seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
seyahat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Eylül 2023 Salı

Bir Seul Macerası Bölüm IX - Hanok'la tanışma, Changdeokgung, Secret Garden, Uhnyeonggung

Tam bir haftalığına Seul'deki ilk evim,
otele son bakışım

 Perşembe günü otelden çıkış günümdü. Hem yeni geçeceğim yer için aşırı heyecanlandığımdan hem de odadaki saatlerim sayılı olduğundan erken kalktım. Akşam hemen hemen her şeyimi topladığımdan yapacak bir şey yoktu. Odada son kez dolaştım. Manzarama baktım. Tuvaletin düğmeleriyle oynadım. Altı üstü beş günlüğüne bir otel odasında kaldın, ne bu duygusallık derseniz, en başta bir ara da söylemiş olmam lazım, bu benim böyle gerçek anlamda bir otelde ilk defa kalışım sayılır derim. Yani dediğim gibi daha önce birkaç geceliğine başka başka arkadaşlarımla böyle otellerde kaldığım olmuştu ama böyle değildi. Oralarda kaldığımı bile algılayabilecek kadar bir vakit geçirmemiştim. Bu sefer gerçek anlamda bir otel odasında, düzgün bir şekilde, keyfini çıkarabilecek kadar kalmış oldum.

Diğer kalacağım yer, Seochon Guesthouse'un check-in saati 3 gibiydi sanırım. Otelin check-out saatinin de 11 falan olması lazım. Ama o saate kadar bavulum ya otelde bırakmam ya da bu yeni yere bırakmam gerekiyordu. Otelde bırakırsam gezip, gelip otele geri dönmem gerekirdi. O gün için aslında Changdeokgung'a gidebilirim diye düşünmüştüm, bu yüzden bavulu yeni yere bırakmak daha mantıklı olacaktı. Saat 9'u azcık geçerken odadan çıkıyordum. Erken olduğunu çok düşünmemiştim ama erkenmiş. Otelden Seochon'daki hanok'a tek bir otobüsle gidebiliyorum gibi görünüyordu. Kocaman bavulla saat 10 olmadan otobüse atlamıştım. Küçük bavullarım köyde kaldığından evde bir tek bu en büyük boy bavul vardı ama zaten işte her şey deneyim oluyor. Gideceğiniz ülkeye ve kalacağınız yere göre ne götürmek veya ne götürmemek gerektiğini düşünmeniz gerekiyor. Ben bundan önce hep bir şekilde ya öğrenci ya da çulsuz olduğumdan hep ucuz veya olabilecek en donanımsız yerlerde kaldığımdan, en sırt çantalı halimde gezdiğimden, ona göre aklıma gidiyordu. Mesela yanıma ütü, şampuan, tarak, diş macunu vb. gibi şeyleri almama, bavulda ağırlık etmeme hiç gerek yokmuş. Otelde (otellerde yani haliyle, ben ilk defa kaldım sayılacağı için düşünememiştim) çamaşır da yıkayabiliniyordu, kurutabiliniyordu, ütü yapılabiliniyordu. Odaya tüm kişisel temizlik malzemeleri koyuluyordu. Bu gezinin sonunda anladım ki mesela iki parça giysimi alıp, evden çıkıp gönül rahatlığıyla Seul'e gelebilirmişim. Hem otelde ihtiyacım olan her şeyi bulabilirmişim, hem de mesela çıkıp dışarıdan giysi alıp giyebilirmişim. İşte hep ergenlik, hep 20li yaşların çulsuzluğunun hatıraları.

Lee teyzenin ikram ettiği çay
ile pirinçten atıştırmalık

Saat 10'u geçerken Seochon'un taş döşeli minik sokaklarında kendimden büyük bavulu sürüklüyordum. Bulmam biraz zor oldu hanok'u, oysa kolaydaymış. Burası şehrin tam eski/tarihi yerleşimlerinin olduğu bir bölgesi. Sarayların etrafında. O yüzden pek sevimliydi, sokaklarda yürürken böyle tek katlı minik dükkanların, ilginç kafelerin restaurantların arasından geçiyorsunuz. Çoğunluğu eskinin hanoklarından oluşuyor ya da onlardan bozma. Benim kaldığım yer de tam bir eski hanok eviydi. Evli bir çiftin kendilerinin de kaldığı bir ev. Lee Byungun teyze ile Shin Jang Hyun amcanın evi. Bahçe kapısından beni Shin amca içeri aldı, daha ilk gördüğüm anda o kadar sevimli o kadar canayakındı ki. Minik ama pek sevimli bir orta bahçenin etrafında odalar var, hanoklar hakkında az biraz bilginiz varsa hemen gözünüzde canlanmıştır. Ben tabi sabahın erken bir vaktinde damdan düşer gibi geldiğim için onlar da şaşırdı. Bir odanın önünde oturan birkaç teyze ile sohbet ediyorlardı ben girdiğimde. Tam böyle dizilerde yürüyüşe falan çıkan, mahallenin tonton teyzeleri toplaşmış olur ya, hah öyle bir sahneydi. Herkes beni görünce ooo hoşgeldin merhaba merhaba diye gülümsemeye başladı. Shin amca bakın Esra gelmiş Esra gelmiş falan diye beni sürükledi teyzelerin önüne. Türkiye'den gelen ilk misafirmişim, herhalde onun da etkisiyle ben gelmeden önce konuşmuşlar, bahçedeki tüm teyzeler beni tanıyordu. Shin amca ile Lee teyze de beni bekliyordu ama işte öğleden sonra. Biz seni bu kadar erken beklemiyorduk diye bir ne yapacaklarını bilemediler. Odam temiz ve hazır sayılırdı aslında ama birkaç işi daha vardı sanırım. Tam böyle Türkiye'de, bir arkadaşınızın evine ya da komşunun evine gidersiniz de uzun yoldan gelmişsinizdir, sizi böyle kolunuzdan sürükleyerek hemen sofraya oturturlar, böyle herkes misafir etmeye çalışır tam öyle ortam. Shin amca koca bavulumu kenara koydu, beni hemen evin ana yapısındaki mutfağa soktu. Ben şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyordum, Lee teyze masaya oturtturdu hemen, önüme bir bitki çayıyla pirinçten atıştırmalıklar koydu. Ye ye iç iç diye bana şey yapmaya başladılar, etrafım bildiğim bir evdi, mutfaktı. Lee teyze bulaşıkları düzenlerken benimle muhabbet ediyordu, Lee amca bir oraya bir buraya koşturup o da bana laf yetiştiriyordu. Az biraz İngilizceleri ile benim dizilerden duymaca Korecemi karıştırıp, anlaşmaya çalıştık. Bu mutfağın yanında bir oturma odası benzeri minik oda var, orada bilgisayar masası ve hani bizim salonlarımızda olan gümüşlük, büfe gibi camlı bir dolap olur ya ondan var. Onun içinde tüm gittikleri yerlerden aldıkları hatıra eşyaları, fotoğraflar vardı. Daha sonraki günlerde muhabbet ederken öğrendiğime göre Shin amca gazetecilik gibi bir şey okumuş, bir medya şirketinde çalışmış. Lee teyze edebiyat öğretmeniymiş. İkisi de emekli olup, bu hanoklarında konuk ağırlamaya başlamışlar. Valla çocuğunuz falan var mı diye de soramadım, çok meraklı melahat gibi durmayayım diye utandım.

ayağımda Shin amcanın kocaman terlikleri, odamın önünde

Odam bahçeye açılan bir başka odaydı. Bu mutfakla oturma odasının bitişiğinde bir büyük oda var, benimkisi de onun bitişiğindeydi. Mutfağın içinde bir başka kapıda normal bir oda var, orada bir Fransız teyze kalıyordu. Ahh adını unuttum, o kadar da sohbet ettim. Ben geldiğimde bir uyanıp, tuvalete gitti, o ara merhabalaştık (bonjour'ladı tabiki, Fransız :D ). Ona da bak Esra geldi dediler :D Mutfaktan üst kata merdivenler çıkıyor, üst katta da sanırım teyzeyle amcanın odası ile bir misafir odası daha var. Sonra bir ara o merdivenlerden birazcık çıktım, teyzeyle amca bana duvarlarda asılı eski fotoğraflarını falan gösterdiler. Shin amca odamın kapısını şusunu busunu gösterdi, kilit olayını bir türlü beceremedim. Dedim bu evde niye kilitleyeyim odayı zaten, öyle bir güven duygusu. Odamın önündeki minik çıkıntıya oturdum, bahçe aşırı sevimliydi. Ücretle ve kalışımla ilgili kağıdın çıktısını verdiler, nakit ödemeydi, dedim ben çekeyim geleyim vereyim, sokağa girerken banka görmüştüm. Yok acelesi yok, sonra da verirsin dediler ama içim rahat etmedi, kartla kafayı bozmuşum zaten bu gezide, bir de belli mi olur birşey olur para çekemez hale gelirsem kalmasın öyle. Bir koşu gittim para çekip, geldim. Ücreti verdim, ikisi de çok şaşkındı. Lee teyze dedi sen de benim gibisin, hemen her işi halledeyim yapıyorsun dedi. Bu arada Shin amca alışmış, misafirler herhalde herkes fotoğraf çektiriyor ona ki bana da dedi. Odanın önünde çekeyim seni diye. Öyle ilk gün ilk saatlerimde odamın önünde şiş suratım ve göbeğimle saçma fotoğraflarım var. Bir de whatsapptan ekletti kendini bana, dolaşırken falan bir şey olursa arayabilirsin, bir şey lazım olursa haber edebilirsin falan diye. Yalnız o sabah tüm o curcunadan anladım ki Seul'e ilk geldiğim gün buraya gelseymişim iyi gelmezmiş bana. Çünkü o ilk günlerde otelin o sessizliğine, sakinliğine, tertipliliğine ihtiyacım varmış. Önce kendi hızımla şehri fark etmeli, kendi aklımla ruhumla baş başa kalmalıymışım. Ki öyle de yaptım ve çok iyi geldi. Sonra sonra şehre ve kendime alışınca böyle sosyal bir ortama ve canlılığa girince daha rahat ettim.

Changdeokgung'a girdim, sanırım Injeongjeon'un girişi

Saat 12'ye doğru evden çıkıp, Changdeokgung'a doğru yürümeye başladım. Marketten de yine minik sütümden alıp, inanılmaz bir mutlulukla, bir gönül ferahlığıyla caddede yürüdüm. Hava güneşliydi, ilk günlerdeki gibi sıcak değildi elbette, bulutlar ara ara geçiyordu. Ama mutluydum. Umutluydum. Gyeongbokgung'un önünden yürürken bir hafta önceki o hanboklu halimi hatırladım, hanbokları içinde bir dolu insan karşıdan karşıya geçiyordu. Aslında Changdeokgung'a da hanbok kiralayıp girebilirdim ama ne bileyim o gün öyle bir aklım havada, ayaklarım uçuşuyordu. Changdeokgung aslında sarayların en güzeli diye geçiyor. İkinci en büyüğü ama biraz daha böyle kraliyet ailesinin keyif yaptığı saray gibi. İçinde de bir Secret Garden var ki, asıl olay o. Oraya ayrı bilet almanız gerekiyor. Kendi başınıza dolaşmanıza izin vermiyorlar, rehber eşliğinde grup olarak dolaşıyorsunuz. Çünkü öyle bir bahçe ki kendi ekolojik sistemi falan var. İnternette fazlaca bilet bulamıyorsunuz, yer kalmıyor, aylarca bekliyorsunuz falan gibi şeyler okuduğum için gitmeden önce baya korkmuştum. Maksimum 6 gün öncesinden alabiliyorsunuz internetten bilet gizli bahçeye. Ya gezimin ilk günleri için Ankara'dayken bilet alacaktım ya da gittikten sonra alacaktım. Hangi gün gideceğime karar veremediğimden gitmeden önce almadım bilet. Oteldeyken de bir gece denedim almayı ama tabi telefonumda Kore hattı takılı olduğundan ve güvenli alışveriş mesajı da Türkiye hattıma geldiğinden bir türlü almayı beceremeyince vazgeçmiştim. O gün amaan deyip, girdim Changeokgung'a. Saray girişi için bileti sarayın hemen sol tarafındaki gişelerden alıyorsunuz. Kimsecikler yoktu, hemen bilet alıp girdim. (Changdeokgung bileti 3000 won.)

Injeongjeon'un içindeki taht yeri

Ahh burada her şey ayrı bir güzel

Changdeokgung, 1405'te Joseon Krallığı'nın 3.kralı Taejong'un talimatıyla inşa edilmiş. İlk amacı Gyeongbokgung'un yanında bir tür ikincil saray olarak kullanılmasıymış. Ancak 1592'deki Japon istilası sırasında tüm saraylar yakılıp, yıkıldıktan sonra ilk burayı yeniden inşa etmişler ve sonraki 270 yıl ve 13 kral boyunca Joseon'un ana sarayı burası olmuş. Gyeongbokgung dümdüz bir araziye kuzey-güney doğrultusunda yer alacak şekilde inşa edilmişken Changdeokgung bir dağ yamacına oturtulmuş. Arazinin yapısına uydurularak inşa edilmiş. Arka kısmında o kocaman Gizli Bahçe ile de tüm sarayın atmosfer olarak böyle doğayla uyumlu, insana huzur ve rahatlık veren bir bir hava taşıması amaçlanmış yani.

Öyle yayıla yayıla gezdim Changdeokgung'u, böyle her yerde fotoğraf çektim

Bulduğum her yere oturdum, sarayın havasını içime çektim, hayal kurdum


Hayal ettim de ettim

Changdeokgung'u gezerken bu yüzden belki de daha rahattım. Gyeongbokgung'daki gibi heyecan ve mutlulukla dolu bir halde değil de böyle bir bahçede gezintiye çıkmışım gibi. Bu arada sabah otelden çıkarken pek bir şey yiyecek vaktim olmamıştı, evde de yalnızca Lee teyzenin ikram ettiği bitki çayı ile pirinç patlağını yediğim için karnım kazınıyordu. Saraya yürürken marketten şu Japon dorayakilerine benzeyen bir atıştırmalık almıştım. Sarayın içinde oturacak bir yer bulunca açıp onu yiyeyim dedim. Tam ağzıma sokmuş, ısıracaktım ki iki güvenlik görevlisi yoktan var olmuş gibi üstüme geliyor göründü. Bir şeyler dediler, önce anlamadım, sonra yemememi söylediklerini anlayabildim. Yasakmış saray içinde bir şeyler yemek, hem de tam yasak levhasının yanıbaşında oturmuş yiyormuşum :)

Tam işte burada böyle şahane çiçekler görmüşüm, oturdum. Bir şey yenilmez yazısı da buradaymış. Oturduğum bankın üstünde :)

İşte bunu açtım böyle, yiyecektim

Resmen elimdeydi, ağzıma götürdüm, tam çenemi kapatıp ısırığı alacaktım :)

Sonrasında yürürken yine sarayın içinde Gizli Bahçe'nin girişini ve bilet gişelerini gördüm. Etrafta ne sıra ne başka bir şey vardı. Hızlıca gişeye gidip yazılara bakmaya başladım. Görevli kadın bilet ister misin dedi, var mı oldum şaşkınca. 2 buçuk turuna katılabilirsin dedi, hemen bilet aldım. Bomboştu anlayacağınız. Sonra turda baya insan vardı da, demeye çalıştığım sarayın içinde yayarak gezerken bile bahçeye bilet bulabiliyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Ama tabi bu tamamen benim gittiğim tarihlerdeki şansım olabilir. Mesela kiraz çiçekleri zamanı ya da sonbahar foliage'ının olduğu zamanlarda aylar öncesinden dolduruyor olabilirler. Çünkü her tur için 100 bilet satılıyor sanırım, 50 tanesi internetten 50 tanesi gişeden. (Secret Garden bileti 5000 won.)

Saat 2 buçuğa gelmediği için daha, bahçenin girişinin karşısındaki banklara oturup insanları izlemeye başladım. Bir minik öğrenci kalabalığı vardı. Anasınıfı çocuklarıydı muhtemelen, sınıfta öğretmenleriyle gelmişlerdi, aşırı sevimlilerdi, bir süre onları izledim. Sonra az ileride bir hediyelik dükkanı vardı sarayın, onu dolaştım. Saat iki buçuğa geldiğinde girişin hemen içinde bir kalabalığın toplaştığını görünce hemen aralarına daldım. Bu arada bu girişin diğer yanında bir başka giriş var ki orası da Changgyeonggung'un girişi. Bu da bir başka saray, Changdeokgung'u yaptıran Kral Taejong'un oğlu Kral Sejong tarafından babası için yaptırılmış. Planım bahçeden sonra orayı da görmekti ama zamanım ve enerjim yetmedi.

Gizli Bahçe'ye giriyoruz

Bahçedeki ilk durağımız

İlk durağımızın hemen üstündeki yapı, kralın kitap falan okuyup takıldığı yer


Bahçedeki ikinci durağımız

Bahçenin her bir yeri mi çok güzel olur be

Gizli Bahçe'ye oldukça kalabalık bir grup olarak giriş yaptık. Aramıza bir tane rehber kadın geldi. Elinde ince bir mikrofon ve kafasında şapkası ile tamamen hazırlıklıydı. Onun peşine takılıp, bambaşka bir dünyaya adım attık. Etraf tamamen bir ormanla çevrilmiş gibi oldu, her yerden kuş ve böcek sesleri ile dalların arasından sızan güneş ışıklarıyla, burayı böyle 50-60 kişiyle topluca yürüyerek değil de kendi başıma görsem nasıl olur diye düşünmeden edemedim. O kalabalıkta bile o sihirli havayı hissedebiliyorsunuz. Bahçede birkaç durak var, rehberimiz her birinde önce bizi etrafına toplayıp anlatım yapıyor, sonra bir beş on dakika verip, kendimiz etrafa bakmamıza izin veriyordu. İlk gördüğümüz yer dikdörtgen bir havuzun olduğu Buyongji ve Juhamnu'yu dinledik. Sonrasında başka bir havuzun yer aldığı Aeryeonji ve Uiduhap'ta mola verdik. Sonra da Jondeokjeong'u gördük. Bir de toplantı alanı gibi bir yapının yer aldığı bir yerde bilgilendik. Rehber gayet anlaşılır bir ingilizceyle anlatıyor, arada esprilerle keyiflendiriyor. Biz ilerlerken etrafta kendi başına dolaşan insanlara rastlayınca, bir şüphelenmedim değil ama bizim turumuz bitince anladım. Tur bitince, son noktada rehber dedi ki şimdi iki tane dönüş yolu var, istediğiniz birinden dönebilirsiniz. Bu dönüş yolculuğunda kendi halinize bırakılmış oluyorsunuz yani, rehber ayrılıyor, istediğiniz gibi etrafa göz atabiliyor oluyorsunuz. O yüzden ben de dönüş yolunda oyalana oyalana oraya buraya baka baka, etrafı dinleye dinleye yürüdüm. Ama biyoloji beni çağırıyordu, istediğim kadar da keyfini çıkaramadım bahçenin, bir an önce saraydan çıkıp bir şeyler yemem gerekiyordu.

Daom'daki curry'im ve manzaram
Çok güzel bir saatti

Saat 4'ü geçerken saraydan koşturarak ama istemeyerek çıktım. Nereye gittiğime çok da bakmadan karşıya geçtim, sarayın hemen karşısındaki Donhwamun-ro'ya dalıp, yürümeye başladım. Birkaç restauranta denk geldim, Daom diye tertemiz görünümlü bir yer görünce attım kendimi içeri. O saatte benden başka kimse yoktu. Çalışan orta yaşlı, çok sempatik bir abla vardı. Beni görünce İngilizce menüyü verdi hemen. Camın önündeki, dışarı bakan masaya oturdum. Koca bir tabak curry söyledim. Burası tam olarak o daha önce yediğim geleneksel restaurantlardan değildi, biraz daha batı tarzında, kafemsi bir yerdi ama yine tabiki sürahide su ve bardak masadaydı. Valla doya doya yedim, benden sonra bir iki kişi daha geldi. Çok huzurlu, pek güzel bir ortamı vardı kafenin. Yani içimde uyandırdığı his, temizlik. Böyle curry'de hintli kokusu yoktu. Yemeğin yanında gelen - tabiki olmazsa olmaz - kimchilerde o kore'nin balık kokusu yoktu. Her şey temiz, netti. Sadece aşırı tuzsuzdu. Tuptuzsuz diye bir kelime olsaydı eğer öyleydi işte.

Bir saat falan yemekten sonra kalktım, aklımda yine bir plan olmadan, yürümeye başladım. Önceki günlerde pek hoşuma gitmişti, Ikseondong'a doğru gideyim gene dedim. Kalabalıktan giremediğim kafelere bakarım bir belki boş bulurum dedim. Yine o minik sokaklarda, rengarenk yerlerin arasında dolaşırken bu kez bir çay evi gördüm, hani bu geleneksel çay evlerinden. Ayakkabılarımızı çıkarıp, bağdaş kurup oturduğumuz, ilginç ilginç bitki çayları içtiğimiz çay evlerinden. Gördüğüm yerin ismi Tteuran Tea House idi, içeri dalınca pek mutlu oldum. Yaşlıca bir teyze karşıladı, hemen yandaki uzun masada kalabalık bir grup harala gürele muhabbet ediyordu. Duvarlarda raflar, raflarda porselenler, çiçekler, her yer ahşap...O uzun masa normal masa, sandalyeli falan, ayakkabılar ayakta. Masayı geçince ayakkabıları çıkarıyoruz, bir basamak çıkıp, oradaki minik masaların etrafına bağdaş kuruyoruz. Sağ köşede iki genç kız oturuyordu, sol köşedeki boş yere geçtim. Ortamı çok sevdim, menüdeki her şeyi denemek istedim. Bana da o raflardaki gibi minik demliklerde sunulanlardan gelir diye düşünerek bir çiçek çayı seçtim. Yanına da geleneksel tatlıların her birinden yer alan karışık tatlı tabağı gibi bir şey istedim. Tatlı tabağı deyince bizdeki baklavalı dondurmalı tepeleme tabak gelmesin aklınıza. 3 çeşit minik minik şey vardı, hepsi de pirinç ve susamdan. (İstediğim çay Chrysanthemums çayıydı - kasımpatı yani, çay ile tatlı tabağı 7000 + 7000 won = 14000 won tuttu.) Teyze elinde tepsiyle masama geldi. Hiç de hayal ettiğim gibi değildi. Swiss army yazan bir termos, yanında cam bir bardak, onun içinde bir cam aparat daha ve dibinde de çiçekler. Teyze başladı tarif etmeye. Bunu böyle yap, bunu şurdan koy, şu kadar bekle, ekle, şöyle yap. Hiçbir şey anlamadım. Gözlerim kocaman açılmış bakmaya devam ettim. Bir daha anlattı. Baktım yüzünde sinirlenme belirtileri var, haa evet evet tamam anladım süper diyerek gülümsedim. Teyze yanımdan şüphe içinde ayrıldı. Solumdaki kızlar kalktı bir süre sonra, diğer masaya başka bir turist kız geldi benim gibi, batıdan. O daha çok sırt çantalı gezgin gibiydi, o hangisiyden istediyse ona tam benim hayal ettiğim demlikli çaydan geldi. Hem de tarifsiz, kolay olan. Bir süre teyzenin ne demiş olabileceğini düşündüm önümdeki bardağa termosa bakıp. Sonra etrafı kolaçan edip, teyzenin görmediği bir anda termostan bardağıma sıcak su koyup içmeye başladım. Bir saat falan da orada oturdum. Ayaklarım üşümeye başlayınca kalktım.

Tteuran çay evindeki çayım ve tatlılarım - termosu da unutmayalım :D

Bağdaş kurduğum yerden

Bunları eve götüremiyoruz ne demek

Ben de çay evi işletsem olmaz mı

Tteuran çay evinin öbür girişi, allahım her yer sevimli her yer güzel

Ikseondong'tan çıkıp Samil-daero üzerinde yürümeye başladım. Hava iyice bulutlanıp, kararıyordu. Bir baktım Unhyeongung'un önündeyim. Burası da bir tür saray. Tam öyle Gyeongbokgung ve Changdeokgung kafasında olmasa da saray. Joseon'un 26.kralı Gojong'un, tahta çıkmadan önce beklerken yaşadığı saray. Bu türe Jamjeo deniyor. Açıktı ve öylesine bir park gibiydi. Öyle bilet almaca gibi bir durumu yoktu. İçeride birkaç insan, belki birkaç çalışan falan vardı. Böyle bir sonbahar öğleden sonrası, hava kararmış, üşümüşüm, şehrin her yeri kalabalık ama burası bomboş. Aynen böyle bir havası vardı. Daldım içeri. Diğer saraylara göre oldukça küçük sayılabilir burası. 4-5 tane binası ve bir ana bahçesi var gibi görünüyor. Bir bölümünde minik bir müzesi var, Kral Gojong ile Kraliçe Myeongseong'un evlilik töreni de burada yapıldığından bir de kraliyet düğününe dair canlandırmaların olduğu sergi bölümü de var.

Unhyeongung'un girişindeyim

Burası böyle bomboş olunca saray benim diyerek dolaştım

Bu kadarcık işte, diğerleri gibi düşünmeyin



Eve dönüş yolunca çilekler :)

Saat 6 buçuğa doğru artık eve doğru yürüyordum. Hava kararmış gibiydi. Eve varınca bahçede Shin amca ile karşılaşıp, bir süre muhabbet ettim. Odama girip ısınırım diye umutlanmıştım. Ama yer ısıtmasını bu mevsimde tabiki anca yatarken açıyorlardı. Tepede bir klima vardı, onu çalıştırmaya çalıştım ısıtır mı diye, beceremedim. Shin amca ile Lee teyze dışarı çıkmıştı, mesaj atıp, ısıtmayı açabilir miyiz ki dedim. Eve gelince açtılar benim için erkenden. Bu arada tuvalet ve banyo, sadece benim kullanmam içindi ama odamdan çıkıp, bahçeyi geçip öyle girmem gerekiyordu. Tuvalete gelip giderken, arada odamın önünde oturdum, bahçeyi seyrettim. Shin amca ile sohbet ettim. Fransız teyze dışarı çıkacaktı onunla sohbet ettim. Bir aydır burada kalıyormuş. Normalde doktormuş, Nice'te yaşıyormuş. 65 yaşındayım mı dedi, öyle bir şey. Seul'de bir adamla tanışmış, telefonundan resmini gösterdi bana. Onunla buluşacaktı ertesi akşam. Adam dediğim 70-80 yaşında, böyle bembeyaz uzun saçlı bir dede. Modellik yapıyor, defilelere falan çıkıyor. Teyze pek heyecanlıydı. O akşamı öyle muhabbetlerle ve odamın içini dışını keşfetmekle geçirdim. Mutluydum. Değişikti.

24 Temmuz 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm VIII - Yollarda şaşkın şaşkın, Seul Sanat Müzesi (SeMA) ve Kimchi-bokkeumbap (김치볶음밥)

 


Çarşamba günü oteldeki son günümdü. Perşembe günü kalacağım diğer yere, geleneksel bir Kore evi - hanok - tarzındaki diğer yere geçecektim. O yüzden çarşamba gününe çok dolu dolu bir şeyler planlamadım. Hatta hiçbir şey planlamadım. Aslında gitmeden önce çiziktirdiğim ilk planlarda çarşamba günü önce müze gezme günüydü. Çünkü her ayın son çarşambası Seul'deki müzelere giriş bedavaydı diye okumuştum müzelerin sayfalarında. O saflıkla ooo kalkarım erkenden şu müzeye giderim, oradan çıkar öbürüne, sonra öbürüne...derken bir gün içinde 4-5 müze gezerim diye planlar hayal ediyordum. Sonra gel zaman git zaman biraz daha mantıklı düşünebilir hale gelince, bir günde o kadar müze gezemeyeceğimi kendime hatırlatmıştım. Sonraki planlamalarda ise bu sefer dağa tırmanma günü olmuştu çarşamba. Çünkü Seul'de bu dağlarla tırmanmayla ilgili bir yer var, neydi adı şimdi unuttum, hiking organization mı bir şey işte. Orası her ay bir dağın bir rotası ile ilgili etkinlik yapıyor. Bu etkinlikler de her çarşambaları oluyor. Nisan ayında da Bukhansan'a tırmanış etkinliği vardı, onu görünce sayfalarında pek heveslenmiştim. Tırmanış dediysem öyle Jimmy Chin ayarında değil canım, turistler için böyle başlangıç seviyesinde, önce hepimiz tanışalım, sonra usul usul yürüyelim, bir noktada mola verip yemek yiyelim falan tarzında bir etkinlik. Bu dediğim yerde tırmanış giysileri, ayakkabıları ve ekipmanları falan kiralanabiliyor. Sanki haftanın beş günü iş yerinde bilgisayar başında kıpırdamadan oturan, sonra haftasonları da iki gün kanepede yatay halde günü geçiren ben değilmişim gibi acayip gaza gelmiştim. Çarşamba planı buydu. Gidene kadar. 

Kenti gezerken 5 gün boyunca anlamıştım ki tabiki bu tırmanış işini yapamayacaktım. En azından bu yorgunluk ve soğuk havada. Evet hava soğuktu, bana göre soğuktu. Soğuk havada moralim bozuluyor, yapacak bir şey yok. Biz kriptonlular sarı güneşle şarj olduğumuz için hava 30 derecenin altında düştüğü an ben huysuz şirine dönüyorum. O yüzden çarşamba günü buz gibi caddeye adım attığım anda aklıma sadece gidip bir kafede oturmak, sonra müze gezmek geldi.

Gitmek istediğim ve ilginç görünen bir dolu kafe işaretlemiştim doğru ama mesela ilginç dekorasyonlara sahip Starbuckslar da işaretlemiştim. Türkiye'de kapısının önünden geçmeye gerek olmayan bu kahvecinin uzakdoğu ülkelerindeki şubeleri inanılmaz cıngıllı oluyor çünkü. Gerçi pazar günkü Starbucks maceramı da yazdım ya, Seul Artwave Center'daki. Güzel değildi ama çarşamba günü gitmeye heveslendiğim dükkanı gayet ilginçti. Resimlerinde ve açıklamasında 1960lardan kalma bir fabrika/atölye binasının içinin kahveci olarak düzenlendiği görüp, okumuştum. Böyle opera koltukları gibi adım adım yükselen yerlerde oturuyorlardı. Kocamandı. Gideyim, saat zaten 11'e geliyor, kahvaltı hazırlanacak diye çok beklememiş olurum, tanıdığım bildiğim çaydan kahveden içer, güzel birşeyler yer, enerji toplar müze gezerim dedim.

Sandviç soğuk soğuk güzel değil de,
o pasta var ya o pasta,
aman yarabbi...

Ama yine salaklığım tutmuştu. Elim ayağım tek dostum olan Naver Map'i açmak yerine, aceleyle Google Map'i açtım, oradan bulmaya çalıştım o Starbucks'ı. Biliyordum Google'ın hiçbir şekilde burada kullanılmaması gerektiğini, 5 gündür geziyordum şehri. Ama olacağı var ya, o sabah üşüdüğüm için aceleyle otobüse attım kendimi, google'a baktım, iyi tamam dedim. Otobüs yola devam edip, 5 gündür gezdiğim gördüğüm şehirden çok daha farklı kısımlara doğru ilerledikçe işkillenmeye başladım. Resimlerini gördüğüm türden bir Starbucks'ın böyle görünen bir çevrede olması imkansızdı. Şöyle diyeyim, Ankara'da Panora'nın olduğu yerden Tunalı'ya doğru iniyorsunuz, sonra devam edip Kızılay'ı görüyorsunuz. Kızılay'dan Ulus'a geçince bir hımm diyorsunuz ama asıl sonra sanayinin siteler denen yerin oraya doğru devam edip, bir de Mamak'a doğru yol alınca şoka giriyorsunuz ya, hah işte aynen öyleydi. Binalar çirkinleşti, renkleri soldu, sokakların o temiz görüntüsü gitti ve dışarıda yürüyenler son moda giyinmiş gençler ve turistler yerine herhangi bir gettoda yaşayan orta yaş ve üstü, sinirli suratlı insanlara dönüştü. Otobüsten inip inmemek konusunda kararsız kaldım, inmesem daha da şehrin dışına doğru gidiyor gibiydi. Sonunda google'ın kahvecinin olduğunu söylediği yerde indim ve baktım. Tamamen başka bir bina vardı ama yine de o sabah salaklığım üstümdeydi, inat ettim yaklaşıp etrafına öbür yanlarına bakacaktım. Karşıdan karşıya geçerken kaldırımda 5 gündür ilk defa dilenci gördüm, bir bacağı kopmuş, üstünde yırtık giysilerle. Karşıya geçince kendimi birden bir pazar yerinde buldum, ne olduğunu anlamadan içeri girmiştim. Bir önceki gün Gwangjang Market'e kokuyor demiştim ya, hiçbir şey görmemişim. Burası inanılmaz derecede kötü kokuyordu. Etrafımda her yerde ömrümde ilk defa gördüğüm, hatta herhalde bilim kitaplarında ancak görebileceğim deniz canlıları, böcekler, haşereler, kökler tezgahlardaydı. Herkes ama herkes 70 yaşın üstündeydi ve bir tek turist-yabancı bile yoktu. Nineler dedeler bana bakıyordu, ben herkese kusacak gibi bakıyordum. Allahım neredeyim dedim ya. Sadece koku ya da yaşlılar değildi sorun, ortam hakikaten ilginç bir şekilde güvensiz geldi bana. Seul'de. İlk defa. Sonunda kendimi pazar yerinden dışarı atmayı başarıp, Naver Map'i açtım. Jegidong Traditional Medicine Market diye bir yere gelmişim meğerse.

Çok düşünmeden haritamdan başka bir kafe bakıp, oraya gideyim diye otobüse atladım. O otobüsün içinde bir süre gittikten sonra aa acaba şuraya mı gitsem diye indim, başka bir otobüse bindim. O otobüsteyken de yok yok şuraya gideyim diye inip, başka bir otobüse bindim. O sabah öyle bir salaklık vardı üstümde, hala çözemiyorum. Sonunda ilk geldiğim cuma akşamı bilinçsizce yürüdüğüm caddelerin oraya benzer bir yerlere geldim. Jongno-ro taraflarına gelmişim. Otobüsten inip, surat asarak yürümeye başladım. Belki yine Ikseondong'un minik sokaklarında sevimli bir kafeye girerim diye. Ama o kadar bile enerjim kalmamıştı. Dün gece pazarda yediğim tteokbokkilerden beridir hiçbir şey yememiş, sabah beri de eblek eblek dolaşmıştım. Sonunda caddenin ilerisinde bir Starbucks yazısı gördüm, kendimi içeri attım. Öyle her yerde olan minik Starbuckslardan biriydi. Kasadaki çocukla tam anlaşamadım, yine de bir yumurtalı sandviç, bir kek/pasta bir de kahve isteyebildim ve üst kata çıktım.

Tapgol Park

Öğleden sonra olmuş ancak karnımı doyurmayı başarmıştım ama dışarıda dolaşabilecek hava yoktu bana göre. Aslında derecesine bakınca hava tam da herkesin dışarıda takılmak isteyeceği hava gibi görünüyordu. Ama ben çok pis üşüyordum işte günlerdir. Hasta da değildim, karnımı da bir şekilde doyuruyordum. Anlamadım. Neyse, Jongno3-ro'daki Starbucks'tan çıkıp haritamda önüme ilk çıkan müzelere girmeye karar verdim. Bir kimchi müzesi vardı mesela, haritaya göre yürüdüm, aradım taradım bulamadım. Sonra başka bir minik müze işaretlemiştim, onu da bulamadım. O arada Tapgol Park'ın önünde bulmuştum kendimi, dışarıdan çok güzel ve ilgi çekici görünüyordu benim için - girişinde parkın tarihine ilişkin kocaman bir plaka vardı çünkü. Park, Seul'de modern tarzda yapılan ilk park olma özelliğini taşıyor. Aslında yerinde Wongaksa adını taşıyan bir tapınak varmış, tapınak Joseon dönemi kralı Sejo'nun hükümranlığının 13.yılında yapılmış. Ancak park zaman içinde yok edildikten sonra, 1897'de Kral Gojong'un danışmanı olan İngiliz John Mcleavy Brown demiş park yapalım. Parkın yapıldığındaki ilk ismi Pagoda Parkı'ymış. Wongaksa'nın 10 katlı pagodasını içerdiği için bu ismi almış olmalı. 1992'de ismi şimdikine dönüşmüş. Tarih içinde ev sahipliği yaptığı ve  sahne olduğu pek çok şeyden izler taşıyor. Kore tarihinde önemli yeri olan 1 Mart Bağımsızlık Hareketi'nin de başlangıç noktası bu park.

İşte o neresi olduğunu bilemediğim sokaktaki dükkanlar

Boya falan dediğim dükkanlardan

Büyük bir hevesle ve mutlulukla parkın içine daldım ama sadece bir 10 dakika bakınabildim etrafa. Dedim ya üşüyordum o günlerde, kendimi bir an önce müzeye, içeriye bir yere atmaya çalışıyordum. Sonraki günlerde daha güzel bir havada geleceğim buraya diye kendimi avutup, parktan çıktım, gitmeye karar verdiğim SeMA'ya doğru ilerledim. Bu arada neresiydi, ne sokağıydı bilemedim ama turistlerin dolu olduğu, iki yana dükkanların sıralandığı bir sokağa girmiş bulundum. Hala emin değilim nerede olduğundan. Orada gördüğüm dükkanlarda çok güzel şeyler vardı. Binbir çeşit boya kalemi ve kağıdının olduğu bir dükkan gördüm mesela, çok güzel el işlemesi minik çantaların ve sevimli turistik eşyaların olduğu dükkanlar gördüm. Ama o acelemde neredeyim diye bakmayı akıl edemediğimden bir daha o sokağa gidemedim.

Binanın dışı güzel, içi normal dekorasyon

SeMA dediğim yer Seoul Museum of Art - Seul Sanat Müzesi. Bir ara sokaktan girişini zor bulup, kendimi bahçesine atabildim. Ana binasını güzelliğinden tanıyıp yaklaştığımda binanın ön tarafında insanların kıvrım kıvrım sıraya girmiş, bekliyor olduklarını gördüm. Önlerinde bilet gişeleri vardı ama onlar bilet gişelerine de yanaşmadan öylece orta kısımda bekliyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalışır halde insanlara baktım, onlar da bana baktı. Gözlerimle ne iş dedim, onlar da hiiç dediler. Hala bir fikrim yok neden öyleydi.


Bilet gişelerine doğru yaklaşırken bir görevli buldum o arada. Dedim bu insanlar neden bekliyor, bir şeyler dedi ama anlamadım. Ben de sıraya gireyim mi dedim, yok sizin girmenize gerek yok dedi. Sanırım sabit sergiye giriş için sıraya girmek gerekiyordu ve o sergi ücretsizdi, ben öyle anladım. Geçici sergi kısmında Edward Hopper sergisi vardı, ona girmek istiyorsam direkt bilet gişesinden bilet alıp, sergiye girebilirdim. Görevli kızın İngilizcesi'ni anlamaya o kadar odaklanmıştım ki her şeye olur evet evet öyle diye kafa salladım, gişeye gittim, bilet aldım, bir anda kendimi ana müze binasının kapısında buldum. Görevliye biletimi gösterdim, bileğime sergiye girdiğime dair kağıttan bir bileklik taktı, hani festivallere girerken falan takılıyordu ondan. Bileğimdeki kağıda bakar halde içeri adım attım ve o anda ilk defa düşündüm, ben Edward Hopper sevmem ki diye. Doğru dürüst bildiğim eseri tabiki Nighthawks'tı ve o resim beni çok rahatsız eder. Neyse geldik, gezelim dedim. Yapacak bir şey yok.

Hemen karşımda görevli bir çocuk gördüm. Çocuk diyorum, cidden çünkü bu müzede etrafta dolaşıp, işleri yapan görevliler hep sanki böyle üniversite çağında, part-time ya da gönüllü olarak buraya gelmiş gibi duran gençlerdi. Çocuğa dedim o eblekliğimle, nereden nereyi nasıl gezeceğim. Çocuk da şaşırdı eblekliğime gerçi de, sevindi de, kimse onlara bir şey sormuyor gibiydi çünkü. Bu arada aşırı kalabalıktı sergi ama oraya geleceğim. Bu broşür/kitapçıktan verdi, şu katta böyle bu katta böyle şuradan başlayabilirsiniz falan diye tarif etti güzelce. Tarife göre girişin üstündeki kattan başlamam gerekiyordu. Merdivenlerden çıktım, kalabalığa şaşırarak. Bir de bu kalabalığın neredeyse tamamı yerliydi, benim gibi çok az turist vardı, hatta yoktu. Sergi kronolojik olarak gittiği için haliyle Hopper'ın ilk yıllarından başlıyordu. Benim bildiğim resimlerinden çok farklı çizimlerle, hayatının hikayesiyle karşılaştım bu katta. Sanırım sanat konusundaki önyargım ve cahilliğim yine önüme çıkmıştı. Aynı şeyi Barcelona'daki Picasso müzesinde yaşamıştım. Picasso'nun bildiğimi halinde resimlerini hiç sevmem. Hiiiç benlik değil. Ama o müzede o kadar farklı bir Picasso ile karşılaşmıştım ki ağzım açık, çok beğendiğim resimlerle bayram etmişti gözlerim. Hopper'da da böyle oldu, bildiğimden farklı bir sanatçıyla karşılaştım.


Dedim ya aşırı kalabalıktı diye. Resimlerin önüne zor yanaştım, genelde kalabalığın arasına dalıp, ay durun azcık şuradan bakayım diyerek bakabildim. Her yaştan Koreli vardı, çok yaşlı nineler, genç ve podyumda gezer gibi giyinmiş gelmiş insanlar, çocuklarıyla çiftler...Herkes bir aktivite olarak sanat müzesi mi geziyor nedir diye düşünmedim değil. İlk başlarda hevesle fotoğraflar çektim, çok beğendiğim çizimler vardı çünkü. Sonra bir ara görevli bir çocuk arkamdan yanaşıp, Korece bir şeyler dedi. Kafamı çevirip, saf saf baktığımı görünce aaa dedi İngilizce tekrarladı söylediklerini. O katta fotoğraf çekmek yasakmış maalesef. Alt katta çekebilirmişim ama. Beynimde bir ışık yandı, haa dedim aşağıda girişteki çocuk da bunları söylemiş olmalıydı, onu da anlamamışım.

Mesela işte, bilir miydim ki ben Edward Hopper böyle resimler yapmış olsun.

İkinci kattan sonra üçüncü katı da gezip, girişin altına indim. Girişin altındaki katta ayrıca müzenin hediyelik eşya dükkanı vardı. Haa bu arada üçüncü katta bir oda gibi bir yer yapıp, içini bir tablodaki gibi dekore etmişler. Tablonun bir parçası olarak fotoğraf çekilebiliyorsunuz. Çok güzeldi, çok iyi düşünülmüştü. Ben odaya bakarken üç arkadaş birbirlerini çekiyordu. Bekledim, onlar gidince yerimi aldım ama o anda kafama dank etti, beni kim çekecekti? Herkes sergiye birileriyle gelmişti. Tam tripodumu koysam da kumandası ile mi çeksem diye aklımdan saniyelik düşünceler geçerken o odada da o genç görevlilerden birinin olduğunu görünce hiç düşünmeden beni de siz çeker misiniz deyip, telefonumu kızın eline tutuşturdum. Böyle şeyleri, detayları anlatıyorum ya garip geliyor olabilir normal insanlar için. Siz de okurken allah allah ne var bunda şimdi niye birine çektirdiğini söylüyor diyebilirsiniz. Ama bunun gibi şeyler benim için o kadar zordu ki yaşadığım 35 yıl boyunca, normal bir insan gibi olabilmeyi bebek adımlarıyla öğreniyorum. Alt katta da başka bir oda gibi yerde duvara yansıtılan görüntüler eşliğinde, Hopper'ın bir röportajından ses kaydını oturup dinleyebildik. Önceki günkü müze için de demiştim ya, işte müze dediğimiz böyle olmalı diye. Hah işte Seul'de gördüğüm müzelerde - ki çok azdı tonlarca müze olmasına rağmen vakit bulamadım - bu şekilde ilgimi çeken bir dolu şey vardı. Yani sadece duvarlara resimler asılmış, biz de bakıyoruz geçiyoruz değil. Bir dolu değişik etkileşim kurabileceğiniz, inceleyebileceğiniz, sergiyle ilgili deneyimler edinebileceğiniz şeyler yapmış olmaları çok güzel. Ulusal Müze'de de bu şekilde birçok şey vardı, mesela bir yerde sanal olarak bir mezarın içine girdiğimiz ve tüm galaksinin önümüze serildiği bir kısımda ağlıyordum neredeyse.

SeMA'dan da bu duygular içinde ayrıldım. Çok büyük tereddütle girip, çok keyif almış olarak çıktım. Normalde bakın öyle bir kalabalıkta sinirlenirdim, insanların arasında küfrederek ilerleyen bir sinir tomarına dönüşürdüm. Ama o gün o müzeyi gezerken, kalabalıkla sadece mutluydum.

Tüm sergiyi bitirince çıkmaktan başka çarem kalmamıştı. Açık havaya hiç çıkmak istemiyordum ama mecburdum. Yine de iyi ki çıkmışım, müzeden çıkınca kendimi birden tıpkı dizilerde izlediğim gibi bir yolda buldum. Müzenin bahçesinden çıkıp sağa dönünce Deoksugung'un dış duvarlarının arasından uzanan ağaçlıklı bir yola çıkıyorsunuz. O anda tabi sarayın yanında olduğumu bilmiyordum, allahııım tıpkı o sahnede gibiyim diye hoplaya zıplaya yürümeye başlamıştım. O sahne dediğim yani dizilerde kahramanlarımız böyle bir duvarın yanından yürürler, konuşurlar, bazen biri önde diğer arkada onu takip eder. Ben de oradaydım işte, tepemdeki bulutların arasından güneş ışığı süzülüyor, saçlarım rüzgarda usul usul savruluyordu ve kulaklarımda bir soundtrack dönüp duruyordu.

Yemek yediğim yer

O yoldan kendi kendime klip çekermiş gibi yürüdükten sonra yolun sonunda tam ana caddeye çıkan kısımda bir dükkanın önünde uzunca bir sıraya denk geldim. Wafflecı gibi görünüyordu, bir süre sıraya baktım. Bekleyen herkes Koreli'ydi, hımm o zaman aşırı iyi bir şey herhalde ben de mi alsam dedim. O anda wafflecının hemen yanında geleneksel bir restaurant olduğunu gördüm, minicik bir dükkan. Dışarıdan şöyle bir yemeklerin resimlerine bakıp, amaaan hadi be kaplansın sen yaparsın dedim kendi kendime, içeri daldım.

Burası sanırım birkaç yerde daha şubesi olan Halmeoni Kalguksu diye bir yermiş. İçeri girdiğimde bilmiyordum, sonradan araştırınca gördüm. Benim içeri girdiğimde gördüğüm, tam da o Kore'ye geldim dizilerdeki gibi yemek yemek istiyorum manzaralarından biriydi. Tezgahın arkasındaki teyzelere siparişleri imuuu diye seslenerek ileten 30lu yaşlarındaki kadın karşıladı beni. Masalarda su sürahisi ve metal bardaklar hazırdaydı yine. Çubuklar masanın çekmecesindeydi. Söylediğim yemeğin önünden banchan olarak kimchiler ve balık çorbası geldi. Bu seferki çorba tastaydı ve içinde en incesinden noodlelar yüzüyordu. Dakgalbi istemiştim büyük bir cesaretle ama içerdeki imular yok dedi. Kimchi bokkeumbap aldım onun yerine. Kocaman bir tasta dolu dolu yemeğimi yine kendimi bir hikayenin içinde düşünüp, oynayarak yedim.

Kimchi bokkeumbap'ım

Yemeğimi yiyip çıkınca bile waffle sırası azalmamıştı. Vazgeçtim. Otele dönerim, yavaştan bavulu toplarım dedim. Yol üstünde bir Daiso'ya rastladım ve 5 günden sonra ilk defa bir Daiso'ya girmiş oldum. Burası da böyle ıvır zıvır her şeyin olduğu dükkan zinciri. Her şeye şöyle bir göz gezdireyim derken hiç bir şey almak aklımda yoktu. Ama o da ne, yemek videolarında gördüğüm o gyeran mari yaptıkları tavalardan! Bildiğiniz omlet tavasının dikdörtgen olanı işte ya, bakmayın siz heyecanıma. Elimde dikdörtgen bir tava ile Daiso'dan çıkıp, mutlu mesut otele yürüdüm. (Tavayı görüntülü konuşurken gören annem çok beğenince, ona da bir tane aldım sonra. Bavulumda iki dikdörtgen tava ile uçağa bindim, ne gülmüştür x-ray'den bakan görevliler.)

Otele gidip, odamdaki son akşamımın keyfini çıkardım. Aşağıdaki kafeden kocaman bir siyah çay aldım, convenience store'dan abur cuburlar aldım. Camın kenarındaki masama oturup, şehrin manzarası eşliğinde çay içip, onları yedim.

22 Temmuz 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm VII - Pankekli kahvaltı, Kore Ulusal Müzesi ve Gwangjang Market


 Önceki gün Buttermilk'e girememiş olmanın verdiği inatla, Salı günü erkenden kalkıp yola düştüm. Saat 9'da çoktan otobüsteydim. 10'da açılıyor, ilk ben girerim diye kendimle gurur duyar halde yol alıyordum. Yalnız o gün hava iyiden iyiye bozmuştu, bir yandan soğuk, bir yandan usul usul yağmur çişeliyordu.

Buttermilk'in içinde



Buttermilk'in önüne yaklaştığımda saat 9 buçuk olmamıştı. Bir de ne göreyim? Çoktan insanlar sıraya girmiş, artık neredeyse sulu kara dönmekte olan yağmurun altında, o minicik mekanın önünde oturuyor. 3 kişilik minik bankta 3 kadın oturuyordu. Hemen dibindeki tabureye kendimi attım ben de. Çünkü hemen peşimden iki üç kişi daha sıraya girdi, tabureyi kapmam gerekiyordu. Şaka gibiydi, minik bir pankekçinin önünde, açılmasına yarım saat varken sıraya girmiştik.

Tam yarım saat titreyerek oturdum orada. Kendime bir yandan kızıyordum, ne işim var bir dolu kafenin restaurantın olduğu bu devasa şehirde böyle bir sırada diye. Bir yandan da inadım tutmuştu. Yiyeceğim işte burada bana ne diye. Hava karardı bulutlarla, soğudu, sıradaki insanlar arttı. Ben dördüncülükteki yerimi korudum. Tam 10'da içeriden bir teyze çıktı, tek tek içeri almaya başladı bizi. Yine tam da o sırada sıranın sonlarından bir kız geldi yanıma, benim boylarımda, ince, çekik gözlü, gözlüklü, teyzeden hemen önce, teyzeyi görünce. Sen de tek misin dedi, birlikte oturabilir miyiz dedi. İlk başta anlam veremedim, yazık tek başına yemek mi istemiyor diye saniyelik bir düşündüm. Öyle ya, bende bu sosyal girişkenliğin zerresi olmadı hayatım boyunca. Sonraki saniyede düştü jetonum, kız sıranın çok gerisindeydi, içeri ilk olarak 6 kişi alınacaktı ve o 6 kişiden çıkan olmadıkça dışarıdakiler beklemeye devam edecekti. Olur tabi dedim, benim gibi birinden aksini düşünemeyiz zaten. Sıra bize gelince teyze birlikte misiniz dedi, evet dedik, bizi de içeri aldı.

Buttermilk'teki ricotta pankeklerim

Hemen girince camın kenarına yakın olan iki kişilik masaya oturduk. Benim gibi doktor tarafından onaylı sosyal fobisi ve anksiyetesi olan biri için oldukça zorlayıcı bir durumdu aslında. İlk defa gittiğim bir şehirde, dünyanın öbür ucunda, kendi başıma, hiç tanımadığım bir insanla, ilk defa gittiğim bir ortamda bir şeyler yiyorum. Ciddi ciddi titriyordum. Panik içindeydim. Teyze menüyü getirdi, ikimiz de baktık. Sanki kırk yıldır arkadaşmışız, oraya da birlikte gelmişiz gibi sen hangisinden alacaksın ben de şundan alırım falan gibi muhabbet et kız benimle. Benim ne alacağımız ne yapacak acaba diye kocaman açılmış gözlerimle bir elimdeki menüye bir kıza bakıyordum. En son yurtdışına 4 yıl önce çıktığımdan, uzaylı gibi hissediyordum, bu "yurtdışılılar" da herhalde böyle mi oluyordu neydi diye düşünüyordum. Ben ricottalı olan menüden aldım, o sadesinden aldı. Pankeklerimiz gelene kadar da pankekleri yerken de üç beş muhabbet ettik. Önce kendimi dediğim gibi panik ve endişe içinde hissediyordum, konuşmalıyım galiba, bir şeyler söylemeliyim falan filan gibi. Ama sonra durdum, mantıklıca bir düşün dedim kendime. Hiçbir şeyin zorunda değilsin. Sonuçta o geldi seninle oturmak istedi, bunu da bir an önce yiyebilmek için istedi. Seninle muhabbet etmek için veya senin kara kaşına kara gözüne değil. Burada sessizce oturup, etrafına baksan da sorun yok. O karşında oturmuyor olsaydı da yapacağın şeyleri yapıp, oturacağın şekilde oturabilirsin. Dedim kendi kendime, elimden geldiğince içimdeki "people pleaser"ı ikna etmeye çalışarak. Etrafa baktım, mekanı çektim, inceledim gözlerimle. Arada kız birşeyler sorduğunda konuştum, benim de aklıma bir şeyler gelince ben de sordum, konuştum. Pankeklerimizi mesela bir süre ikimiz de keyif aldığımız için, lezzetlerine gömüldüğümüz için sessizce yedik. Adını hatırlayamıyorum şu an mesela kızın, Hong Kongluymuş. Çalıştığı şirket böyle arada iş için Seul'e yolluyormuş. Birkaç günlüğüne işleri halledip gidiyormuş. Geldiğinde de mutlaka Buttermilk'te pankek yiyormuş senelerdir. Bir kafe daha önerdi mesela, gezilecek bir mahalleden bahsetti. En son kalktığımızda, dışarı çıkınca vedalaşırken cesaretim geldi, bir fotoğraf çekinelim mi dedim. Olur dedi, instadan da ekleştik. Sonra ayrıldık, ben sola gittim, o sağa gitti. Ama sonra nasıl olduysa bindiğim otobüsteymiş, otobüsten inerken gördüm. Bu arada pankek tabağında iki parça pankek, bir miktar salata, bir kaşık patates püresi, bir miktar çırpılmış yumurta ve bir dilim mi ne bacon vardı. Her biri hakikaten lezzetliydi (bacon'ı sen yer misin ben yemeyeceğim diyerek kıza verdim gerçi şimdi onu bilemeyeceğim). Bu tabağa ve bir kocaman kupa siyah çaya 13800 won ödedim. Ama azdı yahu. Yemek miktar olarak. Az geldi yani. O tabaktan en az üç tane yerdim ben kahvaltı diye. Bu ülkede doğup, büyüyünce insana dünyada başka hiçbir yerin kahvaltısı kahvaltı gibi gelmiyor. Yani öğlende akşam yemeklerinde ne yerlerse yesinler, ne kadar dolu olsa da tabakları, ne kadar fazla olsa da çeşitleri, o kahvaltıyı çoğu ülke yok sayıyor geri kalanı da böyle uyduruk geçiştiriyor ya, üzüyor insanı.


Buttermilk'ten 11'i geçerken kalkıp, dosdoğru National Museum of Korea'ya gittim (Kore Ulusal Müzesi yani). Hava öyleyken dışarıda olmayı gözüm yememişti. Saat 12'ye geldiğinde müzenin metro durağındaydım. Bu şehirdeki her şey mi böyle güzel, düzgün? Metrodan direkt müzenin bahçesine çıkıyorsunuz. Uzunca bir koridor, koridor boyu dekorasyon. Yerde halı. Çünkü dışarıda yağmur var. Müzenin bahçesine bir çıktım, gepgeniş bir alan, muhteşem renklerde çiçekler, ağaçlar, her yerde okuldan gelmiş öğrenciler, lise çağında, ilkokul çağında. Yağmurdan ıslanıyordum ama her şeyi çekmek istedim. Müzeye girmeden daha, her şeyi çok sevmiştim.

İlerleyip, merdivenlerden çıkınca müthiş bir manzara karşıladı beni. Müzenin iki binasının ortasından, böyle çerçeve içine alınmış gibi Namsan görünüyordu. Öylece büyülenmiş halde bakakaldım. Sonra sonra toparlanıp, sağdaki binaya girdim. Ama her yer çok geniş ve çok büyüktü, yürü yürü bitmiyordu. Binaya girdiğimde minik çocukların oradan oraya koşturduğu girişle karşılaştım. Sol taraftan ilerleyince eşyalarınızı bırakabileceğiniz kilitli dolaplar var, oraya yükümün bir miktarını bıraktım. Bedavaydı. Bunu neden özellikle belirtmem gerekiyormuş gibi hissediyorum, bu neden önemli değil mi? Türkiye gibi bir ülkeden sonra önemli çünkü. İnsanların her an her yerde bir şeyler çalmaya çalıştığı, paranın din olduğu bir ülkede hayatta kalmaya uğraşınca bir şeylerin bedava olması alerji yaratıyor bünyemde. Dolaplarda bozuk para atacak bir yer aradım mesela. Olamazdı ya, bedava olamazdı. Dolapların arasında su sebili de vardı sonra, o da bedavaydı. Olamazdı. Orada o su bedavaydı ve kimse gelip damacana dayamıyordu ya, mümkün olamazdı. Ya da bozulmuş olmalıydı o sebil, kesin bedava diye bozmuşlardı. Mümkünatı yoktu çünkü. Çekine çekine yanaştım sebile, biten su şişemi elime aldım. Çok algılamaz halde bakmış olmalıydım ki yanımdan geçen bir teyze tarif etmeye çalıştı. Daha da ilginci, müzenin gezilecek kısmına gittiğimde sağ tarafta camekanlı kısımda görevliler oturuyordu, bilet almak üzere yanaştığımda bedava dediler, bileti verdiler. Tekrar ettim, bedava mı dedim, evet dedi kadın. Elimde para vermediğim bilet, x-ray cihazına yöneldim. Cihazın yanında da görevli bekliyordu, hah dedim bu kesin bilet soracak, ona da para vermedim, bir b.kluk var bu işte. Ben şaşkınlıkla tereddütle adımlar atıp, adama bakarken o da aynı şaşkınlıkla bana baktı.


Müzeyi aşırı beğendim bu arada. Çok ama çok. Hacettepe'de yarım bıraktığım o ilk yüksek lisans denememde müzecilik diye bir ders almıştım, hocasından çok tırsıyordum ama o derste aslında baya keyifli şeyler vardı. Müze falan tasarlamıştım sıfırdan, ödev olarak, tüm çizimleri falan yapmıştım. O dersten ne anladıysam, o derste aslında ne anlatılmaya çalışıldıysa, bu müze oydu. Şimdiye kadar gezdiğim şehirlerin hepsinde en azından ikişer müzeye gitmiştimdir. Hemen hemen her çeşit konuda müzeye gittim büyük ihtimalle. Met'i, Louvre'u bile gördüm diyebiliyorum gururla ama burası...Olması gereken bu dedim gezerken. Anlatım, düzen, işleyiş her şey çok iyiydi. Tamam Louvre'da dünyanın en muhteşem şeyleri var, tam olarak gezmek belki aylar alıyor ve binanın kendisi bile olağanüstü mesela ama tam bir çorba. Her şey Fransızca, eserlerin ne olduğunu anlamak mümkün değil. Kronolojiyi anlamak dert, kim nerede bulmak zor, bir noktadan sonra vazgeçtim oynamak istemiyorum diye bir yerde çöküp ağlamak istiyorsunuz ya da ilk bulduğunuz camdan kendinizi bahçeye atmak çünkü ikeadan daha kötü bir yerleşim var boğulacak gibi oluyorsunuz. Oysa Kore Ulusal Müzesi'nde her şey açık seçik, anlaşılır, gezmesi de anlaması da keyifli. Kore yarımadasının tarihöncesinden başlıyor, adım adım her bir döneme ilerliyorsunuz. Her dönem anlaşılır bir İngilizce ile yazılmış, her bölümün sonunda önemli eserlerin replikası var mesela elinizle dokunup, tecrübe edebiliyorsunuz. Sadece Kore yarımadasından eserlerle de kalmıyor tabiki, Japonya'dan Çin'den ve hatta Mezopotamya'dan bölümler var. Benim gezdiğim bu asıl kalıcı sergi diye geçiyor, o yüzden bedava. Sanıyorum diğer kısımda yer alan geçici sergilere girişlerde belirli ücretler var.

Saat iki buçuğa kadar, hevesle, büyük bir ilgiyle dolaştım. Bir ara sergi odalarının ara kısmında bir dinlenme yeri gibi bir yer yapmışlardı orada oturdum. Böyle alanın bir tarafı sırf cam, bahçeye bakıyor. Ortada büyük bir ahşap masa, hani ortaçağ kalelerindeki yemeklerde olur ya onlar gibi. Kenarda banklar gibi taş yerler vardı, ben oraya iliştim. Büyük masada oturan üç beş turiste ve gelip geçenlere baktım bir süre. O arada başka bir turist kadın, kenarda duran robota bir şeyler sormaya çalışıyordu. Hani haberlerde de gösteriyorlar ya, Kore'de o yardımcı robotlardan cidden görmüş oldum müzede. Tuvaleti soruyormuş kadın, robot sesli bir şekilde, sesi tüm müzeyi doldurarak tuvalet bu tarafta peşimden gelin dedi. Kadın bir an utandı, hepimiz ona baktık, o da bize baktı, hep beraber güldük. Kadın da gülerek robotun peşinden koşturdu.

İşte Sikhye'm

Çay evi manzaram

Kendi kendime ülkenin tarihini öğrenmeye çalışırken kitaplarda gördüğüm, makalelerde önüme çıkan eserlerin pek çoğuna rastlayarak yürümeye ve öğrenmeye devam ettim sonra. Ama yorulmuştum haliyle, içeride oturacak soluklanacak kafe benzeri bir yer var mı diye bakınmaya başladım. Bu arada ilk giriş katını bitirmiştim. Bu katın sonunda restaurant vardı. Gayet de güzel gözüküyordu, girişte menüyü de koymuşlardı, içinde pek çok geleneksel Kore yemeği var gibi görünüyordu. Bir an girmeye yeltendim, düzgünce oturup yemek yerim sonra üst katları gezmeye devam ederim dedim. Ama durdum sonra, hani ben buraya gelmeden önce ne düşünmüştüm. Dizilerde izlediğim o geleneksel ara sokaklardaki ahjummaların önüme bir dolu banchan koyacağı yerlerde yiyecektim hani öğünlerimi? Geleli 5 gün olmasına rağmen henüz böyle bir şey yapamamıştım ama umutluydum o noktada yine de. Girmedim müzenin restaurantına. Kafe arayarak üst katlara çıktım. İkinci katta cidden bir kahveci vardı ama hani tiyatrodaki gibi falan böyle çok da bir şey yok havası verip, kalabalık olan bir yerdi. Bir üst kata daha çıkınca aradığımı bilmediğim o yeri buldum. Geleneksel Kore içeceklerinin servis edildiği bir çay evi vardı. Orası da kalabalık görünüyordu ama aşağıdaki kafe gibi hıncahınç bir havası yoktu, daha huzurluydu. Oturacak yer yoktu ilk bakışta, en kötü ihtimal alırım bir çay koridorda otururum dedim. Girişinde kiosk gibi bir cihaz vardı, siparişimi oradan verip, ödemeyi de cihaza yapmam gerekiyordu. Bunu anladığımda hayır dedim içimden, hayır hayır hayır. Kredi kartım yine çalışmayacak diye. Neyseki korktuğum başıma gelmedi, içeceklerin arasından daha önce sadece adını duyduğum sikhye'yi seçtim ve içeri adımımı attım. O anda da şans yüzüme güldü, tam cam kenarındaki masa boşaldı. Özel dizayn edilmiş minik bir teras bahçesine ve onun ilerisindeki dağlara bakan manzaramla huzur içinde oturdum orada. Sikhyemi aldıktan sonra tabi. İçeceğimi alana kadar panik içindeydim. Çünkü kiosktan sipariş verince bir sıra numarası veriyor cihaz. İçecekleri hazırlayan görevliler de numaraları Korece sesleniyordu. Korece sayıları tanıyorum tamam, söylenişlerini de az buçuk biliyorum üç basamaklıların o da tamam. Ama aksanlarını ve hızlıca söylemelerini anlamayabilirdim. Diken üstünde bir beş on dakika oturduktan sonra yine şanslıydım, kendi sayımı tanıdım, hazırlayanlarla da göz göze geldik zaten. Sonraki yaklaşık yarım saat dediğim gibi huzurla, mutlulukla oturdum çay evinde sikhyemi içerek.

Sikhye (식혜) dediğim içecek aslında temelde pirinçten şerbetle frozen arası bir şey. Hafif kırık beyaz bir suyun içinde buzlaşmış pirinç topakları yüzüyor. Benim müzenin çay evinde içtiğim çok aşırı tatlı değildi, şekeri böyle normal seviyede, tadı da hoştu. Üzerinde süs olarak çam fıstıkları ve çiçek yaprakları gibi bir şeyler vardı. Sikhye normalde fermente olmuş arpa suyu ve pirinçten oluşuyor. Ülkenin değişik bölgelerinde değişik versiyonları olsa da temel malzemeler bunlar. Koreliler'e göre pek çok faydası var ve ama genelde sindirime ve midenizi kötü hissettiğinizde iyi geldiği söyleniyor. Ben de son birkaç yıldır midemle uğraştığımdan özellikle dikkatimi çekmişti rastladığımda internette. O yüzden o gün oradaki onca değişik ve ilginç çay arasında onu denemek istedim. (Burada içtiğim bu sikhyenin fiyatı 5000 won idi.)

Japonya bölümünden

Sikhyemi bitirmek üzereyken bir kadın yanaştı masama ve sizin için sakıncası yoksa kalkacağınız zaman biz oturabilir miyiz dedi çok kibar ve utangaç bir şekilde. Aa tabiki dedim, zaten bitirdim kalkacaktım dedim. Çok da oyalanmadan müzeyi bitireyim diye düşünüyordum. Ama yazık kadın onun yüzünden kalkmaya başladığımı düşündü, özürler dilemeye başladı, yok yok dedim ikna etmeye çalıştım ben kalkıyordum buyrun gelin diye.

Eski dostum Gudea bile oradaydı

Çay evinden kalkıp, ikinci kata indim. Oradaki sergiler diğer ülkeleri kapsıyordu. Özellikle Japonya eserlerinden oluşan sergiye bayıldım. Bu kısımda çünkü, çok keyifli sergileme yöntemleri kullanmışlardı. Oturup tüm günümü geçirebileceğim bir geleneksel Japon evi odası tarzında bir kısım vardı mesela, usul usul yağan yağmur sesi ve görüntüsü yapmışlar ekrana, dışarısı böyle yemyeşil orman manzarası...Sanal tabi bu kısım da, güzel sonuçta.

patatesle ilk bakışma

yağmurlu ve soğuk, yürüyorum

işte o tatlı patates

İkinci katı bir şekilde bitirebildiğimde ayaklarım biz yokuz demeye başlamıştı. Yine de üçüncü kata şöyle bir bakındım. İçeriye adım atışımdan yaklaşık 4-5 saat sonrasında nihayet müzeden çıkmaya ikna edebildim kendimi. Aslında tüm bahçesini, havuzu falan görmek ve bahçenin diğer tarafındaki Hangeul Müzesi'ni de gezmek istiyordum ama o günlük enerjim tükenmişti. Metroya binip, Dongdaemun tarafına gittim. Dongdaemun durağında inip, dümdüz büyük cadde boyunca Gwangjang Market'e doğru yürümeye başladım. O sırada kaldırımda bizdeki gazete büfeleri gibi olan büfelerden bir tanesi dikkatimi çekti. İçerisinde neredeyse dizilerde gördüğüm normal ahjummalar gibi bir teyze vardı. Benim dikkatimi çeken asıl şey tatlı patates satıyor oluşuydu. Kore dizisi-filmi izleyenler en az bir defa rastlamıştır bu sahneye. Genellikle soğuk kış günlerinde kahramanlarımız bir sokak satıcısından kumpir tarzı pişirilmiş bir tatlı patates alır, kabuğunu döndüre döndüre soyarak, sıcağından ağzı haşlanarak yerler. Onlar o patatesi öyle yerken acayip lezzetli, keyifli bir şeymiş gibi gelir. Ben de o gün o büfede o patateslerden görünce attım kendimi bir dizi hikayesinin içine, hava soğuktu, üşümüştüm, sokaklarda yürüyordum. Aslında yemek yemeye gidiyordum Gwangjang'a ama bu atıştırmalıktı sonuçta. Bir tane patates istedim ahjummadan, biraz suratsızdı ama olsundu. Paramı çıkarıp, uzatmaya çalışırken büfenin ön kısmındaki her şeye çarptım, yerlere döktüm. Ahjumma bir minik poşete koyduğu patatesi elime tutuşturmaya çalışırken, ben yıktığım şeyleri geri koymaya çalışıyordum. Düzeltmeye çalışırken daha çok karışıklık çıkardım, teyze kafayı yiyecekti, poşet ikimizin ortasında havada, ben bir yandan özür dileyerek yerlere eğiliyorum, o bir yandan haydi al da git al da git diye söyleniyordu. Poşeti alıp, caddede koşturmaya başladım. Baya bir ilerledikten sonra açabildim poşeti. İçinde benim patates vardı, bir ucundan biraz açılmış, bir de minik plastik bir kaşık konulmuş. Elimdeki şey hiç de dizilerde izlediklerime benzemiyordu. Kabuğunu soyarak değil de bu kaşıkla yemek gerekiyordu. İlk kaşıkla ağzıma gelen böyle krema gibi bir patates püresiydi. Tadı vardı ama yoktu. Tatlı patatese normalde ben evde tavada fırında yaptığımda bir dolu baharat koyarım, üstüne de sos yaparım bazen. Bunda böyle hiçbir şey yoktu, dümdüz tatlı patates. Sıvılaşmış gibi. Kaşığı içine daldırıp daldırıp yedim yürürken. Yağmur yağıyordu, caddede hemen hemen kimsecikler yoktu. Elimde patates, ağzımda kaşık markete doğru yürüdüm. Patates aslında kötü değildi, hatta şimdi düşününce lezzetli bile geliyor ama o anda orada patatesin kendisini değil de o dizilerde izlediğim deneyimin kendisini bekliyormuşum gibi içten içe, umduğumu bulamamıştım.

Teyzelerden aldığım jeon

Gwangjang Market'in girişine yaklaşırken bir trafik ışığında bekledim. Orada, bu şehirde 5 gündür ilk defa birinin ışığı beklemeden, yol boş diye karşıdan karşıya geçtiğine tanık oldum. O ana kadar çünkü, herkes her yerde, yol bomboş da olsa ışık yayaya yeşil yanana kadar azimle bekliyordu. Marketin girişinin, beklediğim gibi bir giriş olmamasından ötürü bu arada, geldiğimi tam anlamadım. Birden kendimi tepede asılı bir dolu ülkenin bayrağının altında bulunca haa dedim, gelmişim. Burası videolarda gördüğüm o yer. Nereye gideceğimi bilemedim, her şeye bakmak, her şeyi görmek istiyordum. Klasik bir market yemeği deneyimi de yaşamak istiyordum. Ama pazarda ilerledikçe manyak kokular sarmaya başladı etrafımı. Midem bulandı bir yandan, karnım aç diye canım da bir şeyler çekiyordu ama kokudan hiçbir şey de çekemiyordu. Ne yapacağımı şaşırdım. Ben girdiğimde henüz o kadar kalabalıklaşmamış gibiydi, daha dolaşılabilir gibi duruyordu. Bir o yana bir bu yana sapıp, incelemeye çalıştım ne var ne yok ne yiyebilirim nerede yiyebilirim, dizi izlerken kafamda canlanan o görüntülerin aynısının içine nasıl düşebilirim...Orta kısımda önce iki teyzenin işlettiği bir jeon standına denk geldim. Dışarısı yağmurluydu ya, o gelenek aklıma geldi, yağmurlu havada kızarmış jeon tarzı şeyler yenirdi. Bir tane istiyordum dedim yanaşıp, teyzenin yaşlı olanı standın dışında satışı yapıyordu, daha genç gibi duranı içinde jeonları pişiriyordu. Baktım iki çeşit var, sebze olanından istiyorum demeye çalıştım muhteşem Korecem ile. Yaşlı teyze anladı gene de ama sonrası tam bir karmaşaydı. Bir tanesini ikiye böldü, bardağa koydu, bir tanesini poşete koydu, elime bir dolu jeon tutuşturdu. Bir de öyle küçük de değiller, kocaman kocaman. Meğersem bir tane isteyince bu kadar çok veriliyormuş, ben bunları yiyemem alın dedim. Yok yok diyorlar almıyorlar, çünkü algılayamıyorlar nasıl yiyemem? Teyzem para sorun değil sen al bu poşettekini, başkasına satın diyorum, yok al al diyorlar. O hengame içinde tamamen ne yaptığımı bilmez halde içgüdüsel davrandım. Standa yanaşan iki kız vardı, birisinin eline tutuşturdum poşeti, alın siz yiyin bana çok bu hediyem olsun dedim, kız da ne olduğunu anlayamadan tüydüm, pazarın diğer koridoruna doğru bir elimde bardak içinde jeonumla.

Bu arada aldığım jeon, gamjajeon'muş, yani patates mücveri gibi bir şey. Ama diğer her şey gibi bunda da zerre tuz olmadığı için iki lokmadan sonra allahım neden neden diyerek dolaştım. Bir de zaten kızarmış yağın kokusu da midemi kaldırdı, yağlı tuzsuz patates rendesi yiyordum hayal edin işte. İkiye bölünmüş jeon'un bir parçasını bile bitiremedim, kenarda köşede çöp aradım o da yoktu, sonunda çantama attım, çantam birkaç gün kızartma koktu ama o akşam o pazarda üstüme ve giysilerime sinen kokuların yanında bir hiç kaldı tabi.

işte Gwangjang Market'teki yemeğim

Oturduğum yemek standı, yemeğini yediğim teyze

Sonunda ortadaki yemek standları tam olarak açılmış gibi görünmeye başlayınca, kendimi ikna edip, tüm utangançlığıma rağmen boş gördüğüm bir tanesine oturdum. Tezgahın hemen kenarına oturuyorsunuz hani, tezgahın içinde bir teyze oluyor, yemekleri pişirip, önünüze koyuyor. Aynen izlediğim gibi bir yere oturdum, aynen izlediğim teyzelerden biri vardı tezgahın gerisinde. Set halindeki menüden birini seçtim. Tteokbokki ve 3 parça kızarmış bişiler olan ilk combo menüden istedim (6000 won görünüyordu). Önce hangi üç kızarmış yiyecekten istediğimi sordu, bir dolu ilginç şey vardı, tek tek gösterdi, ben de tek tek sordum aa o ne oo o ne diyerek. Tam hatırlayamıyorum, resimlere bakınca da tam anlaşılmıyor ama sanırım şey seçmiştim. Bir o dilim dilim edilen gimbapları bir de kızartıyorlar ya ondan. Diğer iki seçtiğim şey ise sanırım sebzelerin kızartmasıydı. Hiç emin değilim. Dikdörtgen bir alüminyum tabağa onlardan koydu, sosuyla birlikte tteokbokkiden koydu. Bunu önüme koyduktan sonra bir de tabiki olmazsa olmaz balık keklerinin suyundan bir bardağa doldurdu, onu da önüme koydu. Ben de içecek olarak tabiki gazoz istedim. Ben oturduğumda sağ tarafımda bir çift vardı kadınla erkek. Onlar da yeni oturmuştu. Benden sonra sol tarafıma da iki ahjussi geldi, işten yeni çıkmışlar üstlerinde takım elbiseleri. Sağımdaki çift combo menüden balık kekli olan bir şeyler istediler. Ahjussilere ise yemekçi teyze bir şişe makgeolli ve iki tane tas verdi. Onlar doldurup içmeye başlarken de kızartılmış atıştırmalıklardan önlerine koydu. Onlar keyifle muhabbet etmeye başladı, seslice, gülerek şakalaşarak. Çift de ooo aşırı lezzetli diye konuşarak sesler çıkararak yemeye başladı. Hemen önlerindeki balık keklerinin içinde durduğu çorbadan kepçe kepçe doldurarak içmeye devam ettiler. O çorbanın özelliği bu, bittikçe doldurup bardağınıza içebiliyorsunuz. Pazar günü gittiğim restauranttaki ilk deneyimimde bu balık kokulu sıvı çok tuhaf gelmişti ama o gün orada tteokbokki ile birlikte ben de yuvarladım valla. Bir o kızartılmış şeylerimi bitiremedim, kokular hala midemi karıştırıyordu. Ben yemeye devam ederken etraf kalabalıklaştı, tezgaha bir dolu insan geldi. Çiftin öbür tarafında çocuklarıyla kocaman bir aile ayakta durdu yedi, benim arkamda durup bir grup genç paket yaptırdı aldı gitti. Tezgahın içindeki teyze harıl harıl hiç durmadı. O kaotik ortamda, o bin tane kokunun içinde yanımdan kollar uzanırken kafamın üstünden yemekler el değiştirir, ben de o minicik tezgah kenarında yanımdaki ahjussiye neredeyse değecek şekilde oturdum, yedim. Mutluydum. Kendimi tam da o izlediğim hikayelerin içinde bulmuş gibiydim çünkü. Anlatmaya çalıştığım bu işte. Kore değil aslında ilgimi çeken, içten içe. Ya da Kore çok iyi bir yer değil, çok güvenli bir yer de olmayabilir, her şeyin normal olduğu bir yer de değil. Dünyanın en güzel yeri değil, dünyanın en iyi insanlarına da sahip değil. Ama şey gibi düşünün, Harry Potter kitaplarını okurken hissettiğim mutluluk mesela. Sanki gidip gerçekten de bir süpürgeye binip, uçarak Hogwarts'a gitmiştim gibi. Mutlu olduğum yerin gerçeğine kavuşmuşum gibi. O dizileri izlerken hissettiğim mutluluğun aynısını Seul sokaklarında yemek yerken, kafelerde camdan bakarken hissetmemin sebebi de bu işte. Ben de o izlediğim hikayenin içine girmişim gibi hissediyordum. O hikayeler beni mutlu ediyordu, mutlu olduğum yerde oluyordum. Gerçek hayatımın aksine, iyilerin kazandığı, tesadüflerin hep güzel yerlere çıktığı, masum ve saf kahramanımızın başına iyi şeylerin geldiği, çiftlerin kavuştuğu, işlerin başarıya ulaştığı, alınan derslerin mutlu sonlara ulaştırdığı o hikayelerin içindeymişim gibi hissedebiliyordum Seul'de işte.

Yemeğimi büyük bir iştahla ama utanarak yedim bir süre. Tuhaf geliyordu hala bu şekilde yemek yemek ama sonunda alıştım ve etrafımı dinleyerek, izleyerek yemeye devam ettim. Hiç kalkmak istemiyordum ama bitince daha fazla oturamazdım. Kalkıp, pazarın geri kalanını gezmeye çalıştım. Diğer taraflarına doğru gittikçe tuhaf tuhaf otlarla köklerle dolu koridorlara rastladım. Binbir çeşit deniz ürününden kaçarak oraya buraya daldım. Jeon aldığım teyzelerin standından birkaç kere başımı eğerek uzaklaştım. Sonunda gidip şöyle tavşan kanı bir siyah çay anca paklar bu kızartmaları diyerek otele koşturdum.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...