10 Mart 2012 Cumartesi

Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler : Arkeolojinin Romanı

"Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler" üzerinde de yazdığı gibi arkeolojinin romanı. Tüm arkeolojiyi kendince 5 bölüme-5 kitaba ayırıp, en başından başlıyor anlatmaya. Heykeller Kitabı ile arkeolojinin ne olduğunu ve nasıl başladığını, Piramitler Kitabı'nda olayın Mısır ile gelişimini, Kuleler Kitabı'nda Mezopotamya'nın rolünü, Merdivenler Kitabı ile de Orta ve Güney Amerika'da neler olduğunu anlatıyor. En son bölüm, Henüz Yazılmamış Olan Kitaplar'da ise diğer kitaplarda geçmeyen arkeolojik keşifleri, bölgeleri, uygarlıkları şöyle bir ipucu salıverircesine anlatıp, kronolojilerle bitiriyor.
Bütün bunları ders kitabı havasından çok uzakta, iddia ettiği gibi bir "roman" çerçevesinde yapıyor. Arkeolojinin mihenk taşlarını, köşe başlarını ete kemiğe büründürüp, adeta bir macera-aksiyon-entrika dizisine çeviriyor. Bununla sakın öyle ucuz, spekülatif birşey aklınıza gelmesin. Aksine bu macera dolu anlatıyı profesyonellikten, düzgün bir üsluptan bir an bile ayrılmadan yapıyor.
Bana kalırsa okuyucu bu kitaba ilk sayfasından başlamamalıdır. Çünkü bir yazar istediği kadar inandırıcı şeyler söylesin, hele bir kitabın adı böyle herkesin kuruluğuna ve can sıkıcılığına inandığı bir bilimin, arkeolojinin, romanı olursa, son derece meraklı şeyler söyleyeceğine kolay kolay kimseyi kandıramaz, bunu bilirim.
C.W.Ceram-K.W.Marek yani
Bu işi hakkıyla yapan da C. W. Ceram, yani gerçek adıyla Alman gazeteci ve yazar Kurt Wilhelm Marek. 1915-1972 arasında yaşamış olan Marek'in kendisi de maceralı denebilecek bir hayat yaşamış göründü bana. II.Dünya Savaşı'nın yaşandığı bir Avrupa'da, Hitler'in yönetimine destek olduğu zamanlar olmuş. Hatta yönetimin propaganda grubunda yer alıyormuş. Gerçi işe ilk olarak liseden sonra kitapçılık ile ilgili bir eğitim alarak başlamış. 1932'de ilk film ve kitap eleştirilerini yazmış. Sonrasında gazeteciliğe yönelmiş olacak ki 1941'de yaptığı bir savaş röportajı, ilk baskıdan sonra yasaklanmış. Ardından da 49'dan 52'ye kadar yayınevinde eser inceleme uzmanlığı yapmış.
"Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler"i 1945-1949 arasında yazmış, kitap ilk kez 1949'da yayınlanmış. Bana hediye olarak gelen kitap, Remzi Kitabevi'nin Hayrullah Örs çevirisiyle yayınladığı 363 sayfalık, temmuz 2009 tarihli 8.baskısı. Böylesi eski bir tarihe sahip olduğu için de içinde günümüze göre oldukça eski ve eksik kalabilecek bilgiler var. Öte yandan yazıldığı dönemin bakış açısını gösteriyor oluşu ve o zamana kadarki keşiflere dair çıkarımları, ilerisi için öngörüleri açısından belli bir ilginçliğe sahip. Siyah-beyaz bir film izliyormuşuz gibi hissettiriyor.
Marek'in bu Hitler dönemi çalışmalarından dolayı takma isimle yayınladığı kitap, ilk yayınlanışında yarattığı olay ve ortaya koyduğu satış rakamlarıyla birlikte o zamanlardan bu yana resmen arkeolojinin el kitaplarından ve en önemli eserlerinden biri olarak görülüyor. 28 dile çevrilip, 5 milyondan fazla satmış ve satmaya devam ediyor. Ayrıca bundan sonra yazdığı "Tanrıların Vatanı Anadolu" isimli bir arkeoloji kitabı daha var, bunda Anadolu'yu kendisi gelip bizzat inceleyerek Hititler hakkında oldukça belgesel araştırmalarını yazmış. Tabi arkeoloji ile ilgili kitapları böylece son bulmamış, "March of Archaeology and The First American" gibi kitapları da mevcut. Günümüzde - periyodik olmasa da - verilen bir Ceram Ödülü bile var.
Ceram ya da Marek, böylesi güzel bir şey yazmış olmasının yanında benim için çok daha fazla birşeyler ifade eden düşünceler de kaleme almış kitapta. Arkeolojinin doğuşundan, onu ilmek ilmek oluşturan her bir arkeoloji insanının önemini de anlatıyor. Bunu onlara - bence- objektif yaklaşarak yapıyor olması çok güzel. Bu işe gönül vermiş, büyük şeyler gerçekleştirmiş olmak için illaki "okullu" olmak gerekmediğini de anlatan, kanıtlayan gerçekleri belirtiyor bir yandan. Diğer yandan "okullu" yetişenlerin de ne kadar doğru şeyler yaptıklarını gösteriyor. Onca tarihin, yaşananların, fedakarlıkların, savaşların sonunda aslolanın içimizdeki arkeoloji aşkı olduğunu göstermiş oluyor bir yerde.
Yunanistan'da, İtalya'da, Akdeniz Adaları'nda, Küçük Asya'da, Mısır'da, Mezopotamya'da, eski, batmış kültürlerin eskiden beri bilinen ya da yeni bulunan yerlerinde kazılar sürmektedir. Ne yeni bilgi hazineleri ne maddi cinsten büyük değerler daha ortaya çıkacaktır kim bilir?

8 Mart 2012 Perşembe

İki yaş, sonun başlangıcıdır.

Sanırım şu yaşımda ancak kadın oldum.
Bugün işyerinde bir üst amirim adımı seslendi. Döndüm hemen fişek gibi, "Efendim" dedim. İki çalışanla yüz yüze geldim. Biri elini uzatmış, benimkini bekliyor. Diğerinin de elinde paket paket güller. Elimi bilinçsizce uzattım, "Kadınlar gününüz kutlu olsun." dedi. "Hehe teşekkürler." dedim, bu sırada diğeri de gül paketini uzattı. Aldım gene ne olduğunu anlamadan.
Bugün ilk defa bu vesileyle kadınlar günüm kutlanmış oldu. İlk defa böyle tek bir tanelik süslü püslü pakette gül aldım. Adımın sonuna ekledikleri o "hanım" kelimesi daha bir ağır geldi üstüme. İşe başladığımdan beri anlayamadım zaten bunu. "Hanım" diyorlar, ne anlama geliyorsa. Resmi mi olmaya çalışıyorlar, saygılı mı olmaya çalışıyorlar, hiçbirini bilmiyorum. Ben "hanım" değilim ki. Kadın olma durumundan, kadın olunmasından hep gurur duydum, takdir ettim. Durun durun, doğru anlatamadım. Kadınların, kadın olduklarından dolayı gurur duymaları gerektiğini, güçlü olduklarının, olabileceklerinin farkında olmaları gerektiğini düşündüm. Ama sorun şu ki hiç bir "kadın" olduğumu düşünmemiştim. "Çocuk"tum ben hep, kimliğimdeki tarih ne kadar eski olursa olsun yüzüme, gözüme, üstüme başıma bakan hep "çocuk" olduğuma karar verirdi. Olsa olsa gençtim, en fazla üniversiteyi yeni kazanmış gibiydim. Ama "çocuk"tum sonuçta, "genç"tim. Ve bunların cinsiyeti yoktu.
Bugün, 25 yaşımın  ortasına doğru ilerlediğim bir vakitte, "kadın" olduğumu düşündüm. Yüzümde hala zonklayan, patlayan, iz yapan sivilceler çıksa da, merdivenleri atlayarak zıplayarak insem de, yağmur görünce kendimi altına atsam da, bozulmamış kar görünce içine hoplasam da, izin verilince işyerinden şehrin merkezine elimde çikolatayla yürüsem de.
Bugün "kadın" olduğuma karar verdiler. Ve ben elimde o çiçekle ne yapacağıma karar veremedim.
Biri dışında, bütün çocuklar büyür ve büyüyeceklerini erken yaşta öğrenirler. Wendy de şöyle öğrendi : İki yaşındayken bir gün bahçede oynuyordu. Bir çiçek daha koparıp, bu çiçekle annesine koştu. Sanırım küçük kız pek sevimli görünüyordu ki, Bayan Darling elini göğsüne koyup, "Ah, keşke hep böyle kalabilsen!" diye haykırdı. Bu konuda aralarında geçen konuşmanın hepsi buydu, ama Wendy bundan böyle büyümek zorunda olduğunu öğrenmişti. Bunu iki yaşına girdikten sonra anlarsınız hep. İki yaş, sonun başlangıcıdır.

Uçan Halıyla Pembe Dizilerin Arasında

Geçen aklıma geldi, fazlaca bilgi tıkıştırılan kutu sallandıkça nasıl arada dökerse yere olur olmaz şeyler, o hesap. Normalde sıkı bir pembe dizi izleyicisi olduğumu göstermiştim şimdiye kadar. Ama bir de arada böyle vakit darlığından, uyuşukluktan veya tamamen tesadüfen rastlayıp da izlermiş gibi yaptığım, biraz bakıp kapattığım, çoğu zaman sıkıldığım, dişime göre birşey bulamadığımdan izleme gereği duymadığım pembe diziler de olmuştu. Hı, aklıma gelen de bu pembe dizilerden bazıları. Çoğu zaman sadece birkaç sahnesini gördüklerim bunlar, sadece yüzler hatırlıyorum mesela. Ama internet (ve hakkını yemeyeyim google ile imdb) en ufak ipucunda bile hercule pairot'tan daha yetenekli şu aralar.
Hatırladığım ilginçlikler şöyleydi :
1 - El Cuerpo Del Deseo : 2005
Şimdi bunda gördüklerimden anladığım (ki ancak iki bölümünü yarım yamalak görmüşümdür), yine bu latin amerika'nın bağlık, bahçelik, çiftliklik yerlerinden birinde olduğumuz. Burasının bir zengin arazi sahibi kişisi var tabi. Bu yaşlı amca - ki 20'lerinde bir kızı olduğunu hesaba katarsak beyaz saçlarını da açıklayabiliriz - pek entellektüel, görmüş geçirmiş ama zıpkın gibi de bir insan. Piyanosunu bir çalışı var, dillere destan. Kızı yaşında kötü cadı kılıklı bir kadınla evlenmiş ama niyeyse. Kızı, karısı ve bilimum aile efradı bunun kocaman malikanesinde ve onu çevreleyen sonsuz arazisinde yaşıyorlar. Kadın genç ya, diğerleri kadının bu amcayı esasında sevmediğini falan iddia ediyor.
Bu arada bu zengin toprakların dışında bir köyde de karısı ve çocuklarıyla genç bir - insan irisi - delikanlımız var. Bahçelerinde çalışır, ekmek paralarını çıkarırlarken bir gün bu evladımız nehirde boğuluyor. Yalnız tam bu sırada bizim zengin amcamız da kalp krizi gibi birşey geçirip ölüyor. Ama ikisi aynı anda olduğundan bu amcanın ruhu, bizim delikanlının bedenine giriyor. Gözlerini açtığında kendini bu genç bedende bulan amca, ne olduğunu anlamaya çalıştıktan sonra, bunu değerlendirmeye karar verip, eski evine dönüyor ve başka birisi gibi - ki öyle zaten bedeni başkasının - genç karısı ve ailesinin dinamiklerini çözmeye çalışıyor gizliden gizliye. (Buralardan merak ederseniz konuya falan bakabilirsiniz : http://www.novelahitz.com/el_cuerpo_del_deseo_synopsis.htmhttp://www.abs-cbn.com/Weekdays/cast/article/909/Elcuerpo/El-Cuerpo-Del-Deseo.aspx)
Dediğim gibi bunu sadece iki bölüm falan gördüm herhalde, izlemedim bile. Sadece o genç insan felaket derecede dikkatimi çekince, jenerikte ismini taramıştım. Sonrasında imdb'de Mario Cimarro'ya denk gelmiş oldum. Güzel oldu, iyi oldu, onunla da tanışmış oldum. Bunun yanında konusu gayet değişik bir çıkış noktasına sahip, hani neredeyse fantastik-pembe dizi olayına el atmış bir yapım olduğundan takdirimi kazanmadı değil.
http://www.imdb.com/title/tt0459683/
2 - Milagros : 2000-2001

Cillop gibi, hani Natasha Henstridge ekolünden, bir hanım kızımız niyeyse kendisine pek kötü muamele edilen bir evde kalmaktadır. Bir bacağı hafif topallayarak gezen kızımız sanırsam bu evin varisi gibi birşeydir, ama diğerleri onu istememektedir. Kızımızın ailesinin mahvolmasına yol açtığı bir ailenin evladı olan kara saçlı, kara gözlü, kara kaşlı meymenetsiz bir genç adam da bu eve dahildir ve saf kızımızdan kendi ailesinin intikamını almak amacıyla onu kendine açık etmeye, onunla oynamaya çalışmaktadır. Kızımızın bunların hiçbirinden haberi olmadığı gibi, bir de bu meymenetsize ciddi ciddi aşık olması da kaderin cilvesidir. Bu hikaye, esas oğlanın seri katil tiplemesi gibi ortalıkta dolaştığından bir miktar gerilim havası taşıyor.
Başroldeki Sonya Smith esasında Venezüellalı bir annenin Amerika'da doğup büyüyen ve yaşayan bir evladı. Doğal olarak bu pembe dizi ortamı içinde pek tuhaf duruyordu. Ama tabi kendisi kariyerini tamamen latin amerika'da geçirirmiş, o da yarı mesele. Bu arada emin değilim ama, dizide bu iki ayrı kişiyi birden oynuyor olabilir. O kadar izlememiştim.
 http://www.imdb.com/title/tt0287251/
3 - Dame Chocolate : 2007
İşte bu komiklik şaheseri olanlardan birisi. Tv'de belki ancak iki kere görmüşümdür ama böyle ara ara hatırlama suretiyle youtubedan birkaç bölümünü izlemeye çalışmıştım.
Olayların odağında büyük bir çikolata fabrikası var bunda. Çok özel bir tada sahip çikolatalar üreten bu fabrikanın ortakları falan var. Büyük ve zengin bir aile olan bu ortaklardan bir tanesi, bu özel formülü bilen, geliştiren insan. Ama onun ölümü üzerine bu formülü öğrenip, üretime devam etmeleri gerektiğini anlayan zengin ve kötü aile direkt Amerika'larda okumuş, yetişmiş züppe oğullarını rahmetlinin köyüne yolluyorlar.
Köydeki akrabalar genç bir kız ve yaşlı bir çiftten, iyi niyetli köy insanlarından oluşuyor. Orada herşeyden habersiz yaşayan saf genç kızımızın karşısına birden bu yakışıklı zengin delikanlı çıkınca tabi şimşekler çakıyor. Yalnız büyük bir problem var : Genç kızımız domuz burnuna ve tavşan dişlerine sahip. Manken gibi bir vücudun üzerine böyle bir yüz kondurulmuş olduğundan bizim züppe buna yalnızca acıyor ve geriye kendisi gibi olan sevgilisine dönüyor. Bunun acısını çıkarmak isteyen saf genç kızımız da bir reality show'a katılarak estetik oluyor ve başka biriymiş gibi delikanlının karşısına çıkıyor. Gerisi bildiğimiz hikaye.
Beni çeken yanı, çikolata mevzusuydu. Bir de köydeki o görüntüler, ağaçlar, ormanlar, mistik öğeler hakikaten değişiklik olmuş.
http://www.imdb.com/title/tt1058596/
4 - Sin Pecado Concebido : 2001
Ne anlattığına dair hiçbir fikrim yoktu. Yaz tatillerinde her gün aynı şekilde ortasına denk gelip değiştirirdim. Üstteki çikolatalı dizide oynayan adam, Carlos Ponce'un olduğu bir diziydi. Bu Carlos efendi, bildiğiniz Thalia gibilerin erkek versiyonu o topraklarda. Yani azıcık güzel bulunduğundan küçük yaşlardan itibaren, diziler, filmler yaptırılan, şarkı söylettirilen, devamlı bir show business dahilinde bulundurulan insanlardan.
Bu dizinin aklımda kalma sebebi, tamamen o dönemde okuduğum bir kitap serisinden kaynaklanıyor oluşu. 3 kitaplık "İnka" serisinde anlatılan esas kız Anamaya ve Puma işaretli esas oğlanı bu ikisine benzetmiştim kendimce. Artık benzetme yeteneğimin derecesini görün yani. Yoksa sanırsam bir parfüm şirketi ile mi ne ilgili birşey bu. Bir de saf genç kız, gene böyle kötü üvey aile içerisinde.
Bir de şuradan izlenebiliyor olabilir : http://seriesvsanime.blogspot.com/2010/06/sin-pecado-concebido-descargar.html
http://www.imdb.com/title/tt0278243/

4 Mart 2012 Pazar

Bill Price'tan Kelt Mitolojisi

Neden bilmiyorum bu "Kelt" konusu ilk duyduğumdan beri - ki ne zaman ve ne şekilde olduğuna dair hiçbir fikrim yok - müthiş ilgimi çeken bir konu. Hani böyle nedenini bilmeden sevmek gibi, ilk defa karşılaşıp konuştuğunuz biriyle sanki yüzyıllardır bir arada olduğunuzu hissetmek gibi. Tuhaf bir şekilde, daha tam olarak ne olduğunu bilmediğim zamanlardan beridir Keltler ilgili her şeyi takip ediyorum bu yüzden. Hepsi, onlarla ilgili her şey olduğundan daha gizemli, daha mistik, daha ilginç geliyor. Okuyorum, dinliyorum, izliyorum. Sonra da bir mutlu oluyorum, bir coşku duyuyorum içimde.
İnternet elimin altında olduğundan ilk zamanlar araştırmalarımın çoğunu buranın uçsuz bucaksız ama yalan yanlışla dolu dünyası oluşturuyordu. Daha bilimsel ve düzenli incelemelerime son yıllarda kitaplarla devam ediyorum. İlk olarak aslında, National Geographic Türkiye'nin Mart 2006 sayısındaki "Kelt Dirilişi" makalesiyle başladım. "Kelt uygarlığı yıllar önce yok olmuşsa kime ne? Dilleri, müzikleri ve isyankar ruhları hala Avrupa'nın Atlas Okyanusu kıyılarında yaşıyor." diyordu makalenin girişinde. Oradan aldığım ipucuyla İskoçya ve İrlanda kıyılarına yol açtım ben de araştırmamda. OTH'nin o fantastik "voiceover"larından birinde işittiğim dizeler de William Butler Yeats'e götürünce aklımı, onun yazdığı "Kelt Şafağı [The Celtic Twilight]"na kadar ulaştım. Ardından Fransa'da tarihsel bilim ve filoloji dersleri veren Venceslas Kruta'nın yazdığı, bizde ufak bir cep kitabı olarak yayınlanan "Keltler [Les Celtes]"i okudum. Bu arada o kadar çok kaynak, o kadar çok yayın var ki Keltler hakkında hangi birine yöneleceğimi şaşırdım. Bu sırada tesadüfen, D&R'da rafların arasında dolanırken "Kelt Mitolojisi"ni gördüm. Uygarlığın biraz da bu kısmına göz atayım dedim hemen.
Bill Price'ın yazdığı kitap 2008'de İngilizce olarak ilk basıldığında Pocket Essentials'tan çıkma. Orijinal adı "Celtic Myths" olmasına rağmen ve hatta içinde bu adı neden aldığına dair Price'ın bir açıklaması olmasına rağmen bizimkiler Kelt Mitolojisi demeyi uygun görmüşler. Kalkedon Yayınları'nın bu mayıs 2011 baskısı adı dışında esasında oldukça güzel ve temiz bir basım. İçinde nerdeyse hemen hiç imla-yazım hatası yok. Ama Türkçe'ye çeviren Cumhur Atay'ın çevirisi biraz anlaşılmaz gibi geldi bana. Ya da belki orijinalinde Bill Price bu kadar karmaşık yazmıştır, günahını almayalım :p
İçerik açısından da pek beklediğim gibi çıkmadı kitap. Aslında ilk başta yaptığı mitoloji nedir, kimdir, ne değildir, nasıldır gibi konulardan bahsettiği giriş kısmı oldukça iyiydi.
Fakat mitler elbette anlattıkları dünyayı özellikle neyin doğru ya da neyin yanlış olduğu bakımından ele almaz. Aynı şekilde romanlar ve filmler de mutlaka doğrudan realiteyle ilgilenmezler.
(...)
Mitler genel olarak modern roman ya da sanat gibi, başka türlü anlaşılmaz olabilecek bir şeyi anlatmaya çalışmanın ve hayatın karmaşıklıkları ve değişiklikleri içerisinde en azından bir dereceye kadar anlam ve anlayış sağlamanın bir yolu olarak görülebilir.
(...)
Öyleyse bu anlamda mitoloji tarihle ilişkilendirilemez.(...)Mitoloji bir anlamda bir zamanlar olmuş ama her zaman olmuş bir olaydır.
Sonrasında biraz da Keltlerin kim olduklarını, nerden geldikleri, nereye gittiklerine dair bir kısım yer alıyor. Böyle bir girişin ardından ben kendi adıma, Yunan mitolojisi anlatımlarında olduğu gibi bir tür yaratılıştan-gelişmeye-tanrılara-festivallere doğru bir anlatım beklemiştim. Ama Price giriş bölümlerinden sonra yazılı ve sözlü anlatımları ayırtediyor, bir miktar kronolojik olan bir dönemlendirmeye gidiyor. 4'e ayırdığı dönemlerin her birinde de önce özelliğini, ardından ilgili mitolojik hikayeyi anlatıyor. Tüm bunları kendisinin de belirttiği üzere, İrlanda'yı baz alarak yaptıktan sonra Galler, İskoçya, Mann, Brittany ve Cornwall'a geçiyor. Ancak oralardaki kaynak eksikliğinden dolayı - diye belirtiyor Price - sadece birkaç birşey dinleyebiliyoruz. En son olarak da hakkı yenemeyecek, güzel bir Kaynakça bırakıyor elimize.
Keltler İrlanda ve Britanya Adaları'nın batı kıyıları, kendilerini Fransız'dan çok Breton olarak düşünen Brittany sakinleriyle birlikte, ismen Galler, İskoçya, Cornwall ve Man Adası sakinleridir.
(...)
Avrupa Demir Çağı ve Yunanistan ve Roma'nın klasik yükseliş döneminde Keltler, Orta Avrupa'da Roma İmparatorluğu'yla kuzeyin Germen kabileleri arasında, batıdaki İberik Yarımadası'ndan doğuda şimdi Türkiye'nin bir parçası olan Anadolu'ya kadar muazzam bir hilali işgal etmekteydiler.
Dediğim gibi beklediğim şekilde çıkmadı kitap ama kötü değildi, sadece tatmin etmedi diyebilirim. Bir de hakikaten karmaşık geldi anlatımı bana. Aslında Price çoğu yerde çok içten, konuşur gibi yazıyor, kendi hikayesinden başlıyor hatta anlatmaya, o derece. Ama nedense cümleleri tekrardan dönüp okumak zorunda kaldım, sayfada ilerledikçe biz neyden bahsediyorduk şimdi diye başa bakıp durdum. Ya cidden çok yorgun vaktime denk geldi, ya da dili pek anlaşılır değildi dediğim gibi. Yine de "Kelt Mitoloji", Kelt konusuna içerikli bir bakış atmak ve en eski hikayelerden günümüze kalanları toplu bir şekilde düzgünce okumak için iyi bir rehber.
Şarkının anlattığı hikaye basittir, ama yüzeyin hemen altında dünya hakkında atalardan bize kadar gelen düşünme şekline imalar bulunmaktadır. Bunları dinlemeyi ya da dinlememeyi tercih etmemiz elbette tamamen başka konudur.
 (Keltler-Les Celtes, Venceslas Kruta, Dost Kitabevi Yayınları, Türkçesi İsmail Yerguz, Ocak 2009, 140 sayfa
Kelt Şafağı-The Celtic Twilight, William Butler Yeats, Dost Kitabevi Yayınları, İngilizce'den çeviren Ali Karabayram, Ağustos 2000, 142 sayfa.)

Bridesmaids (2011)

30'larındaki Annie'nin hayatı tam olarak onun istediği-beklediği şekilde gitmemektedir. Bir süre önce, çok güzel pastalar yapıp sattığı dükkanı ekonomik kriz yüzünden battığından, kapanmıştır. Annesinin bir tanıdığının kuyumcu dükkanında satış görevlisi olarak zar zor iş bulmuştur. İngiltere'den gelmiş tuhaf ötesi iki kardeş olan Brynn ve Gil ile birlikte ufak bir dairede yaşamaktadır. Babası, annesini başka bir kadın için terk ettiğinden beri yalnız olan annesi devamlı onun umutsuzluğunu hatırlatmaktadır. Düzenli bir ilişki de tutturamamıştır Annie, kendisine pislik gibi davranan, sadece seks için arayıp, ertesi sabah yataktan kovan dayaklık bir züppe olan Ted ile zamanını ziyan etmektedir.
Tam da bu sırada en iyi arkadaşı, çocukluklarından beri dip dibe oldukları Lillian'dan şok edici bir haber alır : Lillian evlenecektir ve baş nedimesi olarak Annie'yi istemektedir. Bir yandan arkadaşı için mutlu olan Annie, kendi umutsuz, içler acısı halini aklına getirmemeye çalışır ve düğünü planlamak üzere diğer nedimelerle tanışır. Lillian'ın iş arkadaşı Becca, kuzen Rita, müstakbel damadın kız kardeşi Megan ve damadın patronunun eşi Helen. Birbirinden alabildiğine farklı bu 5 kadının Lillian'a bekarlığa veda partisi, hediye partisi hazırlamaları ve gelinlik ile nedime giysilerinin seçilmesi sırasında yaşadıklarını, zavallı Annie'nin talihsiz serüvenleri eşliğinde anlatmaya başlar Bridesmaids böylece.
Ve deliler gibi gülersiniz. Kahkaha atmaktan karnınıza ağrılar girer, yataktan düşersiniz. Filmi duraklatıp, derin nefesler alma molası vermek zorunda kalırsınız. İnanın uzun süredir bu kadar gülmemiştim. Kadınların kafa kafaya verip, kadınlarla ilgili ve yine onların can verdiği karakterleri buluşturan bir komedi yaratmış olması ayrıca süper bir şeydi. İşlerin hiç de dışarıdan görüldüğü gibi olmadığını açık seçik gösteriyordu. Deli gibi güldürmesi saçmalaması anlamına da gelmiyor tabi. Her açıdan dozunda her şey. Güldürüyor da, hüzünlendiriyor da, bir bakmışsınız kendi halinizi düşünüyor, karakterlerle iletişim kurabiliyorsunuz. Hayatla ilgili mesajlar da alıyorsunuz fazla derine inmeden, kendini ciddiye almadan.

Başroldeki Kristen Wiig ve Annie Mumolo senaryoyu birlikte kaleme almış, ama uzun uğraşlarına rağmen uygun bir kadın yönetmen bulamayınca Paul Feig yönetmiş filmi. Özellikle Kristen Wiig'in ve Melissa McCarthy'nin performansları inanılmaz, zaten ödül sezonunda baya meşguldü bu sebeple. Gerçi tüm ekip şahane hale geliyor bir yerden sonra. Tam 2 saatin nasıl geçtiğini anlamadığınız, hatta 2 saat olduğuna inanmadığınız bir film çıkıyor ortaya.
Bence kesinlikle oturun ve arkadaşlarınızla birlikte gülerek, kahkahalar atarak, atıştırarak abur cuburları, izleyin. Çünkü sonunda, buna acayip ihtiyacınız olduğunu göreceksiniz. Arada böylesi şeylere hakikaten ihtiyacımız var.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...