13 Ağustos 2013 Salı

Danielle Trussoni'den Melekbilim serisinin ilk kitabı : Asi Melekler


diyor Asi Melekler'in en başında Danielle Trussoni. II.Dünya Savaşı öncesinden sonrasına, milenyum başına, hatta ilk yüzyıl antik belgelerinden Orta Çağ papazlarına uzanan bir hikaye bu. New York'un hemen kıyısında, bir manastırda rahibe olan Evangeline'in sebebini bilmeden kaybettiği annesine, uzaktan güçlü korumasını hissettiği büyükannesine uzanan; onların karşısında yaşlılıktan tükenmiş olmasına rağmen eski bir manastırın, gizemli planların peşinde debelenen zengin Percival Grigori'ye ve onun emrinde ne anlama geldiğini bilmediği şeyler araştırırken kendinden çok daha büyük bir gerçeğe ulaşıp tüm bu insanları birbirine bağlayan sanat tarihçisi Verlaine'in hikayesi. 


Açık söyleyeyim, kitabı kütüphanede görüp de alırken düşündüğüm tek şey bunun da şu önceki okuduğum melekli kitap gibi bir tür Alacakaranlık-Vampir Günlükleri çakması bir eğlence olduğuydu. Mola vermiş olacaktım, kafamı rahatlatacaktım klasiklere geçmeden önce. Ne kadar da yanılmışım! Ve iyi ki de yanılmışım. Trussoni'nin kitabı koca bir araştırmanın sonucunda, özenle, tek tek iplikle işlenir gibi yazılmış gayet doyurucu bir öykü. Hele ki bunun bir serinin başlangıcı olduğunu öğrendiğinizde daha da ilgi çekici oluyor. Trussoni bu melekler olayına kendini mitolojiden, yaratılış öykülerine, kutsal kitaplardan, antik metinlere birçok kaynaktan edindiği bilgilerle oluşturduğu bir temele yerleştiriyor. Kitap için kendi gerçekliğini oldukça sağlam bir şekilde oluşturuyor. Açıp da onun bahsettiği metinleri okuyasınız geliyor, hakikaten de böyle mi yazıyormuş orada diye.
Hikayemiz esasında dünya üzerinde binyıllardır süren bir savaşı merkezine almış vaziyettte. Asi meleklerin dünyaya inerek insanlarla birleşip çoğaldıklarını, gizli bir tarikat gibi zenginlik ve refah içinde yaşarken dünya tarihindeki birçok olaya müdahale ettiklerini anlatıyor. Bunun sonucunda ölümlü insanlar da Melekbilim adında bir bilim dalı kuruyor ve çok sıkı eğitimlerden geçen, bir akademiye bile sahip olan bu bilim insanları asi meleklerin bu yeraltından müdahalelerine karşı savaşıyor bilgiyle ve azimle. Bu savaşın 1999 yılındaki etkilerini bir yandan rahibe Evangeline'in ve sanata tarihçisi Verlaine'in  ile Percival Grigori'nin bakış açısından okurken, 99'daki olayları etkileyen gerçekleri II.Dünya Savaşı yıllarında Paris'teki Melekbilim Akademisi'nde bir öğrenci olan Celestine'in anlattıklarından okuyoruz. Kitabın sonunda tüm bu öyküler, tüm bu karakterler bir araya geliyor zaten, pek çok şeyin su yüzüne çıkmasıyla birlikte.
danielle trussoni, kaynak:wikipedia
Danielle Trussoni Wisconsin Üniversitesi'nde tarih ve İngiliz Edebiyatı okumuş, Amerikalı bir yazar. İlk kitabı  Falling Through the Earth: A Memoir 2006'da oldukça iyi eleştirilerle karşılaştıktan sonra bu Melekbilim (Angelology) işine girişmiş. İlk kitap Asi Melekler'in orijinal adı da Angelology zaten. New York Times'ın çok satanlar listesine giren kitabın bu kadar sevilmesine karşılık, Trussoni bu hikayeyi zaten bir seri olarak planlamış ve bu yılın martında ikinci kitap Angelopolis yayınlanmış durumda. D&R'ın sitesinde İngilizcesini gördüm ama Türkçesi henüz yok gibi, yayıncısı Doğan Kitap'ın sitesinde bile.
Ben kitabı ve öyküyü hakikaten sevdim, iyi yazılmış, iyi araştırılmış, eğlencesi de aksiyonu da draması da yerinde bir anlatım kullanıyor Trussoni. Serinin geri kalanını okumak için sabırsızlanıyorum.

11 Ağustos 2013 Pazar

Robert Liparulo'nun Hayalevi Kralları Serisi'nin ilk kitabı : Karanlık Gölgeler Evi

“Bravery is not the absence of fear but the forging ahead despite being afraid.”

resim, yasin öksüz blogundan

King ailesi sıcak mı sıcak Pasadena'dan ormanlar arasındaki Pinedale adlı küçük kasabaya, öğretmen olan baba King'in oradaki bir okula yeni müdür olarak atanması sebebiyle taşındıklarında kardeşler Xander, David ve Toria'nın farklı farklı beklentileri var. Xander tam bir sinefil, zaten arkadaşlarıyla ufak tefek filmler çekiyor hep ve yönetmen olmak istiyor. Bu yüzden sinema endüstrisinin kalbinden gittikçe uzaklaşmasına neden olan bu ufacık kasabaya taşınmaktan hiç de memnun değil. 15 yaşının baharında olduğundan eh az buçuk da kız olaylarına girmiş, eski ortamını hiç bırakmak istemiyor. 12 yaşındaki David ise biraz daha olumlu bakıyor, hem ruh hali daha pozitif hem de bir sporcu olarak yeni başlayacağı okulda da kendine yer edinebileceğini düşünüyor. Küçük kardeş Toria ise zaten 9 yaşında ve bunların hepsi ona yeni ve heyecanlı bir macera gibi geliyor.
Ama geldikleri bu kasabada taşınmak üzere kendilerine oldukça eski, Victoria dönemi tarzında bir ev bulmaları herşeyi karıştırıyor. Ağaçların arasında kaybolmuş gibi görünen bu ürkütücü evin içi, dışından daha çok gizem barındırıyor. Xander'ın içten içe hissettiği bir şeyler yanlış, kötü bir şeyler var durumu kardeşlerin evin içinde dolaşan devasa birinin varlığını anlamaları ile korkunç bir hale bürünüyor. Bu eski evin tavan arasında başka başka dünyalara açılan kapıları keşfediyorlar. Ta ki herşey çok kötü bir hale bürünene kadar, bu durum çocuklara eğlenceli ve ilgi çekici bir macera gibi geliyor.
Esasında bir gazeteci olan Robert Liparulo'nun bu Hayalevi Kralları serisi 6 kitaplık, bu ilk kitap Karanlık Gölgeler Evi 2008'de yayınlanmış. Son kitap 2010'da yayınlanmış ama bizde henüz 4.kitap çevrilmiş durumda. İkinci kitap Ormanın Esrarengiz Gözleri, üçüncü kitap Gizemli Kapının Muhafızları, dördüncü kitap da Zamanın Ötesine Yolculuk olarak çevrilmiş. Sonraki kitaplar Whirlwind ve Frenzy'nin ne zaman geleceğine dair bir haber göremedim ama bu dört kitap da Martı Yayınları'ndan çıkmış şekilde birçok kitapçıda bulunabiliyor.
Robert Liparulo abimiz
Liparulo'nun bu serisi "young adult" türünde bir gerilim olarak adlandırılmış. Hakikaten de lise dönemindeki gençler için biraz çocukça kaçabilecek seviyede olsa da ilkokulun başlarındaki çocuklar için de korkutucu olabilir. Ama buna rağmen Liparulo'nun yazdıklarını çocukça bulmadım ben, hatta anlattığı hikayeyi de cümlelerini de oldukça ciddiye alıyor Liparulo. Özenle, düşünerek yazdığı belli oluyor. Sadece fantastik bir hikaye, çocuklar-gençler için eğlendirici birşeyler anlatmıyor, çok güzel tespitleri, çok gerçekçi ifadeleri var. Kendisi de o yaşta olmuş, yaşamış bir insanın yazdıklarını, düşündüklerini görüyoruz. Bir de Liparulo'nun karakterleri o kadar gerçekçi ki. Olaylara verdikleri tepkilerden tutun, düşündüklerine, kişiliklerine kadar. Xander ve David kardeşler örneğin, direkt bir ayrım yapılmadan bu kardeş böyle olan öbürü de şu rolde olan şeklinde değil de, o yaştaki bir genç insanın içinde ne fırtınalar kopuyorsa o halde yazılmış. Cesurken korkak, akıllıyken saf, hayalciyken gerçekçiler. Liparulo'nun olgun karakterlerinin çok içine giremesek de genç-çocuk karakterleri bence çok başarılı.
Hikaye de sizi alıp götürüyor, merak içinde bırakıyor ama Liparulo'nun özenli, rahat okunan cümlelerini ben nedense kitabın bir yerine gelene kadar kendimi zorlayarak okudum. Bir süre hikaye o kadar da sarmadı mı nedir, sırf okuyayım diye devam ettim. Bilmem belki de kitabı elime aldığım dönemdeki ruh halimdendir, çünkü sonradan içinde ilerledikçe kitabın bırakamadım.
Hollywood'un da hemen kancayı attığı Liparulo'nun en azından bu Hayalevi Kralları serisinin diğer kitaplarını da denk gelirsem mutlaka okumayı düşünüyorum ben. Fantastik-gençlik kitaplarını seviyorsanız ya da onca ciddi şeyin arasında böyle bir mola vermek isterseniz, Hayalevinin Kingleri sizi de bekliyor orada bir rafta.

9 Ağustos 2013 Cuma

Amin Maalouf'un Semerkant'ı

"Ve şimdi, bakışlarını Semerkant üzerinde gezdir! O, yeryüzünün kraliçesi değil mi? Tüm kentlerin kaderini ellerinde tutmuyor mu?" [Poe]

"Ne söyleyeyim istiyorsun? Bu şeyler örtülü. Sen ve ben, her ikimiz de örtünün bu yanındayız. Örtü kalktığında artık burada olmayacağız."

"Hayyam da, hayranı olduğu Suriyeli şair Ebu'l Ala'nın sözlerini aynen benimsemişti: 'Beni döllendirenin günahını çekiyorum, kimse benim günahımı çekmeyecek.' "


İlk kez Maalouf okumaya karar verdiğimde kitapçıda tüm o kitapların kapaklarına bakıp tamamen içgüdüsel bir şekilde "Yüzüncü Ad"ı almıştım. Üniversitedeydim, 4 yıl boyunca poğaça-simit ile beslenmemizi sağlayan o ufak kafede bize servis yapan tıpkı bizim gibi öğrenci olan çocuklardan biri bize çay getirirken kitabı masanın üzerinde görüp, çok güzel bir kitap olduğunu Maalouf'un kitaplarını mutlaka okumam gerektiğini söylemişti. Hiç tanımadığım benim yaşlarımdaki bir insan ile o gün kısa da olsa bir diyalog kurmamızı birşeyler paylaşmamızı sağlayan bir Maalouf kitabıydı. Aynı şekilde, geçenlerde de Goodreads'te yine hiç tanımadığım bir insan, benim gibi bir kitapsever önerdi bana Semerkant'ı. Okuduğum kitapları görüp de bu kitabı mutlaka seveceğimi düşünmüştü. Onun sayesinde uzun zamandır beklettiğim kitabı alıp okuma şansım oldu.
kralsın Maalouf
Okurken Yüzüncü Ad'ın orijinalinde Baldassare'nin Yolculuğu ismini taşıdığını, Maalouf'un bu hikayesinin bir yolculuğu anlattığını görmüştüm. Sonradan kendi adımın anlamının da bir "yolculuk" olduğunu öğrendiğimde, beni o kitaba götürenin normal bir tesadüf olmadığını anlıyorum şimdi. Tıpkı uzun yolculukların, tarihin çeşitli zamanlarından farklı farklı insanların yollarının kesiştiği, bir anlamda Hayyam'ın yolculuğu olan Semerkant'ı anlatan bir diğer kitabına ulaşmamın da bir tesadüf olmadığını düşündüğüm gibi. Kim bilir belki Amin Maalouf'un bize yaptığı da budur, hikayeleri aracılığıyla bizi kendi yolculuklarımıza çıkarıp, bir araya gelmemizi, yabancı sandığımız insanlarla aslında içten içe tanışıyor olduğumuzu göstermektir.

"Ayağa kalk, uyumak için
Önümüzde sonsuzluk var!"[Hayyam]

Hepinizin bir Maalouf yolculuğuna çıkabilmesini umuyorum. Hatta tavsiye ediyorum, tıpkı Baldassare'yi bana öven kafedeki arkadaş ve Semerkant'ı mutlaka okumamı söyleyen goodreads arkadaşım gibi.

"Cennet de cehennem de senin içinde."[Hayyam]

4 Ağustos 2013 Pazar

çok, çok uzağa

Sadece, çok çok uzağa gitmek istiyorum. Kendimden bile kaçabileceğim kadar uzağa. hiçbirinizi tanımamış olmak, hiçbir anımıza sahip olmamış olmak istiyorum. Kimsenin beni tanımadığı o yerde, herşeye ve herkese baştan başlamak istiyorum ki o hep istediğim, içimde her dışarı çıkmaya yeltendiğinde kafasını tutup geri bastırdığım insan olabileyim o yeni yerde, yeni insanlarla. Bu yakamı bırakmayan hep "en" olabilmeye çalışma hırslarımdan kurtulabileyim orada. Anlamadığım şeyler için üzülmek zorunda kalmayayım, en ufak bir umut için kırıntılardan anlam çıkarmaya uğraşmayayım. Hep bir yerlere, birşeylere, birilerine yetişmek zorunda olmayayım. Aklımdan geçeni söyleyebileyim, gel buraya çok seviyorum seni ben de diyebileyim, defol git başımdan salağın tekisin sen de. Kim neyi hak etti etmedi, bana niye düşmedi, herşey haksızlık herkes ayrıcalıklı diye düşünceler uçuşmasın kafamda oraya gittiğimde, öylesine yeni biri olayım. Azıcık aşım ağrısız başım olsun. Dünyada ne olmuş, savaş mı çıkmış yer mi batmış gök mü düşmüş hiçbiri önemli olmasın orada. Zaman akmasın. Aksa da koymasın. Her yeni gün, gerçekten yeni bir gün olsun, yaşamak zorunda kaldığım bir kabusun bir başka parçası olmasın. Bir şeyler başarmak zorunda olmayayım orada. Herşeyi bilmek, herşeyi yapmak önemli olmasın. Kimse benden bunları beklemesin.
Sadece uzağa gideyim olmaz mı. Çok, çok uzağa. Kendimden bile uzağa.

30 Temmuz 2013 Salı

Ursula'nın Lavinia'sı

Şairin bana şiirinden okuduğu Troya'nın düşüşü hikayesinde kralın kızı Cassandra olacakları önceden görüyor ve Troyalıların büyük atı şehre sokmalarını önlemeye çalışıyor, ama onu kimse dinlemiyordu: Üzerindeki lanetti bu, hakikati görecek, bunu söyleyecek, ama onu kimse duymayacaktı. Erkeklerden ziyade kadınların üzerindeki bir lanettir bu. Erkekler hakikatin kendilerine ait olmasını, kendi keşifleri, kendi mülkleri olmasını ister.
Bu romanda anlatılan hikaye, mekan ve karakterler Vergilius'un epik şiiri Aeneas'ın son altı cildine dayanıyor. Uzun bir süre, Avrupa ve Amerika'da eğitimli hemen herkes Aeneas'ın hikayesinden haberdardı: Troya'dan çıktıktan sonra yaptığı geziler, Afrikalı kraliçe Dido ile olan aşk ilişkisi, yeraltı dünyasını ziyareti bilinen, insanların aşina olduğu referanslardı, şairler, ressamlar, opera bestecileri için bir hikaye kaynağıydı. Ölü dil olarak adlandırılan Latince Orta Çağ ile birlikte, edebiyat aracılığıyla son derece canlı, faal ve etkili bir dil olmuştu. Ama artık öyle değil. Son yüzyıl boyunca Latince öğrenimi ile öğretimi yok olmaya ve bir akademik uzmanlık dalı haline gelmeye başladı. Dolayısıyla, dilinin gerçek anlamda ölümüyle birlikte Vergilius'un sesi sonunda susmuş olacak. Bu çok acı birşey, Vergilius dünyanın en büyük şairlerinden biri çünkü.
(...)
Yazdığım hikaye herşeyden çok şaire olan minnet borcumdur, ona sunduğum sevgimdir.
(...)
Vergilius'un peşinden gitmekti arzum, onu vezir veya rezil etmek değil.


diyor Ursula Kroeber LeGuin Lavinia'da. Çok sevdim, mutlaka okuyun herkesin okuması gerek türünden şeyler söyleyemeyeceğim ardından. Kötü bulduğumdan falan değil. Ama kitap boyunca anlam veremediğim o sıkıntılı duygudan. Okuyamadım çoğu kez, devam etmek istemedim, bir yandan devam etmeyelim diyerek. İlk defa Ursula okuyordum, yıllardır merak ettiğim bir yazardı Ursula. Ama çok kötü hissettim Lavinia'yı okurken, içim sıkıldı, keyif almadım. Ta ki bitirip kapağını kapattıktan sonra anladım neyim olduğunu. Hüzünlü bir hikayeydi, herşeyiyle en baştan. Bir miti belki bir aşkı belki bir imparatorluğun bir coğrafyanın oluşumu anlatıyordu ama hüzünlüydü. Açık açık göstermeden vuruyordu hüznü ve ben üzüntüye gelemedim.
Gene de siz beni takmayın, kendiniz karar verin.

Ivan&Alyosha videosu: Be Your Man

Geçen ay canlı bir performansını paylaşmıştım Ivan&Alyosha'nın (şöyle). Şimdi de aynı şarkıya, Be Your Man'e video gelmiş. Şarkı her türlü güzel ama ben canlısını tercih ediyorum.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...