29 Ocak 2012 Pazar

{2012 Oscarları} Akademi'ye selama başlıyoruz

Bu hafta böyle tuhaf bir şekilde geçince tabi bunu da kaçırdım. 26 şubatta yapılacak olan Oscar töreninde yarışacak filmler ve oyuncular açıklandı hafta başında. Yani sanırım hafta başındaydı, öyle hatırlıyorum. Son iki senedir olduğu gibi bu sene de en iyi film dalındaki adayları törenden önce izleyeceğim. E geçen sene blogdan gördüyseniz, birlikte izleyeceğiz demek oluyor bu. Bu sene belirlenen 9 adaydan 5 tanesi sinemalarımıza geldi, geriye kalan 3 tanesi 3, 10 ve 24 şubatta vizyona girecek burada. Bir tanesi ise benim bildiğim kadarıyla 16 mart gibi bir vizyon tarihine sahip bizim için. Adaylar şöyle :
  1. The Artist
  2. The Descendants
  3. Extremely Loud & Incredibly Close
  4. The Help
  5. Hugo
  6. Midnight in Paris
  7. Moneyball
  8. The Tree of Life
  9. War Horse
The Artist, Hugo, Midnight in Paris, Moneyball ve The Tree Of Life şimdiye kadar sinemalarımıza ulaştı. 3 şubatta War Horse, 10 şubatta The Help ve 24 şubatta da The Descendants geliyor yanlış değilsem. Extremely Loud & Incredibly Close ise 16 martta geleceği için şimdilik nette de kolay kolay bulunmuyor. Hugo'yu yaklaşık 5 hafta önce izlediğim için Akademi selamlarıma ben geriye kalan 7 filmle devam edeceğim. (Neverland'de Hugo : Hugo (2011))
Belki yine şaşırtmayacak Akademi ama olsun, bu bahaneyle güzel filmler izlemiş olacağız.
Ayrıntılı Oscar için : http://oscar.go.com/
Tüm adaylıklar için : http://www.imdb.com/oscars/nominations/

24 Ocak.

- Efendim.
- Yavrum. Napıyorsun?
- Hiiç. Çalışıyorum işte anne. Noldu?
- Bir izin alabilecek misin sorsana, erken çıkabilir misin?
- Niyeki?
- Baban aradı az önce. Büyükbaban vefat etmiş de.
- Hı..
- Hadi yavrum bir sor da sen. Abin de yengenle gelecek bize, onların arabayı buraya bırakıp, bizimkiyle gideceğiz.
- Tamam anne, dur sorayım.
(...)
- Anne tamam. Çıkıyorum ben şimdi. Otobüse binince ararım.
- Tamam yavrum.
Telefon konuşması ile işyerinden çıkmam arasında geçen o 15-20 dakika boyunca oradan oraya koşturdum. Herkese, soranlara, izin istediklerime, rastladıklarıma, selamlaştıklarıma "büyükbabam vefat etmiş de" dedim. Ne olduğunu düşünmedim. Sadece söyledim. Bazılarının yüzüne bakarken boğazım düğümlendi, engel oldum. Dilim döndü, gözlerim yaşardı ama derdimi anlatıp kendimi sonunda dışarı attım.
Salı akşamıydı. Hava kararmıştı. İşyerinin dışındaki o uzun kaldırımda kimse yoktu. Yolda doğru düzgün araba bile yoktu. Aklıma gelen tek şey, ilk defa bu kaldırımdan servise yetişmeye çalışmadan, deli gibi koşturmadan yürüyebileceğimdi. Buz tutmuş, karlı taşların üzerinde yavaş adımlarla ilerledim. Yerler buzdu, etrafım kardı ama hiç üşümedim. Birden durdum yarı yolda sonra. Biletim yoktu ki hemen karşıdan otobüse binebileyim. Durağa gidip, paralı otobüse bindim. 2 lira uzatıp "öğrenci" dedim. Parayı alan amca 2.10 liralık tam bileti kesip uzattı. Elim bozukluklarıma gitti, bir yandan da "üstünü tamamlayayım o zaman" dedim amcaya. O bakmıyordu bile, eksik falan vermiş olmamı umursamıyordu, öğrenci dediğimi de duymamıştı. "Hı noldu?" falan deyince gülümsedim, dediklerimi tekrar ettim. "Ha tamam" dedi, öğrenci bileti kesip, paramın üstünü verdi. Orda dikilip, tutunmuşken ve otobüsün akşam trafiğinde şehrin merkezine girmesini beklerken yaşlı bir amca bindi otobüse. Yutkundum, gözlerime hücum eden yaşlara ne yapacağımı bilemedim. O yaşların neden geldiğini de bilemedim. "Başka bir şey düşün." dedim kendime. Aklımda beliren ilk düşünce, ilk görüntü, Harry Potter ve Azkaban Tutsağı'nda Harry'nin Marge Hala'yı şişirip, uçmasını sağladığı sahneydi. "Marge Hala" döküldü dudaklarımdan ve sakinleştim.
Sonra Kızılay'dan eve giden otobüse bindim ve açıp, birkaç zamandır bitiremediğim kitabı okumaya başladım. Eve varana kadar başımı kitaptan kaldırmadım. Durakta indiğimde bembeyaz bir yola adım attım. Yeniden kar yağmaya başlamıştı ben yoldayken, göz gözü görmüyordu ve ben gene üşümedim. Eve yürüdüm. Boğazıma yine birşeyler oluyordu, "Marge Hala" dedim. Düzeldi.
Eve girdim, annemle havadan bahsettim ve duş aldım. Bavulumu topladım, yemek yedim, abimler geldi ve muhabbet ettik. Kimse ağlamıyordu, kimse kendinden geçmiş değildi. Normaldik, aklımız başımızdaydı ve yola çıktık. Akşamın 9 buçuğuydu.
Araba buz gibiydi. Donmaya başladığımı hissettim. Yol boyunca kar hiç durmadı. Daha büyük ve daha sık yağdı her kilometreyle birlikte. Zincir ikide bir sorun çıkarıyordu, silecekler donup camı kardan arındırmıyordu. Ertesi gün saat 11'e kadar abim her yarım saatte bir arabayı kenara çekip, o karın altında silecekleri buzdan temizledi, zincirleri sıkıştırdı ve her defasında üşüdü, ıslandı. Bu işlem kimi zaman bomboş bir vadi içinde yolun kenarında oldu, kimi zaman da gecenin o vaktinde terk edilmiş gibi olan yıkık bir benzincide. Abim yorgundu, hastaydı. Abim üzgündü. Bense çok üşüdüm, başımı annemin omzuna koydum ama gene de üşüdüm.
Köyün o bildik çamurlu, kıvrımlı yolunu çıktık öğlene doğru. Normalde her yaz 6-7 saatte aldığımız yol, harmanın çamurlu çimenlerine ayak bastığımda 12 saatin üstünde sürmüştü. Harman insanlarla doluydu. Üzgün, şaşkın insanlarla. Deli gibi ağlayan yoktu, kendini yerlere atan yoktu. Üzgün insanlar vardı, ince gözyaşları döken kuzenlerim vardı, dimdik ama yorgun duran halam vardı. İyice yaşlanmış gibi duran babam vardı. Ruhlarını kaybetmiş gibi duran amcalarım vardı. Bir de yamuk duran incir ağacının önüne çekilmiş küçük römorkun üstüne konulmuş tahta bir tabut vardı. Üstü açıktı, örtülerle örtülüydü. Ama küçüktü, inceydi. "Marge Hala" dedim kendi kendime. İmam elinde megafonla konuştu. Teyzeler gelip sarıldı. Babaannem römorkun yanında, plastik bir sandalyede oturuyordu. Hiç sesi çıkmıyordu, ağlamıyordu, sadece gözleri yerde oturuyordu. İnce ince yağmur atmaya başladı. Herşey yemyeşildi yine. Tabutun üstündeki örtü bile.
Marge Hala. Marge Hala. Marge Hala.
(Resimler, salıdan cumartesiye bir büyükbaba cenazesi yaşarken gördüklerimden.)

21 Ocak 2012 Cumartesi

Sihir

Harry Potter serisinin altıncı kitabında, Harry Potter ve Melez Prens'te, Harry Profesör Dumbledore'un özel derslerinden birinde yine birlikte Dumbledore'un Düşünseli'nde yolculuğa çıktıklarında, bir yetimhane anısına konuk olur. Seneler önce Profesör Dumbledore'un, okula kabul edilme yaşı gelen küçük Tom Riddle'a bir Muggle yetimhanesinde kaldığı ve her şeyden bihaber olduğu (böyle yazılıyordu değil mi ya, karar veremedim, neyse) için bizzat ziyaret ettiği anıda Dumbledore Tom'a Hogwarts'tan ve sihirden bahseder :
Bacakları titriyordu. Sendeleyerek öne doğru yürüdü ve yine yatağın üzerine oturdu. Gözlerini ellerine dikmişti, başı dua okuyormuş gibi öndeydi.
"Farklı olduğumu biliyordum," diye fısıldadı kendi titreyen parmaklarına. "Özel olduğumu biliyordum. Her zaman biliyordum bir şey olduğunu."
der sonradan o dünyanın gördüğü en büyük kara büyücü haline gelecek olan Tom Riddle. Sırf bu tepkisi, duruma karşı ortaya koyduğu bu hisleri yüzünden yargılanır Tom bir anlamda. İlk kitapta, Harry Potter ve Felsefe Taşı'nda fırtınalı bir gecede, denizin ortasındaki kayalık kulübede Hagrid, 11 yaşına henüz girmiş Harry'ye aynı şeyleri açıkladığında o bunun tam tersi bir tepki verdi, "Hagrid, galiba bir yanlışlık yaptın. Ben büyücü olamam." diyerek şaşkınlık içinde kaldı diye, Harry beyaz taraf olan olurken Tom siyah taraf olur.
Ben bunu bir türlü kabul edemedim. Potter yolculuğumuz devam ederken, 6.kitapta o satırları okuduğumda benim hissettiğim pek çoklarının düşündüğü - hatta belki onu yazarken Rowling'in de anlatmaya çalıştığı - gibi Tom'un ne kadar kötü biri olduğunun daha o anda belli olduğu değildi. Ben bunun çok mantıklı, çok anlaşılaşılabilir bir tepki olduğunu düşünmüştüm. Hatta aynısı bir durumda benim de verebileceğim bir tepki gibiydi. Evet evet tamamen öyleydi. O anda tam da küçük Tom gibi hissetmiştim. Tamam belki fazlasıyla dürüst bir tepki bu, şaşırmış gibi yapmaktansa, evet biliyordum özel olduğumu demek. Ama zaten hep umduğunuz, içten içe istediğiniz ve gerçek olması için her şeyinizi verebileceğiniz bir mucize gerçekleştiğinde niye şaşırasınız ki? "Biliyordum." dersiniz değil mi? "Özel olduğumu biliyordum çünkü buna inanıyordum. Herkesten önce 'ben' inanıyordum."
Aslına bakarsınız Harry de inanıyordu bence bir parçasıyla buna. Onunla tanışmamızdan önce ve sonrasında da pek çok sefer, 30 temmuzun artık yerini 31'ine bıraktığını belirten saatte, dakikada her yıl yeni bir yaşa girmesini kutluyordu kendi küçük, çoğu zaman acıklı yöntemleriyle. Kendi kendine saatini kontrol edip, "İyki doğdun Harry" diyordu. Yine hiç kimsenin hatırlamamış olmasını, kutlamamış olmasını, hiç bir hediye almamış ve pasta yememiş olmasını düşünüyordu gecenin karanlığında. Üzülüyordu. Sadece yalnız olmasına, hatırlanmamış olmasına üzülmüyordu bence ama. Özel olduğuna dair inancının zedelenmesine, yara almasına üzülüyordu bir parçasıyla. Sağ Kalan Çocuk'tu, Seçilmiş Kişi'ydi ama özel değildi kimse için. Öyle düşünüyordu o anlarda.
Sanırım benim için de bu yüzden bu kadar önemli oldu hep doğumgünlerim. Özel olduğumu düşünmemim, hissetmemin, inanmamın en kolay yoluydu çünkü. Dünyaya gözlerinizi açtığınız o günde, o tek bir günde herşeyin sizin için olduğuna inanabilirsiniz. Güneşin sizin için doğduğuna, günün sizin için uyandığına, insanların her bir köşeden sizin o inanılmaz varlığınız için kutlamalar yaparak çıkacağına inanabilirsiniz. Hayatınız boyunca başka hiç bir gün hissedemeseniz bile o gün, özel olduğunuzu bilirsiniz.
Ya da - bizim gerçekliğimizde - istersiniz. Bunu sadece isteyebilirsiniz. Umabilirsiniz. Ben kendimi bildim bileli öyle umdum mesela. Bir gün ak sakallı, boncuk gözlü bir profesörün gelip "Sen bir büyücüsün. Özelsin. O yüzden artık kendi dünyamıza girme vaktin geldi." demesini bekledim. Arkadaşları çağırıp, kalabalık kutlamalar yapmanın amacı buydu. Pastalara mum koymanın, fotoğraflar çektirmenin, hediyeler beklemenin amacı buydu. Özel olduğumu biliyordum, inanıyordum ama bir şekilde diğerlerinin bunu bana bildirmesine, hissettirmesine ihtiyacım vardı.
Çünkü kendimi bildim bileli hep çok büyük hayallerim vardı. Olur olmaz şeyler istiyordum, gerçek olamayacak şeyler, gerçek yapamayacağımız şeyler. Daha da büyük şeyler istiyordum, daha da fazlasını bekliyordum. Yıllar geçiyordu ve her doğumgünüm, artık birşeylerin yanlış gitmekte olduğunu, birşeylerin kaybolduğunu ve çoğu şeyin gerçekliğini yitirmekte olduğunu hatırlatan birer mezar taşı gibi karşımda dikilmeye başlıyordu. Her doğumgünümle birlikte, inancım da sönmeye başlıyordu. O özel olduğuma dair sarsılmaz inancımı yıkmaya çalışıyordu artık doğumgünlerim. O aşamada o günden nefret etmeye başladım işte. Yaşlandığıma falan aldırdığım yoktu, beni deli eden yılların geçiyor olduğunun, bir yılın daha bomboş geçtiğinin yüzüme vurulmasıydı. Bir yıl daha geçmişti benim için, o büyük şeylerin gerçekleşmesine bir milim bile yaklaşamamıştım. Daha da nefret ettim. Öfkelenmeye başladım. Lanetler etmeye başladım.
Bir zaman sonra öfkenin yerini durgun bir acı aldı. Artık sadece acı duyuyordum. Üzülüyordum kendi kendime. İnanmıyordum artık. İstiyordum ama inanamıyordum. Sadece vakit bir şekilde geçsin diye bekliyordum.
Bu da geçti. Bir zaman daha sonra artık doğumgünleri ve doğumgünlerinin kutlandığı günler ortaya çıkmaya başladı. Tüm dünyanın değil belki ama insanın kendi dünyasının insanları ortaya çıkıp, özel olduğunu hatırlatmaya başlıyordu. Öyle bir aşamaya geçtim artık. Yine nefret ediyorum doğumgünlerimden, yine öfkeleniyorum ama bunun üzerine, bir yandan da ne kadar şanslı olduğumu ya da sevmek konusunda ne kadar doğru olduğumu hatırlatan insanlar gelip sarılıyor, sarmalıyorlar o günde. İşyerinde daha düzgün görünmem için pantolonlar alıyorlar, en sevdiğim renkte kazaklar - yelekler alıyorlar, kendimi temiz tutayım diye en sevdiğim kokuyu taşıyan kremler - duş jelleri alıyorlar, yüzümü güldürüyorlar, sabahın 6'sında deli gibi ağlatan mailler yazıyorlar, tam da aklımdan geçirdiğim kitapları alıyorlar, mutlu olmam için kitaplar alıyorlar ve içlerine kendi elleriyle yaptıkları zarflara koydukları mektuplar yazıyorlar. Öyle satırlar yazıyorlar ki, soğuk bir gece vakti, bir belediye otobüsünde boğazınızı düğüm düğüm ediyorlar, size kendinizden de çok inanıyor olmaları göğsünüze kocaman bir taş oturtuyor. Sizi sadece siz olduğunuz için sevmelerinin ne kadar bulunmaz, ne kadar büyük, ne kadar akıl almaz bir şey olduğunu anlıyorsunuz. İşte o anda farkına varıyorsunuz "özel" olduğunuzun. Kendi bilincizin Dumbledore'u, Hagrid'i çıkıyor karşınıza ve "sen sihirlisin, özelsin." diyor. Ve bu yüzden onca yılı boşuna geçirmediğinizi görüyorsunuz. Sihre sahip olduğunuzu biliyorsunuz. Onu elle tutabiliyor, gözle görebiliyorsunuz.
Çarşamba günü doğumgünümdü benim. Yine. Ama bu sefer belki de, gerçekten, boşa geçmediğini düşündüm 25 yılın. O sihre sahip olduğumu anladım. 25 yılda bu kadarına sahip olabilmişsem, bundan sonra hepsine de sahip olmamam için hiç bir sebep göremedim. Şimdi değil ama bir gün, o bir zamanlar içimde olan büyük hayalci gibi, tüm dünyanın da varlığımı kutluyor olması düşüncesine - yeniden - inanmakta bir sakınca yoktu belki.
İyki doğdum.

15 Ocak 2012 Pazar

In The End

Bu Fallen Empires'tan çıkan en son videoymuş yeni gördüm ben. Ama o nasıl bir mekandır öyle, ne güzeldir her bir merdiveni, oyması, işlemesi, avizesi, perdesi. Nasıl güzel bir danstır o, nasıl  güzeldir o elbisenin uçuşması. Ve Gary nasıl bakar "please just ask" derken.
Çok mu abarttım şarkıyı. Bilemem, burada kar yağıyor ve göz gözü görmüyor.

4 Ocak 2012 Çarşamba

hope

“Only once in your life, I truly believe, you find someone who can completely turn your world around. You tell them things that you’ve never shared with another soul and they absorb everything you say and actually want to hear more. You share hopes for the future, dreams that will never come true, goals that were never achieved and the many disappointments life has thrown at you. When something wonderful happens, you can’t wait to tell them about it, knowing they will share in your excitement. They are not embarrassed to cry with you when you are hurting or laugh with you when you make a fool of yourself. Never do they hurt your feelings or make you feel like you are not good enough, but rather they build you up and show you the things about yourself that make you special and even beautiful. There is never any pressure, jealousy or competition but only a quiet calmness when they are around. You can be yourself and not worry about what they will think of you because they love you for who you are. The things that seem insignificant to most people such as a note, song or walk become invaluable treasures kept safe in your heart to cherish forever. Memories of your childhood come back and are so clear and vivid it’s like being young again. Colours seem brighter and more brilliant. Laughter seems part of daily life where before it was infrequent or didn’t exist at all. A phone call or two during the day helps to get you through a long day’s work and always brings a smile to your face. In their presence, there’s no need for continuous conversation, but you find you’re quite content in just having them nearby. Things that never interested you before become fascinating because you know they are important to this person who is so special to you. You think of this person on every occasion and in everything you do. Simple things bring them to mind like a pale blue sky, gentle wind or even a storm cloud on the horizon. You open your heart knowing that there’s a chance it may be broken one day and in opening your heart, you experience a love and joy that you never dreamed possible. You find that being vulnerable is the only way to allow your heart to feel true pleasure that’s so real it scares you. You find strength in knowing you have a true friend and possibly a soul mate who will remain loyal to the end. Life seems completely different, exciting and worthwhile. Your only hope and security is in knowing that they are a part of your life.”



demiş Bob Marley. Kim bilir ne zaman.

2 Ocak 2012 Pazartesi

yeni bir yıl gelir mi

Şimdi isterdim ki şöyle oturup size mutlu mu mutlu, umutlu mu umutlu bir yeni yıl yazısı yazayım, neler bekliyorum ooo, süper de olacak hobaa diye gülücükler saçayım. Ama olmaz, olamaz, öyle olsa "bu" benim hayatım olamaz.
2011 çok pis geçti geçti benim için. Eğer söylenmesi gereken ilk şey buysa, onu diyeyim de hemen. 2011'e girerken durumum şuydu : 5 yılda ıkına ıkına bitirdiğim üniversitenin üstüne okuyayım diye girdiğim ikinci üniversitenin final zamanıydı ve ne sınavı yaa bu yaşta, bıraksam mı ne yapsam diye düşünüyordum. Bir yandan da diğer bir bölümde yüksek lisansa başvursam mı diye tarih gözlüyordum. Babamın habire "bir işe girsen de artık terennümlerinden nasıl kaçarım"ın peşindeydim. Cebimde peş kuruşum yoktu, kafam hayallerle doluydu ve mutsuz, kararsızdım.
2012'ye girerkense yüksek lisans kafama etmiş haldeyim, nefret etmenin solda sıfır kalacağı şeyler hissettiğim bir işte çalışıyorum ve yine mutsuzum, umutsuzum, çaresizim, kararsızım. Tek fark şu an banka hesabımda bir miktar lira duruyor - ve her gün gıdım gıdım azalıyor - olması ile çekmecemin üzerinde duran gıcır gıcır Johnny gözlüğüm.
O yüzden bu sefer hazırlıklıydım, hiç öyle süper dileklerle, acayip beklentilerle, nefesimi tutarak falan girmedim yeni yıla. Saat 12 oldu, insanlardan bir telaş bir heyecan fışkırdı, ben "iyi" dedim. Çünkü başıma gelecekleri biliyorum.Daha yeni yıla gireli bir gün olmamışken her bir şey tepetaklak oldu. Bari şu okul işi olsa da şu lanet işyerinden kaçsam hesaplarına bel bağlamışken, egoist-aklı gelişmemiş-insanlıktan nasibini almamış hoca olacak bazılarının salak saçma şeyler söylediğini öğrendim. Bu kafa bulandırıcı haberin üstüne önümde yetiştiremediğim tonlarca ödevle gözüm hepten döndü. Bir anda hayatımın o kısmından nefret etmeye başladım. İşyerinde deseniz, tüm gün ne yapayım ne yapayım diye döndüm durdum. Ama kimse bir iş vermedi. Haa şimdi diyeceksiniz ki daha ne istiyorsun. Hem bir iş yapmıyor hem de para alıyorsun durumu gibi görünüyor değil mi? Hayır, değil işte öyle. İş yapmıyorum ama yapıyor gibi görünmem gerekiyor. Ki bu en zoru ve yorucu olanı. Tüm gün tek kelimesini anlamadığım ve dahası zerre kadar ilgilenmediğim bir konuda okuyup duruyorum. Bilgisayarda ne istediğim şeyleri açabiliyorum ne de okuyabiliyorum. Evde bir ton ödevim dururken ben orda 8 saat boyunca gözlerimi yoruyorum. Dahası günün sonunda dönüp soruyorlar ne yaptın diye. Nasıl ne yaptım? Ne yapabilirim ki? Ne yapmış olabilirim?
Üstüne ne hissetmem gerektiğini bilmediğim bir hastalık - yaşlılık durumu var. Üzülmeli miyim? Düşünmeli miyim? Bana bir yararı olmamış, beni gerektiği kadar önemsememiş bir insan sırf hasta, yaşlı ve ölüyor diye düşünülmeyi hak ediyor mudur? Hayır kendimi bıraksam, üzülürüm, ağlarım belki. Ama bu daha kötü değil mi?
Zaten 2012'nin ilk gününde de ağlamaktan şişmiş gözler ve dudaklara sahiptim. Hiçbir şey değişmedi benim için yani. Zaman, mekan fark etmiyor. Mahvolmuş geleceğime, bir yere varmayacak hayatıma, hiçbiri gerçekleşmemiş hayallerime ağlıyorum da ağlıyorum. Ben oturup, foşur foşur ağlıyorum. Annem de karşımda oturmuş "bak bunlar hep burçlardan. dinledim ben. bu ara böyle çelişkiler içinde olacakmışsın hep. ondan. ama geçecekmiş. aydınlığa çıkacakmışsın. herşey düzelecekmiş. vallahi ben inanmazdım bu burçlara yıldızlara ama artık inanıyorum senin yüzünden, aynen dedikleri gibi oluyorsun." diye konuşuyor.
Hı ne diyecektim? Yeni yıl yazısı. Evet benim şimdi oturup size böyle güzel güzel şeyler anlatmam, iyi dileklere boğmam gerek sizi değil mi? Ne bileyim, belki bir gün onu da yaparım. "Aman yarabbi bugün inanılmaz güzel şeyler oldu" diye bir heyecanla yazarım mesela. "Mutluluktan ölecek gibiyim, inanamıyorum." gibi şeyler söylerim. Ne bileyim, belki bir gün hakikaten yeni bir yıl gelir. Hep birlikte gireriz.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...