13 Temmuz 2013 Cumartesi

Darcy'imiz olmuş heykel

Dayanamamış bunu da yapmışlar. Londra'daki Hyde Park'ta gölün içine Fitzwilliam Darcy'imizin heykelini koymuşlar. İzleyeniniz varsa ömrü boyunca aklından çıkmayacak bir sahnesi vardır 1995 yapımı mini-dizi halinin Pride&Prejudice'ın. Darcy rolündeki Colin Firth, henüz orta yaşının azametindeyken, aklında Elizabeth'in aşkı, artık dayanamaz haldedir ve evinin yakınına Pemberley'e doğru atıyla yol alırken bir göl kenarında durur, kendini suya bırakır. Ama önemli olan bu kısmı değildir - hepimiz için -, Darcy sudan çıkarken kamera onun üstündedir. Fonda pastel yeşili ağaçlar ve koyu mavi göl varken bizim için tek önemli şey, Darcy'nin ıslanıp üzerine yapışmış bembeyaz gömleği ile dalgalı ıslak saçlarının arasından gördüğümüz yüzündeki ifadedir. Bir kadının, görüp de bilinçaltına yerleşmesi kesin anlardan biridir bu sahne.
Tabi pek akıllı İngilizler bu fırsatı kaçırmamış hemen heykeli kondurmuşlar. Habere göre (ki aslını burada okuyabilirsiniz) heykel daha tura çıkacak. Şubat 2014'e kadar önce Scarborough'ya sonra da dizi için Pemberley'ye mekan olmuş Lyme Park'a gidecekmiş. Gerçi resmine bakınca heykelin ne Firth'le ne de Darcy'yle alakası olmadığını görüyoruz, hatta bence ürkütücü bile olmuş ama olsun, önemli olan niyet.
Gençlik Parkı'na da koysak bir tane olma mı ya şöyle daha bir Colin Firth ile Matthew Macfadyen karışımı?

5 Temmuz 2013 Cuma

pek kadınsal "geek"liğin dibi : Lost In Austen

“This was another of our fears: that Life wouldn't turn out to be like Literature.” ***
Hayatınızdan sıkılmışsınız, odun sevgiliniz olabilecek en odunsu evlenme teklifini etmiş - bira kapağından yüzük diyorum başka da birşey demiyorum - ve siz tüm bunların ötesinde sadece ve sadece elinizde en sevdiğiniz kitap, bir bardak da şarap alıp, kanepeye kıvrılmak istiyorsunuz. Ergenliğinizden beri zaten teoride o kitabın içinde yaşıyorsunuz, hayatınızın bir gün hep bir mucize gerçekleşip de tıpkı okuduğunuz, içinde kaybolduğunuz o satırlardaki gibi olacağını umuyorsunuz. Çaresizce. Ve tam da huzuru aradığınız o anda banyodan gelen tıkırtılarla yüreğiniz ağzınıza geliyor. Banyoda biri var, hemen gidip ışığı bir açıyorsunuz ki işte orada, küvetinizin içinde o, kitabınızdaki en sevdiğiniz, kendinizi hep yerine koyduğunuz karakter. Kanlı canlı karşınızda ve kendini size tanıtıyor.
Amanda Price için bu kişi Elizabeth Bennet'tan başkası değil ve o içinde yaşamak istediği dünya da Jane Austen'ın Pride&Prejudice'ı. Yüzyıllardır pek çok kadının erkeklerden beklentilerini tavan yaptırtmış olan Fitzwilliam Darcy'yi bize kazandıran kitap. Amanda artık kesin kafayı yediğine karar veriyor o an. İnsan kendini bir kitaba o kadar kaptırınca olacağı budur nasıl olsa. O yüzden hiç beklemiyor, o da diğer tarafa, Elizabeth'in kitaptan fırlamış kurgu dünyasına adım atıyor.
amanda ile elizabeth
Ama işler hiç de beklediği gibi gitmiyor Amanda'nın. Kapıdan bir kez geçip arkasından kapattı mı Elizabeth onun dünyasında, o da Bennet ailesinin evinde kalakalıyor. Kendini kitabın tam başındaki sabahta bulan Amanda, yeni ve zengin, evlenebilecek yaştaki komşuları taşınmakta olduğu için büyük heyecan içindeki Bennet ailesine Elizabeth'in uzaktaki bir arkadaşı olduğunu söylüyor. Sonrasında olanlar tam curcuna. Amanda hemen hemen herşeyi karmançorman hale getiriyor Elizabeth'in yokluğunda.
bennet kadınları ve 32 diş wickham
ITV'nin 2008'de 3-24 eylül arasında yayınladığı 4 bölümlük bu mini dizinin çıkış noktası aslında çok hoşuma gitti. Tv dizilerine senaryo yazmakta tecrübeli olan Guy Andrews'un yazdığı senaryo oldukça da eğlenceli. Amacı Amanda'ya kitabın içine koyup bize Austen'ın aynısı bir hikayeyi günümüzde yaşayan bir genç kadının bakış açısından anlatmak değil de Austen'ın mükemmel hikayesinin dinamikleri, o karakterlerden biri bile Amanda ile yer değiştirdiğinde ne hale gelir onu anlatmak. Hakikaten de Amanda hikaye içinde dokunduğu her ayrıntıyı dönüştürüyor elinde olmadan. Hatta aksine, kitabın tüm satırlarını ezbere bildiğinden Elizabeth'in yokluğunda herşeyin yerli yerinde ilerlediğinden emin olmak için elinden geleni yapıyor ama bu çabası herşeyi daha da karıştırıyor. 
amanda ile darcy, netherfield balosunda
Tabi bu ortaya eğlenceli bir romantik komedi çıkarıyor ama arada beni rahatsız eden detaylar var. Herkesin Amanda'ya aşık olması durumu karışıklığı sağlama adına yapılmış ama bir yerden sonra komik durmuyor. Amanda olarak izlediğimiz Jemima Rooper çirkin bir kadın değil ama o saçlarla bu durum hiç de inandırıcı değil. Darcy rolündeki Elliot Cowan'ı en son Da Vinci's Demons'ta Lorenzo Medici olarak izledikten sonra buradaki hali tatmin etmedi beni. Zaten Darcy için beklentilerimiz tavan yapmış, akıllara zarar bir Colin Firth performansı ile gözlerinin içinde düştüğümüz sırım gibi bir Matthew Macfadyen izlemişiz, üstüne böyle odunsu bir Elliot Cowan hiç olmuyor. 
darcy-caroline-bingley
Yine Da Vinci's Demons'ın Leo'su Tom Riley'ı Wickham olarak, Doctor Who'nun River Song'u Alex Kingston'ı anne Bennet, Downton Abbey'mizin babası Hugh Bonneville'i baba Bennet olarak izliyoruz. Gemma Arterton'ı ise keşke başka bir yerde de daha çok Elizabeth Bennet olarak izleyebilsek diyoruz. Bir de bir Bingley olarak Tom Mison var ki, ben yalnızca ağzım açık bakakaldım, kendisini 16 eylülde Sleepy Hollow'un dizi edilmiş halinde Johnny'nin rolünde görmek için sabırsızlanıyorum.
ehehe hala gülesim geliyor :) janeaustensworld'den.
Gene de eğlenceli, gülümsetici bir seyirlik Lost in Austen, benim gibi Austeniteler için. Ama denemekten zarar çıkmaz, belki sizin için de öyledir.
***Julian Barnes

1 Temmuz 2013 Pazartesi

yuvarlak masa şövalyelerinden harlem shake

Yeminle günümü neşelendirdi, özellikle dişçinin yanından perşembe günü o kocaman dişimin çekileceğine dair randevuyu alıp ayrıldığımdan beri başa sardırıp sardırıp izliyorum.



Vallahi bunlarla insan yaşlanmaz, düşünsenize.

30 Haziran 2013 Pazar

Kötüdür, çünkü kahramanlık bir savaş simgesidir...

Uzun Ortaçağ boyunca yazar ve sanatçılar soyluların, kralların ve kiliselerin himayesinde yaşadılar ve elbette onların savaşlarına, onların yarattığı acılara ilişkin –olumsuz– bir şeyler yazmaya, bestelemeye ya da resmetmeye hiç niyet etmediler, niyetleri vardıysa bile cesaretleri yetmemişti. Savaşanlar partal giysileri, aç karınları, tıraşsız yüzleri, nasırlaşmış elleriyle köylülerdi, ama bakımlı atlarının üzerine parıltılı zırhlarıyla kurulmuş mağrur çehreli şövalyelerin, sultanların isimleri dillendirildi destanlarda; sanki erkekliğin sınandığı bir yarış alanıydı savaş meydanı. Belki de yazarların/sanatçıların suskunluğu karartmıştı Ortaçağ'ları... Kötü olan bu kültürün, yani tarihi ve edebiyatı “kahramanların” yapmışlığına dair inancın günümüze kadar taşınmasıdır. Kötüdür, çünkü kahramanlık bir savaş simgesidir... Ortaçağ'ın sonu yaklaştığında, Fransız Devrimi'nin arifesinde iki arkadaşın, İngiltere’den Jonathan Swift’in, Fransa’dan Voltaire’in sesi yükselir; Swift Gulliver'in Gezileri'nde (1726), Voltaire Candide'de (1759), insanların birbirlerine yaptığı eziyetlere ve savaşlara, barışçıl varlıkların yaşadığı hayali ülkeleri anlatan ütopyalarla yanıt verirler.
[buradan : sabitfikir]
kaynak : My Modern Met

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...