17 Kasım 2011 Perşembe

Oysa ben sadece mutlu olmak istiyordum.Yani en azından son zamanlarda. Eskiden çok fazla şey isterdim çünkü. Çok çok fazla şey. Tabiri caizse dünya benim olsun isterdim (belki hala istiyorumdur, içten içe). Öyle onu bunu satın alayım anlamında bir benim olsunluk değil ama, böyle bir kontrolü benim olsunluk.
Artık sadece mutlu olmak istiyorum. Ama olamıyorum. Oldurmuyorlar. Böyle deyince de ben, yok efendim suçlu arıyormuşum, cezasını başkalarından çıkarmaya çalışıyormuşum oluyor. Hayır değil. Biliyorum. Suçlu aramıyorum, çünkü zaten var. Bunca yanlışı, hayatımı tam ters istikamete sokacak seçimleri kendim yapmış, beni en fazla mutsuz edecek tüm kararları kendim almış olamam değil mi? Bu kadar ardarda yanlışı yapmış olamam değil mi? Olmamalı yani. Birileri daha suçlu olmalı. Birileri daha üzülmeli. Bu mutsuzluğu çekmeli.
Çok mutsuzum. İnanılmaz mutsuzum. Üniversitedeyken öyle bir zaman gelmişti ki, aman allahım bu nasıl bir mutsuzluktur, artık bundan daha kötüsü olamaz, bundan daha fazla mutsuz olamam, daha iğrenç hissedemem demiştim kendi kendime düz, boş duvarlara bakarken. O nasıl bir umutsuzluktu, çaresizlikti dün gibi hatırlıyorum. Kolumu kesseler hissetmez haldeydim mutsuzluktan. Ama şu an öyleyim ki, kafamı tutup şu duvara çarpıp paramparça etseler ne oluyor demem.
Lanet olsun. Hepsine. Bu dünyanın da kurallarının da insanlarının da. Mutsuzluktan boğulmak üzereyim. Ya da boğuldum, bu nefessizlik hissi ondan biliyorum. Dünyada bir sürü dert var değil mi? Kötülük var, açlık var, savaş var, dehşet var, vahşet var, pislik var değil mi? Umrumda değil. Zerre kadar bile umrumda değil. Özgürlüğümün karşılığında şu an tüm sahip olduğum hayatı, içindeki herşeyiyle birlikte verelim o dünyadaki diğer insanlara. Alsınlar, onların olsun. Ben sadece özgürlüğümü istiyorum. Birden, aniden çıkıp buraya en uzak yere gitmek istiyorum. Yanıma bu hayatıma, bu olduğum insana dair hiçbir şey almadan. Hiçbir şeyini bilmediğim o uzak yerde, herşeye yeniden başlamak istiyorum. Bildiğim herşeyi unutmak istiyorum, herkesi silmek istiyorum kafamdan. Herşeyi. Anılarımı, çeyrek asırlık salak hayatımı. Sadece başka biri olmak istiyorum, tanımadığım insanların arasında insanları yeniden tanıyabilmek istiyorum. Artık her güne mutlu uyanmak istiyorum. O güne uyandığım için saf bir neşe duyabilmek istiyorum. Nefes alabildiğim için bile mutluluk duymak istiyorum. Güneş ışığı gerçekten parlasın istiyorum, yağmur damlaları yüzüme, elime değdiğinde suyu hissedebilmek istiyorum. Bir anlamı olsun istiyorum. Birşeyleri sırf onları sevdiğim için yapabiliyor olmak istiyorum. Sevdiğim ve içimden geldiği için. Beni mutlu ettiği için.
Ama yapabildiğim sadece burda durmak. Bu salak döngüye kapılmış halde devam etmek. Saatler ilerledi de yatmadım diye endişe etmek. Elimde kalan 6 saatlik bir uykunun hakkını verebilmek için mücadele etmek. Simsiyah, soğuk bir sabaha uyanmak. Uyanmak da değil, sadece yataktan kalkmak. Aynı robotik hareketlerle aynı hareketleri yapmak, servis beklemek, serviste ısınmaya çalışmak, uzun bir yürüyüşün ardından hapishane gibi bir kapıdan girmek, salakça prosedürlere uymak, radyasyon dolu bir mezara inmek, en anlamsız ve salakça şekilde saatler geçirmek, saatin geçmesi için dualar etmek ve yine aynı karanlıktaki havaya geri atmak kendini, günün nerdeyse hepsini anlamsızca harcadıktan sonra.
İşe başladım ben. İş dedikleri şeye. Çığlıklar atmak istiyorum. Yumruklar atmak istiyorum. Kurtarın beni diye haykırmak istiyorum. Dursun istiyorum. Sadece dursun. Bitsin. Bitsin. Bitsin.
Kurtarılmak istiyorum. Kurtulmak istiyorum. Çünkü ben yapamıyorum. Ardı ardına yanlışlar yapıp, duruyorum. Daha fazla batıyorum.
Bitsin. Lütfen. Sabah olmasın.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Giderayak

Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığındaki hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icadettik,
Avunamadık;
Yoksa biz...
Biz bu dünyadan değil miydik?

12 Kasım 2011 Cumartesi

Mumford&Sons'tan Wuthering Heights'a

Andrea Arnold'un versiyonu "Wuthering Heights" için, mükemmel grup Mumford&Sons yeni bir kayıt yapmış, henüz yayınlanmadı. Sadece böyle bir ön-gösterimi çıkarıldı ortaya.

Immortals (2011)

Ölümsüz olmanın yolu, illaki tanrı olmaktan geçmiyor; yaratılan tüm insanların ruhu zaten ölümsüzdür, bunu hak edecek kişilikte olduklarında da tam anlamıyla ölümsüz olurlar diyor en baştan biz 21.yy.ölümlülerine, Olimpos dağının yüce Zeus'u. Büyükbabalarının çocuklarından olan Titanları vakti zamanında savaşıp, yendikten sonra Tartarus'a hapseden Olimpos tanrıları bu inançlarıyla püfür püfür dağın tepesindeki mekanlarında, aşağıda bocalayıp duran insancıkları izliyorlar. Titanlar serbest kalmadığı sürece insanların olaylarına müdahale etmeyeceklerine yemin etmiş haldeler.
3 km öteden görünce kaçmaya başlamanız gereken Kral Hyperion (Mickey Rourke yani)
Bu arada yalçın kayalıklara kurulu, ufak deniz kenarı köyü Colpos'ta annesi tanrılara oldukça inançlı bir çocuk büyümekte. Babası bilinmediğinden hem annesi hem de kendisi köylüler tarafından dışlanan ve aşağılanan garip Theseus, büyürken köyde dolanan bir yaşlı adam tarafından eğitiliyor. İhtiyar her gün genç Theseus'a yol gösteriyor, günü gelip de kaderini tamamlaması için gereken cesareti aşılıyor. Bu pek yaşlı adam, kılık değiştirmiş Zeus'tan başkası değil tabiki. Çok büyük bir insan olacağına inandığı Theseus'a bu şekilde yardım etmiş oluyor.
Köylü Theseus, Bakire Kahin Phaedra ve hırsız Stavros
Ancak tanrıların bu etliye sütlüye karışmayan hallerinden dolayı, karısını ve çocuklarını hastalıklara kurban verip tamamen inançsız hale gelen Kral Hyperion intikam almaya karar veriyor. Heracles'in ünlü Epirus yayını ele geçirip, Titanları serbest bırakmayı kafasına koymuş halde acımasız ordusuyla Hellen dünyasının altını üstüne getirmeye başlıyor. Yayın yerini öğrenmek için bakire kahini kaçırıyor. Theseus'un köyü Colpos'a saldırıp, yerle bir ediyor. Bu sırada Theseus'un gözleri önünde, hayatta tek değer verdiği şey olan annesini öldürüyor ve onu da tuz madenlerine gönderiyor köle olarak.
"Fight for your future, fight for immortality!" gazı
Burada karşılaştığı Stavros ve Dareios adlı iki hırsızla birlikte kahin Phaedra'ya yardım edip, kaçıyor Theseus Hyperion'un elinden. Phaedra'nın kehanetleri bir bir gerçekleşirken Theseus kaderini yaşamaya başlıyor.
Immortals, meşhur 300 (Spartalı) ün yapımcıları tarafından sunulmuş olabilir ama asıl özelliği bir Tarsem Singh filmi olması. Singh'in "uçsuz bucaksız ıssız yer" imzasına da sahip zaten (Sofia Coppola'nın ağaç dalları arasından görünen güneş imzası gibi).
ah Athena vah Athena
300'ü aratmayan dövüş ve savaş sahnelerinin yanı sıra Singh'in renkleri de uçuşuyor tabi etrafta. Kan, vahşet de var gerektiği gibi. Tanrıların sunuluşu ayrı bir güzellik olmuş. Altın giysileri içerisinde hem çok zarif ve kırılgan hem de bir o kadar çevik görünüyorlar. Devamlı pasaklı ve koyu görünen insanların yanında onların tanrısallığı daha inandırıcı görünmüş oluyor.
Olimpos'tan manzara
Yunan mitolojisinin pek çok yerinden beslenmiş böyle bir aksiyon canavarında çok fazla senaryo falan beklememek gerek tabi. Ya da aynı sahne içinde kahraman bir saniyede düz yatarken diğer saniyede yan duruyor olabilir gibi şeylere kafayı takmamak lazım. Bir de mesela öldürülürken kapkara çamurlara dönüşen Titanların yanında kesilen biçilen ve kan fışkıran tanrılar bana tuhaf geldi. Onları da ışık saçarak veya ne bileyim altın tozuna dönüşerek öldürebilirlerdi.
Zeus ile Poseidon
Henry Cavill'i Superman'den önce güzelce izlemiş olduk Immortals'la. Freida Pinto Hollywood'un egzotik güzel ihtiyacını en azından bu 5 yıl için gidermiş görünüyor, bu onu erkek dolu bir filmin kadın oyuncusu olarak izlediğim kaçıncı film bilmiyorum. Tanrılar olarak Luke Evans, Isabel Lucas ve Kellan Lutz oldukça iyi görünüyorlar. Isabel Lucas bana biraz değişik bir Athena yorumlaması gibi gelse de, kötü değil.
evde denemeyin
Özellikle Luke Evans'taysa beni cidden etkileyen birşeyler vardı. Daha önce gördüğüm hiç bir Zeus gibi değildi. Diğer tanrıların isimleri ekranda pek belirtilmese de Helios, Apollo ve Aries ile (tanrı değildir normalde ama Olimpos'a kabul edilmiş olan) Heracles'i görüyoruz. Bir de tabi hem sesiyle hem görüntüsüyle John Hurt perdede yer alıyor. Zaten sanırım artık bir şekilde onun sesini duymayınca izlediklerimde, eksiklik hissediyorum.
Filmin teklediği, yavaşladığı yerler yok değil mi, tabiki var. Ama genelinde yeteri kadar heyecan dolu bir hikayesi ve güzel oyuncularla çekilmiş, görkemli sahneleriyle bu tür filmin olması gerektiği kadar iyi. Çok incelemediğiniz ya da birşeyler beklemediğiniz sürece tablo gibi sahnelerine eşlik eden epik müzikleriyle oldukça güzel de bir seyirlik. Ve anladığım kadarıyla da devamı olacak gibi.
mükemmeliğin tanımı - cennette savaş

6 Kasım 2011 Pazar

Bayramlık : Saygıdeğer Homo Sapiens Sapiens

İnsanlar paleolitik dönemden beri, yani nerdeyse M.Ö.400.000'den beri, inandıkları belli güçler uğruna kurban ritüeli gerçekleştiriyor. Bir canlının kanının akıtılmasıyla, inandıkları varlıkla bir çeşit anlaşma yapmış olduklarına inanıyorlardı en başlarda tabi.
Musevilerin kutsal kitabı Tanah'a (Hristiyanların Eski Ahit dedikleri İncil kısmı) göre, İbrahim'in (Avraam) eşi Sara'dan bir çocuğu olmuyordu ve İbrahim Sara'dan bir çocuğu olması durumunda bunu Tanrı'ya Kurban olarak adadı. Tanrı, "İshak'ı, sevdiğin biricik oğlunu al, Moriya bölgesine git" dedi, "Orada sana göstereceğim bir dağda oğlunu yakmalık sunu olarak sun.", 8-9-10-11-12-13: İbrahim, "Oğlum, yakmalık sunu için kuzuyu Tanrı kendisi sağlayacak" dedi. İkisi birlikte yürümeye devam ettiler. Tanrı'nın kendisine belirttiği yere varınca İbrahim bir sunak yaptı, üzerine odun dizdi. Oğlu İshak'ı bağlayıp sunaktaki odunların üzerine yatırdı. Onu boğazlamak için uzanıp bıçağı aldı.Ama RAB'bin meleği göklerden, "İbrahim, İbrahim!" diye seslendi. İbrahim, "İşte buradayım!" diye karşılık verdi. Melek, "Çocuğa dokunma" dedi, "Ona hiçbir şey yapma. Şimdi Tanrı'dan korktuğunu anladım, biricik oğlunu benden esirgemedin." İbrahim çevresine bakınca, boynuzları sık çalılara takılmış bir koç gördü. Gidip koçu getirdi. Oğlunun yerine onu yakmalık sunu olarak sundu." deniyor. İslamiyet'e göreyse, İbrahim Peygamber çocuğu olmaması nedeni ile Allah'a yalvarır, dua eder. Kendisinin ve eşinin yaşlı olduğu bir zamanda mucizevi bir şekilde oğlu olur. Çocuk biraz büyüdüğünde, İbrahim Peygamber rüyasında onu kurban etmesi gerektiğini görür. Oğluna "Yavrum, ben rüyamda seni boğazladığımı gördüm. Düşün bakalım, ne dersin?” dedi. O da, “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” der. Peygamberlerin rüyaları normal insanların rüyalarından farklı olduğundan bu bir emir olarak kabul edilmiş ve İbrahim peygamber oğlunu kurban etmeye götürmüştür. Ancak Allah'ın emriyle bıçak çocuğu kesmez. Bu esnada Cebrail kucağında bir koç ile gelir. (Kaynağımız Vikipedi)
Kurban sözcüğü, "Korban" olarak İbranice'de yakınlaşmak demekmiş. Arapça'da ise "Kurb" kökü yakınlık anlamındaymış. (Bunları da National Geographic'in bu ayki sayısının "Kurban : Trajediden Kutsala" makalesinden öğreniyoruz.) Yani İslamiyet'e göre asıl amaç, yılda bir kere de olsa sosyal bir davranış gerçekleştirip, hem tanıdıklarımızla akrabalarımızla bir araya gelip güzel bir yiyecek ihtiyacımızı karşılamak hem de fakirlere, yiyecek bulamayanlara gereken ilgiyi göstermiş olmak.
Bu 2010'daki manzara
Ama her ne hikmetse her sene bu amacın gerçekleştirilmesi konusunda insanlar gittikçe daha saçma davranışlarda bulunmaya devam ediyorlar. Her yol belediyeler özellikle düzgünce temizce hallolsun bu iş diye özel kesim yerleri vs.ayarlıyor, insanlar da özellikle tutup ortalıkta kesmeye, biçmeye, ateş yakmaya devam ediyorlar. Evet ateş. Bildiğiniz, sitelerin koca koca apartmanların ortasında boş buldukları herhangi bir toprak parçasına (ve kesinlikle kendilerine ait olmayan) kurulup, işkence ederek hayvanları kesiyor, açıkta kanları saça saça parçalayıp, naylon torbaların üzerine yayıyorlar etlerini. Ardından da teyzeler, çocuklar toplaşıyor ve ateş yakıveriyorlar hemen oracıkta. Tüketmeye uğraşıyorlar etleri. Her yer kokuyor, her yer kan içinde. Öğlene kadar manzara buyken, öğleden sonra aynı toprak parçasına köpekler ve kuşlar üşüşüyor. Ve bu, her sene böyle devam ediyor.
Bu da 2011'deki manzara (hiçbir şey değişmemiş, hatta artmış halde)
Yeni bir yüzyıla girseniz de, ceplerinize dünyanın en uzak köşesiyle haberleşebildiğiniz bilgisayarları da soksanız, kafanız, mantığınız aynı. İnsanoğlu Homo habilis'ten uğraşıp, gelişip Homo sapiens sapiens'e doğru yol katetti ama 120 bin yıldır o sapiens'ten bir "insan" olmayı beceremedi. Karşı çıkıyorlar ya resmen gelişmeye, kafalarını geliştirmeye. İnanılır gibi  değil. Neolitik devrimde hangi aşamaya geçmişlerse aynen o aşamada kalmakta ve dahası o yaşam biçimini, apartmanlarına, bilgisayarlı döşeli ortamlarına taşımakta da ısrar ediyorlar.
Ne diyeyim, sonuçta bayram bu. Hepimizin bayramı mübarek olsun.
Ve değişiklik olsun madem, Çaykovski'nin en güzellerinden Fındıkkıran'ın bir bölümüyle bayramın keyfini çıkarmaya çalışalım :

3 Kasım 2011 Perşembe

Çelişkilerden ibaret bir gerçek

"Becoming Jane"in son kısımlarında bir sahne vardır. Tom ile Jane mutluluktan gözleri dönmüş genç aşıklar olarak sonunda kaçmaya karar vermişlerdir. Sabahın erken bir vakti posta arabasına atlamış, hızla hayalini kurdukları geleceğe doğru yol almaktadırlar. Bir yerde posta arabasının tekeri yola saplanır ve yolcular arabayı çıkartıp, yola devam etmek üzere iner, yardım ederler. Tom paltosunu yolun kenarında bekleyen Jane'e emanet edip, yardıma koşar. Paltodan yere bir mektup düşer, Tom uzaklaşırken. Jane merağına engel olamayarak açıp,okur. Tom'un Limerick'teki yoksul ailesinden gelmektedir mektup. En son yolladığı para için teşekkür etmektedirler. Bunları okuyan Jane'in aşkla bulanmış aklı birden tüm gerçeği kavrayıverir. Zengin yargıç dayısının okuttuğu Tom, ailesine dayısından gizli gizli para göndermek için esasında kendine serseri bir hayat yaşıyormuş da parasını çarçur ediyormuş imajı yaratmıştır. Dayısı öğrenirse ailesine gönderdiğini, parayı vermez diye, kendini zevk ve sefa içinde dağıtıyor gibi göstermektedir. Kalabalık ve de çok yoksul olan ailesinin tek umudu odur, okurken de onlara o bakmaktadır bir şekilde, okuyup para kazanmaya başlayınca da o bakacaktır. Jane ise çeyiz olarak yanında sadece kendi yoksulluğunu götürdüğünü görür okuyunca mektubu. Mola verdikleri noktada, şöyle bir konuşma gerçekleşir :


-Limerick'te kaç kardeşin var, Tom?
-Yeterince, neden sordun?
-Kardeşlerinin adları ne? Onlar...Kime bel bağlamış durumdalar? Şanına leke düştü! Müsriflik ve hovardalığın aslında çok yararlı bir numaraymış.
-Para kazanabilirim.
- Yeterli olmaz.
-Yükselebilirim.
-Yüksek mahkeme hakimi düşmanın, karın da beş parasızken mi? Tanrı bilir, kaç ağız senden nafaka bekliyor! Bir tanem, canım arkadaşım, batacaksın ve hepimiz seninle beraber batacağız.
- Başara...Hayır, yapma Jane! Senden asla vazgeçmem!
- Tom...
- Ne konuş, ne de düşün! Sadece beni sev. Beni seviyor musun?
-Evet! Ama aşkımız ailene zarar verecek olursa, kendine de zarar verecektir.
- Hayır!
-Evet! Suç, pişmanlık ve sorumlu tutma, zaman içinde, aşkımızı bayağı bir hale getirecektir.
-Saçmalık bu!
-Gerçek bu! Çelişkilerden ibaret bir gerçek! Ama bu gerçeği gülümseyerek karşılamalıyız. Yoksa, sahte bir şeyleri paylaşıp, birbirimizi hiç sevmemiş olduğumuzu kabul edeceğim.
-Lütfen!
-Hoşçakal!

Kalkıp, yürüyüp giderken Jane, geride bıraktığı Tom'un kalbinden daha da fazla çiğnemiştir aslında kendi kalbini. O "Hoşçakal"ın ona nelere mal olduğunu, "Lütfen" diye karşısında parçalanan Tom'un o son bakışına dayanabilerek, hoşçakal diyebilmenin nasıl birşey olduğunu anlamaya başlıyorum şu an. Kötü. Çok kötü bir duygu. İnsanın içini acıtıyor. Ciğerlerinizden tüm nefesinizi yavaş yavaş çekiyorlarmış gibi. Kemiklerinizden taşlarla etlerinizi sıyırıyorlarmış gibi. Bu kadar acı çekerken kalkıp, gidebilmenin güçlülük olduğunu düşünür değil mi insan? Emin değilim artık. Acı çekmeye karar vermek zayıflıktır belki. O kararı almak zayıflıktır belki. Bir çelişkiye, karşılaştığımız bir zorluğa "gerçek" demek, işin kolayına kaçmaktır belki.


"Affection is desirable. Money is absolutely indispensable!"

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...