26 Ekim 2013 Cumartesi

atölye

Bugün ilk atölye dersime gittim. Ah ama nasıl gittim, ne korkular içinde ne düşünceler içinde. Resmen kesilmeye giden kurbanlık misali, ben ne yapıyorum deli miyim ben ne işim var oralarda, roman yazmayı öğreneceğim de ne olacak, sanki içimde gizli bir dostoyevski var...diye otobüste yerimde bir kıvranışım vardı ki sormayın gitsin.
Ama ne oldu, çok sevdim. Çok mutlu oldum. Dersten çıktığımda böyle dünya daha bir güzel geldi gözüme, herkes iyi, herşey mutluluk vericiydi (tabi otobüste ayakta, santimetrekarelik alanda dikilmeye çalışırken bu ruh hali son hızla uçup gitti, o ayrı). Rahatlamış, hafiflemiş hissettim kendimi. İki saati aşkın bir süre boyunca, sizinle hemen hemen aynı birşey için bir odada, bir masa etrafına toplanmış insanlarla, kitaplardan, cümlelerden, kelimelerden konuşmak, bunları dinlemek o kadar güzel birşeymiş ki yıllardır bu dipsiz çukurumda kafama vurup duran bilgisayarlardan sonra beni kendime getirdi.
Haftaya bir sayfalık karakter yazma ödevim var, birkaç saat geçsin onun stresi başlayacak bünyemde ama olsun. Şimdilik gaza gelmiş vaziyette, şunu da okumalıyım bunu da okumalıyım o kitap nerde şu yazar kim diye etrafa saldırıyorum.

Bir de ben, her umberto eco denilişinde neden sırıtıyorum?!

20 Ekim 2013 Pazar

sezonun yenilerinden : The Blacklist

Açıkçası yeni bir FBI-CIA-bilmem ne bilmem ne işine daha ihtiyacım yoktu. Yeteri kadar filmini dizisini izledim, izledik. Seri katiller, psikopat katiller, zeki ama yalnız dolandırıcılar, uluslararası suçlular havuzunu o kadar fazla gördüm ki bizim tv ekranlarımızdaki zengin/fakir kız-fakir/zengin oğlan kara sevdalarından daha da bıktırıcı oldu. The Blacklist'in haberleri ilk geldiğinde de beni diziye çeken hikayesi falan olmadı, James Spader ve Parminder Nagra isimleriydi ilgimi çeken.
red'i getirin fotoğrafların olduğu panonun önüne, çözsün olayı sahnesi
fbi ve cia bakışması

Taking Lives, Perfect Stranger ve The Call gibi filmleri ortaya çıkarmış olan Jon Bokenkamp'ın fikri bu The Blacklist. FBI ajanı olmak üzere yetiştirilmiş, oldukça da başarılı gözüken ve müthiş bir gelecek vaadeden Raymond Reddington bir gün ortadan yok olur. 20 yıl boyunca en büyük suçların arkasındaki adam olarak FBI'ın en çok arananlar listesinde yer aldıktan sonra çıkıp gelir ve teklifini yapar: Size en azılı suçluları yakalatacağım ama benim kurallarımla oynarsak. Raymond "Red" Reddington'ın ilk kuralı sadece Elizabeth Keen ile konuşacağıdır. Elizabeth yeni mezun olmuş bir FBI ajanıdır, onların deyimiyle profil çıkarma uzmanı. Elizabeth'in kendisi de dahil olmak üzere hiç kimse Red'in neden onun seçtiğini bilemez. Red'in diğer istekleri iki özel yardımcısıdır; bir ekonomist olan Luli ve fedai görünümlü Dembe. Eh tabi CIA de ortamı boş bırakmamak adına bu ekibe kendi adamını katar, ajan Meera Malik.
fbi ajanı matematik öğretmeniyle mi evli olurmuş
Şimdilik 4 bölümü yayınlanan dizide olaylar genelde her bölümde Red'in durup dururken milleti oturduğu yerden galeyana getirmesi şeklinde gelişiyor. Evet bugün de bilmem kim şurada çok pis suç işleyecek demedi demeyin çıkışını yapmasıyla tüm FBI'ın bön bön bakması bir oluyor. Ekibin başındaki Harold Cooper ve onun her yere koşturttuğu Donald Ressler önce bir yo hayır yo dostum bu bizi yiyor gene muhabbeti yapıyor, her sahnede taş bebek gibi fondöteni bozulmadan duran Elizabeth de istemiyorum oynamayacağım artık tripleri atıyor. Ama neyseki tüm bunlara rağmen sonunda olayı çözüp kötü adamı öldürmek, kemiğini kırmak vb. yöntemlerle durduruyor hayatları kurtarıyorlar.
cooper, ressler ve keen'den biz hep böyle bakarız bakışı
The Blacklist'in bize sunduğu katıksız aksiyonun yanında çözülmemiş sorular, olayların perde arkası gibi heyecanları da var. Şimdilik Red'in Elizabeth ile neden kafayı bozduğu, neden bunca yıl sonra milleti yakalatmak için ortaya çıktığı, ilk etapta neden ajanlığı bırakıp suçlu olduğu, Elizabeth'in - güya - öğretmen olan kocasının ne ayak olduğu, Elizabeth'in ailesinin kimler olduğu, elindeki yanık izinin sebebi gibi sorularımız var. Belli ki bu sezonun planında bunlar var. Dizi şimdiden tüm bir sezon onayını almış durumda çünkü.
Ayrıca şahane müziklerinden bahsetmeden edemeyeceğim. Her bölümde sahneler eşlik eden müzikler 
Suuns'tan Up past the nurserynat king cole'dan Smile, Matt Corby'den made of stoneimagine dragons'tan The Rivernina simone'dan sinnerman, Hugo'dan 99 problems (ah bu bir şahane ki anlatılmaz), Dean Martin'den aint that a kick in the head gibileri. Ki bir de düşünün, Rolling Stones'un Sympathy for the Devil'ı, dizinin neredeyse resmi şarkısı.
Ben kendi adıma, ilk 3 bölümü izledikten sonra 4.bölümün başlarında durdurup kararsızlığa düştüm. Herşey iyi güzel hoş ama o kadar bol vaktim olmadığına karar vermiş durumdayım. Red olarak karşımda James Spader'ı görmek, diğer rollerinden çok daha değişik bir şekilde görünen Parminder Nagra'yı bir CIA ajanı olarak izlemek ilginç olsa da saydığıma göre şu ara haftada 15 diziyi takip ediyorum ve 16.sı olarak The Blacklist'i eklemem kafayı yememe sebep olabilir.
Ama ben anlattım, siz bilirsiniz.

kağıt için birbirimizi öldürüyoruz

allah beni napsın aldığım ekran görüntüsüne bakın

para ne oluyor ki? dağın birindeki bir kralın değerli olduğunu söylediği bir kağıt parçası sadece. altın, anlaşılabilir, parlak. ondan takı yapılabiliyor. gümüş. bir kurtadam getirin. öldü bilin. pirinç yurdun dört bir yanında ses çıkaran çanlar ondan yapılıyor. ama kağıt için birbirimizi öldürüyoruz. bu gerçekten üzücü bir durum.

sen beni güldürdün sleepy hollow da seni güldürsün crane

Bu haftaki Sleepy Hollow bölümü "John Doe"da yine şahane sahneler vardı. Kendi kendiyle ve 21.yy. ile dalga geçen dizimizin saray adabıyla yetiştirilmiş Oxfordlu tarih proseförünün bizim yüzyılımıza eleştirileri, serin ekim havasında ekranımızı şenlendirmeye devam ediyor.

(yerleşmek istediği göl kenarındaki eski avcı kulübesine eski diyerek burun kıvıran Abbie'ye ise şöyle diyor Ichabod) Görünüşe göre bir bina 100 yıldan fazla ayakta kalmışsa siz onu ulusal şehir simgesi ilan ediyorsunuz.
Sen çok yaşa e mi Ichabod.

10 Ekim 2013 Perşembe

sezonun yenilerinden : Sleepy Hollow


"Sleepy Hollow"un benim için önemi ve yeri çok ayrıdır; sene 2000'de Johnny ile tanışmamı sağlayan bir Tim Burton filmi olarak hafızamın, ruhumun en derin yerine kazınmış durumda. Tim Burton'ın bu Johnny çalışmalarının başlardakilerinden olan film, Washington Irving'in 1820'de yayınlanan kısa hikayesi "The Legend of Sleepy Hollow"dan yola çıkılarak çekilmiş olsa da hikayeden epey farklı bir yere gitmiş durumda. Benim gibi filmi izledikten yaklaşık 10 sene sonra bahse konu hikayeyi okursanız hakikaten de ne yapmış bunlar be diyebiliyorsunuz.
tv.com
Irving'in hikayesi 1790'da, film 1799'da geçiyor. Seneler seneler sonra karşımıza çıkardıkları bu FOX yapımı dizi ise Ichabod Crane'i 1776'da George Washington'ın komutası altında Amerikan Bağımsızlık Savaşı'nda doğaüstü güçlerle savaşan bir asker olarak tanıştırıyor bize (karıştırmayın bakın bu Revolutionary War, öbürü Civil War, ben karıştırıyorum misal. İlki 1775-1783 arasında, ikincisi 1861-1865 arasında olup bitmiş. İlkinde Britanya'ya karşı, ikincisinde kendi aralarında savaşmışlar.). Bu savaşı sırasında Ichabod'u o meşhur başsız süvariyle karşı karşıya buluyoruz, tabi henüz başsız değil, yüzünde bir maske varken. Ichabod süvarinin başını kesiyor ama kendisi de yaralanıyor ve bir sonraki an Ichabod'un yaklaşık 230 yıl sonra gömüldüğü mezardan çıkışına şahit oluyoruz. Tam da başsız süvarinin günümüz orta sınıf bir Amerikan kasabası olan Sleepy Hollow'a dönüp, olur olmaz insanların kafalarını uçurduğu bir anda.
sene 1776

tv.com
Ichabod mezarından çıkıp kendini asfaltlanmış yolun ilginçliğiyle terbiye ederken, uçan kafaları araştıran kasabasımızın şerifi adeta bir Hulusi Kentmen edasında çaylağı olan polis memuru - lieutenant diyorlar orada ama bildiğin polis değil mi bu ablamız - Abbie'ye hayat dersleri verme çabasında. Nitekim dersleri kendi öğreneceği varmış Abbie'nin, şerif de başı uçanlar kervanına katıldığında kasabamızın, polislerinin ve dahil Abbie'nin yolu Ichabod ile kesişiyor. Önce - doğal olarak - deli muamelesi yaptıkları bu tiple sonra bir de bakmışız birlikte olayları çözüyorlar. Doğal olmayan ise Ichabod'un 230 yıl sonra mezarından kalkıp, hemen kendine bir kader - destiny dikkatinizi çekerim - tayin edip, bunu kabullenmesi ve etrafta "mahşerin dört atlısı geliyor hehooyy biz de seninle dünyayı kurtaracak iki kankayız abbie, kaderimiz bu, hadi bir yandan 'bonding' yaparken bir yandan da allahın her günü bir başka 'demon'ın fırladığı bu kasabada eski amerikan kültürünün köşe taşlarını araştıralım" havasında gezmeye başlaması. Adam bir saniye tereddüt etmedi ya allahım, bir anlığına bile olsa durup da olayın tuhaflığının ayırdına varmadı ya. Mezardan çıktın be adam, öldün de dirildin, yüzyıllar geçirdin toprak altında, afeti devran karın cadı çıktı, başka bir alemde kapana kısılmış sana seslendi. Sense bir an bile durup da laan noluyoorr laaan demedin.
tv.com
tv.com

O tarafını karıştırmazsak, dizi oldukça iyi gidiyor. Şimdilik 4 bölüm yayınlandı. Her hafta belirli dozlarda korkutucu öğelerle fantastik hikayeler anlatıyorlar. Hikayeleri temelde çoğunlukla amerikan kültürünün öğelerinden yola çıkılmış oluyor, aralara Ichabod'un 1700ler flashbackleri serpiştiriliyor. Çekim kalitesi, karakter anlatımı, her hafta karşımıza çıkan yeni yeni yaratıkların kostüm ve makyajları oldukça iyi. Çoğu yerde insanın tüylerini diken diken edecek kadar gerilim oluşturuyorlar.
ahh katrina

Son olarak Tom Mison ismini bundan 3 ay önce "Lost in Austen"ı anlatırken sizlere belirtmiştim diye hatırlatmak istiyorum. Kendisini izlemekte fayda var bence. (Aynı kısa dizideki bir diğer karakteri canlandıran Tom Riley'nin de - 2014'te - ikinci sezonunu göreceğimiz Da Vinci's Demons'da başrolde olduğunu hepimiz biliyoruz herhalde).
işte böyle birşey

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...