16 Haziran 2013 Pazar

but i'm not the only one


should be having fun with it

Writing is not a serious business. It’s a joy and a celebration. You should be having fun with it. Ignore the authors who say ‘Oh, my God, what word? Oh, Jesus Christ…’, you know. Now, to hell with that. It’s not work. If it’s work, stop and do something else.
[demiş Ray Bradbury]

James Mcavoy filmlerinde bu sene : Danny Boyle'un "Trance"ı

Blogun benim için var oluş amacını bile unutacaktım şu son bir iki haftada. Bir silkinip kendime geldim, öyle durmakla, haberleri, interneti, yazılanları, söylenenleri, bağırılanları takip etmekle olmayacak. Gördüğüm o. En iyisi üretmeye çalışmaya, düşünmeye, paylaşmaya devam etmek. Çünkü sanırım bu işi, bu düşünme, üretme işini bıraktığımızda insan olmaktan çıkacağız, ki bu sıralar hep birlikte içinden geçmekte olduğumuz yol bu gibi. O yüzden kendimi topladım ve devam ettim.
Bugün çıkıp sinemaya gittim. James'in bu seneki filmlerinden merakla beklediğim "Trance" vizyona girdi çünkü, "Man of Steel" nasıl olsa bir #blockbuster#, daha haftalarca gösterimde kalır ama Trance'ın böyle bir şansı olacağını zannetmiyorum, yakaladım yakaladım.
Danny Boyle filmlerine çok aşina değilim diye düşünüyordum filme girerken. Lisede apartmanın karşısındaki videocudan The Beach'i alıp izlemiştim, bir de 2 sene önceki Oscarlar için 127 Hours'ı görmüştüm. Ama yine de ufaktan Boyle imzasını filmin içinde hissettim. Yıllarca film izledikten sonra artık insan ister istemez yönetmenin görüntülerine alışmış oluyor, fark etmeden de olsa aynı geçişleri, aynı açıları, aynı görüntüleri yakalıyorsunuz.
Trance'ta da Boyle'un insan zihni ve psikoloji içine yolculuğu devam ediyor gibi. Beynimizin ne kadar karmaşık ve savunmasız olduğunu gösteriyor bir yandan. Hipnozla anılarımızı değiştirebileceklerini, kilitli bir kutuya koyduğumuz anıları nasıl da  fark ettirmeden bizden alabileceklerini görüyoruz. Jim Carrey'nin Eternal Sunshine...'da bir film süresi boyunca uğraşıp da silemediği duyguların bir hipnoz seansıyla kolaylıkla uçup gittiğini gösteriyor hatta Boyle bize, belki de en güzel yanı bu. İçinizdeki o bir türlü gitmeyen, kazısanız da, koparıp atsanız da sizi terk etmeyen, hep zayıf noktanız olan anılarınızın bir parmak şıklatması kadar kolaylıkla gidebiliyor olması hoş birşey tabi.
bahse konu "Witches in the Air"
Simon Newton da hipnozla, hatırlayamadığı bir anısını hatırlamaya çalışıyor Trance'da. Bir müzayede evinde çalışan Simon oldukça değerli bir parça olan bir Goya tablosunun açık artırması sırasında hırsızlar tarafından başından yaralanıyor. Öyle bir darbe ki bu, iş birliği yaptığı hırsızlardan bile sakladığı tabloyu nereye koyduğunu hatırlayamıyor. Elebaşı Franck, doktorlara etrafa sorup soruşturuyor böyle bir durumda tedavi nedir diye. Hipnoza rastlıyor ve tutuyor kolundan Simon'ı doktor Elizabeth Lamb'in hipnoz seansına götürüyor. Ve onlarla birlikte biz de başlıyor anlamaya Simon'ın karmakarışık beyninin içinde yol alıp, güzelim tablonun nerede olduğunu öğrenmeye çalışmaya.
Francisco de Goya'nın bende yeri ayrıdır zaten. Hem böyle içinden sanat geçen filmlere bayılırım, üstüne bir de Goya gelince daha da ısındım filme doğal olarak. 2007'de Goya's Ghosts'u da tek başıma izlemiştim sinemada, yine bir Goya'da alıp başımı gitmiş oldum.
James'i tarafsız olarak eleştiremeyeceğim ama Rosario Dawson'a gözüm alışmadı nedense film boyunca. Oynuyor aslında, iyi de oynuyor ama bu rol için Eva Green'i falan düşündükleri yazıyor Imdb'de, ben onu görsem daha iyi olurdu diyorum mesela.
Karanlık bir film gibi görünüyor ama değil Trance. Daha çok ters köşelerle, kimin doğruyu kimin yalanı söylediğiyle, hangisinin gerçek hangisinin hayal olduğuyla dolu bir film. Müzikleri ise bence oldukça güzeldi. Ya da belki sahnelere doğru yerleştirilmiş olmalarından dolayı hoşuma gittiler, The Beach'i hatırlattı çoğu kere. Leo gençti, biz küçüktük, ne güzeldi o zamanlar.

Filmin müziklerini şöyle bir dinleyebilirsiniz siz de:

9 Haziran 2013 Pazar

50

Birlikte yaşlandık be Johnny. Belki bir şeyler değişir bu dünyada diye, bekledik, zaman geçsin dedik.
Ama 50 sene de çok oldu be.

27 Mayıs 2013 Pazartesi

never a thought

As Robert Frost wrote, a poem “begins as a lump in the throat, a sense of wrong, a homesickness, a lovesickness. It is never a thought to begin with.”
[Debbie Millman]

26 Mayıs 2013 Pazar

In the end she’ll surely know I was not born to follow

No I’d rather go and journey
where the diamond crescents flowing
And run across the valley
Beneath the sacred mountain
And wander through the forest
Where the trees have leaves of prisms
That make the light up into colors
That no one know the names of

Orijinalinde The Byrds hoş söyler bunu. Ama siz bir de Beth Orton'dan dinleyin.

I Wasn't Born To Follow by Beth Orton on Grooveshark

the great gatsby'nin neyle ilgili olduğunu düşünüyormuşuz

huffington post'tan
Bana tabiki "douche" diyor, sensin douche, hayret birşey :p

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...