Rus edebiyatına çok çekingen yaklaşırım. Dünya edebiyatına hah şimdi bu ülkenin edebiyatına başlayayım diye girmiyor insan çoğu zaman ama sanırım Rus edebiyatı için - ve hatta diğer pek çok edebiyat için - bende durum tam da öyle olmuş olabilir. Çünkü kendiliğinden, farkında olmadan İngiliz edebiyatına dalmış haldeydim ve hala daha en sevdiğim odur ama bir noktada ben artık farklı hayatlar, değişik coğrafyalara çıkmalıyım dedim. Elimden geldiğince her bir ülkeden birkaç bir şey okumaya çalıştım. Rusya ise tüm bunların arasında sanırım en çekindiklerimden biriydi. Baktığımızda öyle kocaman bir derya, öylesine karmaşık bir okyanus gibi görünüyor ki elime bir Rus yazar almam çok uzun sürmüş olabilir.
Bu yüzden ilk denediğim Dostoyevski'ydi. Beyaz Geceler. Her gün eve aldığımız gazetenin bir gün hediyesi olarak gelmişti ve iyi bir fikir gibi görünüyordu. Ama değilmiş. Dostoyevski'yi hiç sevmedim. Sonra Delikanlı'sını da okumayı denedim mesela, ah ne hevesle almıştım tuğla büyüklüğündeki kitabı, olmadı. Dostoyevski benim için fazla "ben" gibiydi, karamsar, ağlak, iç bunaltıcı derecede depresif. Eh ben de hep kendimden nefret ettiğim için, Dostoyevski'yle hiç barışamadık.
Haliyle Tolstoy'a geçtim sonra. Savaş ve Barış. Aklımı kaçırmış olmalıyım. Lisedeydim. Da Vinci Şifresi kafasındaydım, savaş ve barış neyine. İşaretlememiş olsam, okuduğumdan bile emin değilim. O kadar okumamışım gibi geliyor. Tek bir kelimesini dahi hatırlamıyorum. O yüzden bu iki saçmalamamı es geçip, Rus edebiyatı ile tanışmamı yine Tolstoy'un Sivastopol'undan başlatıyorum (https://www.goodreads.com/book/show/18047371-sivastopol). Hatta o kitabı okumam da yine bir film sayesinde olmuştu. Hayatımdaki çoğu şey filmler sayesinde olmuştur zaten, kitapların çoğunu filmler sayesinde keşfetmem gibi. 2009 yapımı "The Last Station" filmini (https://www.imdb.com/title/tt0824758/) izledikten (ve pek sevdikten) sonra Tolstoy'a ve Rus edebiyatına bir şans daha vereyim demiştim (Bu arada film güzeldir yani bence aşırı güzeldi, tavsiye ederim.). Sivastopol incecik bir kitaptı, ama çok beğenmiştim ve hah demiştim, işte Rus edebiyatı dedikleri bu olmalı. O zaman abartmış olabilirim tabi, kitabın hemen ardından acayip gaza gelmiş haldeydim çünkü. Tolstoy kraldı gözümde.
Ama Puşkin. İşte onu hiç okumamıştım. Her ne kadar Tolstoy'a karşı hissettiklerim Rus edebiyatına daha sıcak bakmama sebep olmuşsa da hareketlerime hiç yansımadı. Sonra hiçbir Rus yazar okumadım. İşte geçen haftalarda Kişinev'e gidecekken dedim herhalde bu bir işaret. Puşkin'le ilişkilendirilebilecek bir kente giderken yazdıklarını okumalıyım. Ama ne hikmetse gitmemden hemen önceki hafta ne kadar kitapçıya baktıysam bir tane bile kitabını bulamadım. Sonunda bir yerde Yüzbaşının Kızı'nı buldum ama bu sefer de sadece bu kitap ve diğer bir yayınevinden basımı. Başka yok. Yani YKY basımı ve İletişim basımı. YKY basımını tercih ettim. Mart 2019 tarihli 6.baskısı. Sabahattin Ali ve Erol Güney çevirisi. 126 sayfalık incecik bir kitap bu da. (https://www.goodreads.com/book/show/34819342-y-zba-n-n-k-z)
Okumaya başlayınca Rus edebiyatına neden o kadar çekingen yaklaştığımı gene hatırladım. Çünkü Rus tarihi, kültürü hakkında çok az şey biliyorum ve bu yüzden algılayamıyorum. Yani onca dizi ve filmden sonra artık gözüm kapalı İngiltere tarihi yazabilirim cilt cilt ama diğer ülkeler çok bulanık. Mesela bu kitabın esas hikayesi, Rus tarihindeki gerçek olayların, 1773 yılındaki Pugaçov Ayaklanması adı verilen olayın etrafında gerçekleşiyor. Hadi buyur buradan yak. Kim neden nereye nasıl ayaklanmış, kim haklı kim haksız, ana karakterimiz şimdi bunu diyor ama ne anlatmaya çalışıyor ana karakterimiz nerede duruyor...diye diye beynimden dumanlar tüte tüte okumaya devam ettim. Tabi bir noktada çevirmenin notu, yayımcının notu, sayfa altındaki açıklamalar derken yavaş yavaş anlamaya ve fikir üretmeye başlıyorsunuz. O aydınlanmayı yaşadıktan sonra kendi kendime okuduğum hikayeden daha da zevk almaya başladım.
Dediğim gibi bu 1773'te olan ayaklanma sırasında soylu bir ailenin oğlu olan Pyotr Andreyeviç Grinyov (isimler konusuna hiiiiç girmiyorum, çıkamayız, o konuda çok çemkiriyorum, kendim bile kendimi çemkirmekten alamıyorum) asteğmen gibi bir rütbeyle asker olur, taşrada ufak bir kaleye gönderilir. Kalenin komutanının kızı Maşa ile birbirlerine işte bir şekilde aşık oluverirler, bu sırada kaledeki diğer askerlerle falan Grinyov'un münasebetleri olur. Ve bir anda kendimizi onun gibi ayaklanmanın ortasında buluruz.
Hikaye Grinyov'un yıllar sonra 1833'te oturup da torununa falan hayatını anlatmak için yazdığı hatıratı formatında. Tüm kitap boyunca onun bakış açısından dinliyoruz olayları. En sonda hikaye bitmiyor ama kitap bitiyor. Puşkin'in kendisinin Bırakılmış Bölüm adını verdiği bir bölüm daha yer alıyor en sonda. Kitabın içinde, ortasında bir yerlere yerleşebilecek bu bölümü denilene göre yine birilerini rahatsız ederim de sürüverirler diye dahil etmemiş.
İşte Puşkin, meşhur portresiyle. Suratında biraz böyle küçük emrah ifadesi yok mu ya? |
E ama Puşkin kimmiş ki neler olmuş? 1799'da Moskova'da doğan Puşkin, tıpkı ana karakteri gibi soylu bir ailenin oğluymuş. Yine tıpkı Grinyov gibi onu da babası çok iyi bir şekilde eğitim alsın diye uğraşmış. Yatılı okula gönderilmiş. Şair ruhlu çocukların hepsinin yaptığı gibi o da şiire yönelmiş. Yazmış da yazmış. İmparatorluğun dışişlerinde falan çalışmış. 1820ler geldiğinde şiirleri isyan dolu olunca önce Kafkasya'ya sonra da Moldova'ya (gidip kaldığı evi gördüğüm Kişinev'e) sürülmüş. Sürgünde geçirdiği yıllardan sonra geri çağrılmış, artık sürülmek yerine yazdıklarını sansürlemeye başlamışlar. Hayatına devam etmiş Puşkin. 1831'de bir baloda çok güzel bir kız görmüş, aşık olmuş. Kız da olabilecek en meymenetsiz dişiymiş herhalde, bön bön bakmış hep tekliflerine de ısrarına da. Sonunda kızın ailesini fethedip evlenmiş Puşkin ama ne fayda, Natalia yine aynı boşlukta bakmaya devam etmiş duruma. Ahh işye böyle iyi yazan bir adamın zekası nasıl olur da bir kadın söz konusu olunca eksiye düşebiliyor diye insan gerçekten hayret ediyor (tüm erkekler bu hale giriyor valla bu cinste bir yamukluk var ama neyse). Sonunda da yine bu Natalia yüzünden bir düelloya girişmiş ve yaralanıp, ölüvermiş daha 38 yaşında. En kötüsü de yazdığı hikayedeki kahramanın da kendisi gibi bir nedenle düello yapıp, yaralandığını ve sonra iyileştiğini okuyoruz. Bu satırları yazan adamın, yazdıktan bir sene sonra bir düelloda yaralanıp öldüğünü öğreniyoruz. (daha ayrıntılı okumak isterseniz: http://pushkin.ellink.ru/2018/english/push1.asp)
Peki Puşkin nasıl yazıyor? Açıkçası hiç beklediğim gibi değildi. Okumaktan keyif aldım, okuduğuma da memnunum ama bir şeyler eksikti sanki gibi geldi bana. Nasıl anlatabilirim bilmiyorum. Mesela çok aşırı dramatik bir şeyler oluyor, böyle game of thrones vari şeyler oluyor, Puşkin öyle bir yazıyor anlatıyor ki parkta banka oturmuş da gelip geçeni izliyormuşsunuz gibi oluyor. Aslında etkili yazıyor, çok da iyi yazıyor onu da görüyorsunuz, fark ediyorsunuz. Ama olayları, duyguları anlatmayı seçtiği yol yüzünden hiçbir şey üzerinize üzerinize gelmiyor. Dramın trajedinin atlında ezilmiyorsunuz, ferah bir kafayla hikayeye devam ediyorsunuz. Bir yandan çok hoşuma gitti bu durum, çünkü ben gerçekten - ama gerçekten - okuduğum izlediğim her şeyi aşırı içselleştirip çok kötü olabiliyorum. Bir yandan da sanki böyle nefes alıp veriyormuşum da sanki tüm ciğerimi doldurup, geri boşaltmadan, böyle göğsüm hareket etmeden nefes alıyormuşum gibi hissettim.
Yine de bir yerde okuduğum, birinin dediği şeye çok hak verdim: Rus edebiyatına başlamak için çok iyi bir kitap Yüzbaşının Kızı. Keşke yıllar önce elime ilk geçen bu olsaymış dedim. Hem öyle çok büyük büyük bir hikaye değil, hem de Rus tarihi, kültürü hakkında ufak minik detaylarla genel bir tablo veriyor. Ayrıca düzgün ve keyifli bir okuma sağlıyor. Bence çok iyi bir başlangıç olur.
Bir de şunu ekleyeceğim. O kadar aradım, bulamadıktan sonra en son havaalanında aktarmayı beklerken oradaki kitapçıda İş Bankası'nın muhteşem basımını bulmadım mı? Yine Yüzbaşının Kızı ismindeki bu basım bütün öyküleri ve bütün romanları şeklinde bir alt başlığa sahip ve Rusça aslından Ataol Behramoğlu çevirmiş. 11.basım 564 sayfalık kocaman bir kitap. İçinde Maça Kızı ve Erzurum'a Yolculuk falan da var. Dayanamadım bunu da aldım ama diğer kitaptan bitirdim hikayeyi. Bu kitaba da diğer öyküler için geçeceğim bir ara.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder