptığı gibi o da şiire yönelmiş. Yazmış da yazmış. İmparatorluğun dışişlerinde falan çalışmış. 1820ler geldiğinde şiirleri isyan dolu olunca önce Kafkasya'ya sonra da Moldova'ya (gidip kaldığı evi gördüğüm Kişinev'e) sürülmüş. Sürgünde geçirdiği yıllardan sonra geri çağrılmış, artık sürülmek yerine yazdıklarını sansürlemeye başlamışlar. Hayatına devam etmiş Puşkin. 1831'de bir baloda çok güzel bir kız görmüş, aşık olmuş. Kız da olabilecek en meymenetsiz dişiymiş herhalde, bön bön bakmış hep tekliflerine de ısrarına da. Sonunda kızın ailesini fethedip evlenmiş Puşkin ama ne fayda, Natalia yine aynı boşlukta bakmaya devam etmiş duruma. Ahh işye böyle iyi yazan bir adamın zekası nasıl olur da bir kadın söz konusu olunca eksiye düşebiliyor diye insan gerçekten hayret ediyor (tüm erkekler bu hale giriyor valla bu cinste bir yamukluk var ama neyse). Sonunda da yine bu Natalia yüzünden bir düelloya girişmiş ve yaralanıp, ölüvermiş daha 38 yaşında. En kötüsü de yazdığı hikayedeki kahramanın da kendisi gibi bir nedenle düello yapıp, yaralandığını ve sonra iyileştiğini okuyoruz. Bu satırları yazan adamın, yazdıktan bir sene sonra bir düelloda yaralanıp öldüğünü öğreniyoruz. (daha ayrıntılı okumak isterseniz: http://pushkin.ellink.ru/2018/english/push1.asp)
Peki Puşkin nasıl yazıyor? Açıkçası hiç beklediğim gibi değildi. Okumaktan keyif aldım, okuduğuma da memnunum ama bir şeyler eksikti sanki gibi geldi bana. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Mesela çok aşırı dramatik bir şeyler oluyor, böyle game of thrones vari şeyler oluyor, Puşkin öyle bir yazıyor anlatıyor ki parkta banka oturmuş da gelip geçeni izliyormuşsunuz gibi oluyor. Aslında etkili yazıyor, çok da iyi yazıyor onu da görüyorsunuz, fark ediyorsunuz. Ama olayları, duyguları anlatmayı seçtiği yol yüzünden hiçbir şey üzerinize üzerinize gelmiyor. Dramın trajedinin atlında ezilmiyorsunuz, ferah bir kafayla hikayeye devam ediyorsunuz. Bir yandan çok hoşuma gitti bu durum, çünkü ben gerçekten - ama gerçekten - okuduğum izlediğim her şeyi aşırı içselleştirip çok kötü olabiliyorum. Bir yandan da sanki böyle nefes alıp veriyormuşum da sanki tüm ciğerimi doldurup, geri boşaltmadan, böyle göğsüm hareket etmeden nefes alıyormuşum gibi hissettim. 
Yine de bir yerde okuduğum, birinin dediği şeye çok hak verdim: Rus edebiyatına başlamak için çok iyi bir kitap Yüzbaşının Kızı. Keşke yıllar önce elime ilk geçen bu olsaymış dedim. Hem öyle çok büyük büyük bir hikaye değil, hem de Rus tarihi, kültürü hakkında ufak minik detaylarla genel bir tablo veriyor. Ayrıca düzgün ve keyifli bir okuma sağlıyor. Bence çok iyi bir başlangıç olur.

Bir de şunu ekleyeceğim. O kadar aradım, bulamadıktan sonra en son havaalanında aktarmayı beklerken oradaki kitapçıda İş Bankası'nın muhteşem basımını bulmadım mı? Yine Yüzbaşının Kızı ismindeki bu basım bütün öyküleri ve bütün romanları şeklinde bir alt başlığa sahip ve Rusça aslından Ataol Behramoğlu çevirmiş. 11.basım 564 sayfalık kocaman bir kitap. İçinde Maça Kızı ve Erzurum'a Yolculuk falan da var. Dayanamadım bunu da aldım ama diğer kitaptan bitirdim hikayeyi. Bu kitaba da diğer öyküler için geçeceğim bir ara.

26 Mayıs 2019 Pazar

Bir yere ulaşmayan formülüyle tanıdık bir hollywood filmi --> 2:22 (2017)

Tam benlik diye düşünüp, bir kenara kaydettiğim ama sonra nedense bir türlü elimin varmadığı, bu yüzden de vizyona girmesinden 2 yıl sonra ancak izleyebildiğim film "2:22". Her defasında hah tamam şimdi izleyeyim şunu bir deyip de geri kapattığım. Belki de bu kadar benlik diye düşünürken çok kötü çıkacağından korkmuşumdur diyorum. O kadar kötü çıkmasa da ortalamanın üzerine de çıkamıyor olduğunu gördüm sonunda yalnız. (IMDb'de 2:22-->https://www.imdb.com/title/tt1131724/)
Karşımızda tam bir hollywood filmi var. Yani benim için klasik denilebilecek türde. Hani çocukken tvde akşamları denk gelir de hep beraber izlersiniz ya, ne çok ünlüdür ne de öyle flashtv ayarındadır. Geldiği kıtada 90larda 2000lerin başında böyle çok tutan bir formülde, tekrarlanarak çekilmiştir bu filmlerden. O zamanlar hakikaten de çok güzel geliyordu bu filmler, böyle "decent" bir izleme sunuyordu (araya da böyle kelimelerimi sıkıştırdımdı yeteri kadar film eleştirmeni görünebilirim belki :p ). Ama sonra tabi 20 yıl geçti ve artık çok daha değişik filmler yapıyorlar, çok daha değişik filmler gördük biz onca sene. Yine de bana hala güvenli bir koy gibi gelir böyle filmler, çocukken aldığım o zevki alırım.
Nasıl mı filmler? Şöyle: Yapımcı şirketlerin logoların ekrandan ayrılırken esas kahramanımızın özlü sözlerini işitiriz. Görüntü yavaş yavaş Manhattan'ın o muhteşem görüntüsüne iner. Gökdelenlerin, Central Park'ın üzerinden uçar, sıkışık trafiğin içine ineriz. Ahh ne kaos ama ne şahane bir kaostur bu (Ben NY'ı gerçekten sevmişim be, gitmeden bile sevmişim sırf filmlerden, gidince de aşık olmuşum demek ki). Esas kahramanımızın düzgün bir işi vardır, heyecanlı, çok iyi yaptığı. Sonra olaylar gelişir. Türlü badireler atlatır ve filmin sonunda bizim kendi halindeki kahramanımız gerçekten kahraman olmuştur.
Bayılırım. Ne öyle çok dram vardır ne trajedi. Aksiyon vardır dozunda, biraz bilmece ama öyle çok kafanızı yormanıza gerek olmaz. Azcık romantizm vardır, ama tabi formülize (kelimeyi doğru yazdım mı hiç emin değilim şu an) edilmiş olduğundan ne inandırıcıdır ne de inandırıcı değildir. Herkes güzeldir, herkes yakışıklı, fit.
ama neden bazı kadınlar böyle güzel?
Aslında filmin hikayesi ilginç en başta. Yıldızlarla, zamanla böyle değişik bir hikayeye girişiyor önce. Güzel güzel kuruyor. Olaylar gelişiyor. Michiel Huisman'a zaten bayılıyorum, adam burada muhteşem görünsün diye görüntü yönetmeni kendiyle yarışıyor. Teresa Palmer'ı da bu daha önce bahsettiğim "A Discovery of Witches"da keşfedip pek kanım kaynamıştı, burada yine ışıldıyor. Ayrıca bir Sam Reid ile tanışıyorum ki ben bu adama nasıl rastlamamışım? (Oyunculuklarını falan demiyorum yahu, görüntüler güzel o açıdan diyorum, hani bu formülde böyleydi ya o yani)
tabiki Central Park'ta bir öğleden sonrası geçireceğiz
Havaalanında kule görevlisi olarak (böyle mi deniyor bilmiyorum) çalışan Dylan'ın rutin bir hayatı var. İşini çok iyi yapıyor, çünkü desenleri, formülleri görebiliyor. 30.doğum gününe günler kala işte bir anda bir şeyler oluyor ve hatası yüzünden neredeyse iki uçak çarpışacak hale geliyor. Açığa alınan Dylan günlerini boş boş geçirmeye başlıyor ama sonra garip bir şeyler fark etmeye başlıyor. Her gün hep aynı şeyler oluyor. Kendi hayatında da tekrarlanan desenler olmaya başlıyor. Bu sırada bir kadınla tanışıyor, bir sanat galerisinde çalışan Sarah ile. Daha ilk görüşte birbirlerini uzun yıllardır tanıyormuş gibi hissediyorlar. Sonra Dylan'ın bu fark ettiği tuhaflıklar ikisinin de hayatını etkilemeye başlıyor.
Ama sonra insan şüphelenmeye başlıyor. Ulan bu kadar yükseldik yükseldik, bu hikaye çok salakça bitmesin. Nitekim o kadar salakça olmasa da eh artık bu muydu yani dedirtecek şekilde bitiyor. Yani o kadar ilginç bir şey yakalamışsınız, düzgün bir şekilde de anlatıyorsunuz, buraya mı bağlanır bu? dedirtiyor. 
Yani bence izlemenize öyle pek de gerek yok. Şöyle boş bir akşamınızda hiçbir şey düşünmeyeyim, açayım izleyeyim dediğinizde izleyebilirsiniz. Pek de bir şey beklemeden.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...