28 Eylül 2013 Cumartesi

"Bir Osmanlı Aydınının Londra Seyahatnamesi"

1851'de bir gün, Ceride-i Havadis gazetesi bizim Osmanlı aydınlarından (buradaki "aydın" tahmin edebileceğiniz gibi azıcık okumuş yazmış, ilim irfan sahibi insan manasında) bir tanesini Londra'ya yollar. Büyük Sergi vardır o zaman Londra'da, bizim aydın bu vesileyle Londra'yı gezip gördüklerini gazetede anlatacaktır.
Dokuz Eylül Üniversitesi'nde tarih dersleri veren Erkan Serçe'nin, adına sahip olamadığımız bu aydınımızın anlattıklarından oluşan kitabını sadeleştirip, bizim anlayabileceğimiz hale getirmesi ile ortaya çıkan kitabı İstiklal Kitabevi yayınlamış temmuz 2007'de. Zamanında yayınlanan Seyahatname-i Londra adlı kitapta ya da gazetedeki yazılarda adı geçmediği için kim olduğunu bilmediğimizi söylüyor Serçe ama Mehmet Rauf olabileceğine dair de düşünceleri var.
Aydınımızın Londra ve Britanya insanı hakkında anlattıkları türünün ilk örneği olmasının yanında oldukça da keyifli. İstanbul'dan yol çıkışından başlıyor, lafı en son İngilizler'in soğukluğuna kadar getiriyor. Bokstan da bahsediyor, bankalardan da parasını nasıl cebinde tutmaya çalıştığından da. Düz kuru bir anlatım değil onunkisi, gayet esprili, kendiyle de dalga geçtiğine şahit olabiliyorsunuz. Eleştiriyor, beğenmiyor, bunları söyleyebildiği kadar takdir ettiği durumları da anlatıyor. Özellikle, kitabın sonunda karşılaştırma yapabilmemiz adına kitabı hazırlayanların koyduğu Namık Kemal'in 1872'de İbret Gazetesi'nde yayınlanan İngiltere yazısını okuduktan sonra bizim aydının anlattıklarının hatta anlatımının değerini daha da bir anlıyoruz. Namık Kemal'in o ingiltere ki eyh aman allah ne muhteşem aman yarabbi orası en büyük en güzel şeklinde terennüm edişi insanda kendini duvarlardan duvarlara vurmak gibi çılgınca düşünceler oluşturuyor. Oysa bizim aydın yahu bu ingiliz milleti de ne tuhaf be diyebiliyor.
Misal Londra Kulüpleri başlığı altında şöyle şeyler söylüyor;
Cümleye malumdur ki seyahat etmek, alemin ahvaline, insanoğlunun mizacına dair malumat kazanmasını sağlayan nice garip olaylar ve şaşılacak durumlar görülmesini, iyiyle kötünün ayrılmasını sağlar. Çünkü pek çok gariplikler gösteren bu alemde, her beldenin, bir örf ve kaidesi, ahalisinin de farklı tavır ve davranışları vardır. İnsanoğlu, tabiatı gereği bazı şeylere kendini mecbur hisseder. Bu sebeple de herkes mütalaa ettiği fikirleri fiile geçirebilmek için, gücü yettiği miktar nakdi sarf eder. Bu da cihanın sahip olduğu maarif ve sanayii ortaya çıkarmaktadır.
Yeri geliyor Türk kafasını 200 yıl öncesinde bile yaşatıyor bize, fırsatları görüp köşeyi nasıl döneriz hesabına ;
(Tütün ve çay içme adetleri başlığı altında) Tütünleri aşırı derecede sert ve fenadır. İçilmesi mümkün olmadığı halde avam insanlardan bazıları sakız çiğner gibi ağızlarında tütün içerler. Bir de beyaz tabak toprağından  ve lülesi kendinden yarım arşın uzunluğunda ufak çubuklar içerler. Bu çubukların içi hemen zifir tuttuğu için duman gelmesi ihtimali kaybolur bu nedenle iki lüle içip değiştirirler.(...) Benim yanımda birkaç okka İstanbul tütünü vardı ve bazı görüştüğüm zevata, birer cigaralık bu tütünden verdim. Öyle makbule geçti ki mukabilinde aldığı hediyeler hesap olunsa verdiğim tütünün dirhemi bir miskal altına denk gelir. İngiltere'de tütünün bu derece azlığı ve Osmanlı ülkesinde çıkan tütünün güzelliği ve bolluğu düşünüldüğünde, pek büyük bir ticaret olacak iken kimsenin buna rağbet etmemesi hayret vericidir.
Öyle herşeye de görmemiş etmemiş şekilde bakmıyor tabi bizim aydın, sevmediyse sevmedim diyor burun kıvırıyor;
(Dalgıçlık başlığı altında) Bazı adamların, başlarından aşağıya, saçtan bir şey giyerek denizin dibine indiklerini gördü ahbaplarımdan bir zat; merak ederek denizin dibine inmeyi kurdu, ama inerken karanlık çöktüğü anda bağırmağa başladı. Ben de merak edip girdim, pek o kadar korkutucu değilse de alışık olunmadığından insanı sıkıntı basıyor.
En sonunda da söylediği herşey için ufak bir açıklama ve değerlendirme yapmaktan geri kalmıyor tabi;
İşte, her ne kadar Londra ahalisinin mizaç ve tavırları böyle vahşi görünürse de tanışılıp kaynaşıldığında pek aşırı saygı gösterir ve ikramda bulunurlar. (...) Bahsettiğimiz keyfiyetler İngilterelilerin kınanacak cihetleri olarak anlaşılmasın. Bizim muradımız ancak gördüğümüz ahvali beyan etmekten ibarettir. Zira İngiltere'ye giden herkes böyle bir kitap kaleme almaya kalksa bundan başka şekilde yapamaz. Yalana katlanırsa bilemem.
Biz de katlanamıyoruz yalana saygıdeğer aydın. O sebeple keyifle okuyoruz yazdıklarını.

27 Eylül 2013 Cuma

"Önemli Şeylerden Kimse Söz Etmezse" nice olur halimiz değil mi Jon McGregor

Duyabilirsiniz, dinlerseniz.
Şehir şarkı söyler.
Bir bahçenin dibinde, bir sokağın ortasında, bir evin damında sessizce durursanız.
En net geceleri duyulur, ses her şeyin yüzeyinden daha keskin geçerken ve şarkı içinizde bir yere ulaşırken.
Sözsüz bir şarkıdır çoğunlukla, ama yine de bir şarkıdır işte ve duyan hiç kimse ne söylediğinden şüphe etmez. Her notayı ayrı ayrı seçtiğiniz anda şarkı doruğa ulaşır.
Dinleyin.
Duyulacak daha çok şey var.

Jon McGregor, "Önemli Şeylerden Kimse Söz Etmezse" adını verdiği bu değişik, bu alışılmadık, bu kafa karıştırıcı ama bir o kadar da sakin kitabında hepimizi davet ediyor dinlemeye. Şehrin şarkısını, yaşamın şarkısını. Şimdiye kadar okuduklarımdan pek farklı bir anlatımı var McGregor'ın. Denemenizi tavsiye ederim.

22 Eylül 2013 Pazar

"whispers of the beloved" ile bir kötü "Diana"

Hepimiz bir noktada bu seçimi yaptık bence : Ya içimizden nasıl geliyorsa o şekilde hissettiklerimizi düşündüklerimizi karşımızdakilere söyleyecek, gösterecek, olduğu gibi anlatacak ya da sadece durup hiçbir şey söylemeyecektik. Hiçbir tepki vermeyecek, kendimizi hiçbir tepki vermemek için tutacak ve yazarak, çizerek, notalara dökerek en dolaylı yol hangisiyse o şekilde ifade edecektik. İlk yöntem en güzeliydi, onu yapmaya seçenlerdenseniz çok güzel bir hayatınız oldu. Kolay demiyorum ama güzeldi, inanın. Hiçbir şey içinizde kalmadı, pişmanlıklarınız dağlar kadar büyük olmadı. Gerçek anlamda hiç yalnız kalmadınız, kendinize de insanlara karşı da dürüst oldunuz. Ama eğer ikincisini seçtiyseniz, mahvoldunuz. Hayatınız kocaman bir yalan. Yanınızda bir dolu arkadaşınız olduğu halde hep yalnız oldunuz. Çünkü kimseye gerçekten ne düşündüğünüzü söylemediniz, göstermediniz, haykırmadınız. Hepsini yutkunarak içinize attınız, kafanızı çevirdiniz, içinizden gelenlerin tam tersini söylediniz hatta, tam tersini yaptınız midenizi bir matkap oyarmışçasına acı sizi iki büklüm yaparken gene de mutlu durdunuz, öyle göründünüz. Hayatınız tamamen pişmanlıklarınızdan oluştu, aklınızın her bir köşesi unutmaya çalıştığınız acı verici keşkelerle dolu.
Lanet olsun ki ben ikinciyi seçmiştim. Salak salak dolanıyorum şimdi. Bir kere yalan söyledim mi dibine kadar gidiyorum, battıkça batıyorum. Bugün "Diana"yı izledim sinemada. Naomi Watts'ın milim milim ezberlediği Lady Di öylesine içinden geldiği gibi davranan, sevgisini göstermekten korkmayan, sevgisinin peşinden gitmekten hiç gocunmayan, olduğu gibi göründüğü bir kadın ki o perdeden elini uzatıp da suratıma okkalı bir tokat geçirseydi daha kötü olamazdım. Bağırıyordu Diana, haykırıyordu, kendini savaş alanının ortasına atıyordu, ağlıyordu, çaba gösteriyordu, kapılar suratına kapansa karşısındakiler onu reddetse de içindeki söylemekten vazgeçmiyordu. Hayatını gözlerimin önündeki perdede öyle bir yaşadı ki midemdeki delik daha da acıtır oldu her defasında.
Tabi bu Diana, Oliver Hirschbiegel'in ve Stephen Jeffreys'in bakış açısından izlediğim Diana'ydı. Hirschbiegel'in filmi çok da iyi değil gerçi, eldeki malzeme çok iyiyken film yapma olayını beceremediklerinden "olmamış" bir film.

12 Eylül 2013 Perşembe

“She had always wanted words, she loved them; grew up on them. Words gave her clarity, brought reason, shape.”

19 Ağustos 2013 Pazartesi

Carolina Liar

"Belki ben yanlışım, bundan daha iyisini yapmalıydım, yapabilirdim. Hatalarım artık pişmanlığa dönüştü. Lütfen, kayboldum kurtar beni. Beklediğimi göster, düşündüğümün yaptığımın - yapacağımın - doğru olduğunu göster bana. Bir işaret gönder, bir işaret göster."in uzuncası bu şarkı. Bence.
Carolina Liar, 2008'de ilk albümleri Coming to Terms'ü, 2011'de de ikincisi Wild Blessed Freedom'ı çıkarmış bir alternatif rock grubu. Yaptıkları müziğe böyle deniyor sanırım büyük ihtimalle. Show Me What I'm Looking For ilk albümlerinden. Dinlemek isterseniz daha derinden, adresleri bu: http://www.carolinaliar.com/



Neyse, ben gelecek haftaya kadar tamamen farklı şeyler düşünmeye - düşünmemeye gidiyorum.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Don’t hide from what you are And hope for something more

Gazı verip, çekileyim.

öyledir

En son, bu zaman zaman tekrarlayan karanlıklarımdan birine daha dalmış haldeydim. Aslında sanırım bir süredir kötüye gidiyordum. Okuduklarımı yazmak istemedi canım. Dinlediklerimden bahsetmek istemedim, hiçbir şey anlatmak istemedim. Yazmak gelmiyordu içimden, halbuki tam da vakti hadi otur yaz diyordum kendi kendime. Olsun. Yola çıkmak her zaman iyi geliyor bana. Bu sefer de öyle oldu. Bizim köye gittim bayramda, liseye kadar neredeyse her yaz en azından bir aylığına gittiğim, çocukluk hatıralarımın arasına. Ve hatırladım, ve fark ettim. Küçükken o sıcakta herkes sabah erkenden kalkıp fındık bahçesine gittiğinde, tek başıma oturur babaannemin iki döşek koyulu mutfağında, hayaller kurardım. Döşeklerin altındaki kim bilir taa ne zamandan kalma eski gazetelerin sayfalarına tekrar tekrar bakıp uçar giderdi aklım. Nerelere gidecektim, neler yapacaktım, neler olacaktım. Hepsini hatırladım bu son bir haftada. Ve kararlarımı verdim. Umrumda değil. Evet babam hep gıcık, önyargılı, kocakafalı bir adam olarak kalmaya devam edecek, yapabileceğim birşey yok. Artık takmayacağım, en azından takmamayı deneyeceğim. Onun beklediği, istediği şekilde yaşadım bir süre. Bekleyebileceğinden de daha hayırlı bir evlat oldum, bundan sonra hiçbir şey diyemez. Dese de kendi bilir.
Kararımı biliyorum. İnsanların ne dediği ne diyeceği, nasıl yaşadıkları, kaç yaşında hayatlarını kurdukları herşeyi hallettikleri falan umrumda değil. Böyleyim ve böyle olmamım bir nedeni var demek ki, onlar gibi olmaya çalışmam gerekmiyor. Anlatacak çok şeyim var, bir sürü yolculuk; Akçakoca, Ordu, Sümela Manastırı, Uzungöl...Bir sürü kitap var, bir sürü albüm var, çok şahane şarkılar var içime dokunan. Hepsini anlatacağım, unutturmayın. Ama önce ben yine bir yolculuğa çıkayım geleyim. Fethiye'de neler göreceğimi bilmiyorum bu yaşımda.

Bir yola neden çıktığınızı bilmiyor olabilirsiniz. Yoldaki bu kalabalığın içinde ne işiniz olduğunu bilmiyor, hatta bunu sormuyor bile olabilirsiniz. Yolun sonunu merak etmemek gibi bir dinginliğin, sonsuza kadar yürümeye yetecek bir gücün sahibi de olabilirsiniz. Sizi yolculuğa çeken yolun sonu değil, yolun kendi de olabilir. Belki sadece gitmeyi seviyorsunuzdur. Kaçıyor da olabilirsiniz ya da böyle olduğunu sanıyorsunuzdur. Öyledir.[http://ilyasozturk.blogspot.com'da yan sütundaki bir Kerouac resminin hemen altında okudum bu satırları ve onlarla baş başa bırakıyorum şimdilik sizi.]

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...