5 Eylül 2023 Salı

Bir Seul Macerası Bölüm IX - Hanok'la tanışma, Changdeokgung, Secret Garden, Uhnyeonggung

Tam bir haftalığına Seul'deki ilk evim,
otele son bakışım

 Perşembe günü otelden çıkış günümdü. Hem yeni geçeceğim yer için aşırı heyecanlandığımdan hem de odadaki saatlerim sayılı olduğundan erken kalktım. Akşam hemen hemen her şeyimi topladığımdan yapacak bir şey yoktu. Odada son kez dolaştım. Manzarama baktım. Tuvaletin düğmeleriyle oynadım. Altı üstü beş günlüğüne bir otel odasında kaldın, ne bu duygusallık derseniz, en başta bir ara da söylemiş olmam lazım, bu benim böyle gerçek anlamda bir otelde ilk defa kalışım sayılır derim. Yani dediğim gibi daha önce birkaç geceliğine başka başka arkadaşlarımla böyle otellerde kaldığım olmuştu ama böyle değildi. Oralarda kaldığımı bile algılayabilecek kadar bir vakit geçirmemiştim. Bu sefer gerçek anlamda bir otel odasında, düzgün bir şekilde, keyfini çıkarabilecek kadar kalmış oldum.

Diğer kalacağım yer, Seochon Guesthouse'un check-in saati 3 gibiydi sanırım. Otelin check-out saatinin de 11 falan olması lazım. Ama o saate kadar bavulum ya otelde bırakmam ya da bu yeni yere bırakmam gerekiyordu. Otelde bırakırsam gezip, gelip otele geri dönmem gerekirdi. O gün için aslında Changdeokgung'a gidebilirim diye düşünmüştüm, bu yüzden bavulu yeni yere bırakmak daha mantıklı olacaktı. Saat 9'u azcık geçerken odadan çıkıyordum. Erken olduğunu çok düşünmemiştim ama erkenmiş. Otelden Seochon'daki hanok'a tek bir otobüsle gidebiliyorum gibi görünüyordu. Kocaman bavulla saat 10 olmadan otobüse atlamıştım. Küçük bavullarım köyde kaldığından evde bir tek bu en büyük boy bavul vardı ama zaten işte her şey deneyim oluyor. Gideceğiniz ülkeye ve kalacağınız yere göre ne götürmek veya ne götürmemek gerektiğini düşünmeniz gerekiyor. Ben bundan önce hep bir şekilde ya öğrenci ya da çulsuz olduğumdan hep ucuz veya olabilecek en donanımsız yerlerde kaldığımdan, en sırt çantalı halimde gezdiğimden, ona göre aklıma gidiyordu. Mesela yanıma ütü, şampuan, tarak, diş macunu vb. gibi şeyleri almama, bavulda ağırlık etmeme hiç gerek yokmuş. Otelde (otellerde yani haliyle, ben ilk defa kaldım sayılacağı için düşünememiştim) çamaşır da yıkayabiliniyordu, kurutabiliniyordu, ütü yapılabiliniyordu. Odaya tüm kişisel temizlik malzemeleri koyuluyordu. Bu gezinin sonunda anladım ki mesela iki parça giysimi alıp, evden çıkıp gönül rahatlığıyla Seul'e gelebilirmişim. Hem otelde ihtiyacım olan her şeyi bulabilirmişim, hem de mesela çıkıp dışarıdan giysi alıp giyebilirmişim. İşte hep ergenlik, hep 20li yaşların çulsuzluğunun hatıraları.

Lee teyzenin ikram ettiği çay
ile pirinçten atıştırmalık

Saat 10'u geçerken Seochon'un taş döşeli minik sokaklarında kendimden büyük bavulu sürüklüyordum. Bulmam biraz zor oldu hanok'u, oysa kolaydaymış. Burası şehrin tam eski/tarihi yerleşimlerinin olduğu bir bölgesi. Sarayların etrafında. O yüzden pek sevimliydi, sokaklarda yürürken böyle tek katlı minik dükkanların, ilginç kafelerin restaurantların arasından geçiyorsunuz. Çoğunluğu eskinin hanoklarından oluşuyor ya da onlardan bozma. Benim kaldığım yer de tam bir eski hanok eviydi. Evli bir çiftin kendilerinin de kaldığı bir ev. Lee Byungun teyze ile Shin Jang Hyun amcanın evi. Bahçe kapısından beni Shin amca içeri aldı, daha ilk gördüğüm anda o kadar sevimli o kadar canayakındı ki. Minik ama pek sevimli bir orta bahçenin etrafında odalar var, hanoklar hakkında az biraz bilginiz varsa hemen gözünüzde canlanmıştır. Ben tabi sabahın erken bir vaktinde damdan düşer gibi geldiğim için onlar da şaşırdı. Bir odanın önünde oturan birkaç teyze ile sohbet ediyorlardı ben girdiğimde. Tam böyle dizilerde yürüyüşe falan çıkan, mahallenin tonton teyzeleri toplaşmış olur ya, hah öyle bir sahneydi. Herkes beni görünce ooo hoşgeldin merhaba merhaba diye gülümsemeye başladı. Shin amca bakın Esra gelmiş Esra gelmiş falan diye beni sürükledi teyzelerin önüne. Türkiye'den gelen ilk misafirmişim, herhalde onun da etkisiyle ben gelmeden önce konuşmuşlar, bahçedeki tüm teyzeler beni tanıyordu. Shin amca ile Lee teyze de beni bekliyordu ama işte öğleden sonra. Biz seni bu kadar erken beklemiyorduk diye bir ne yapacaklarını bilemediler. Odam temiz ve hazır sayılırdı aslında ama birkaç işi daha vardı sanırım. Tam böyle Türkiye'de, bir arkadaşınızın evine ya da komşunun evine gidersiniz de uzun yoldan gelmişsinizdir, sizi böyle kolunuzdan sürükleyerek hemen sofraya oturturlar, böyle herkes misafir etmeye çalışır tam öyle ortam. Shin amca koca bavulumu kenara koydu, beni hemen evin ana yapısındaki mutfağa soktu. Ben şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyordum, Lee teyze masaya oturtturdu hemen, önüme bir bitki çayıyla pirinçten atıştırmalıklar koydu. Ye ye iç iç diye bana şey yapmaya başladılar, etrafım bildiğim bir evdi, mutfaktı. Lee teyze bulaşıkları düzenlerken benimle muhabbet ediyordu, Lee amca bir oraya bir buraya koşturup o da bana laf yetiştiriyordu. Az biraz İngilizceleri ile benim dizilerden duymaca Korecemi karıştırıp, anlaşmaya çalıştık. Bu mutfağın yanında bir oturma odası benzeri minik oda var, orada bilgisayar masası ve hani bizim salonlarımızda olan gümüşlük, büfe gibi camlı bir dolap olur ya ondan var. Onun içinde tüm gittikleri yerlerden aldıkları hatıra eşyaları, fotoğraflar vardı. Daha sonraki günlerde muhabbet ederken öğrendiğime göre Shin amca gazetecilik gibi bir şey okumuş, bir medya şirketinde çalışmış. Lee teyze edebiyat öğretmeniymiş. İkisi de emekli olup, bu hanoklarında konuk ağırlamaya başlamışlar. Valla çocuğunuz falan var mı diye de soramadım, çok meraklı melahat gibi durmayayım diye utandım.

ayağımda Shin amcanın kocaman terlikleri, odamın önünde

Odam bahçeye açılan bir başka odaydı. Bu mutfakla oturma odasının bitişiğinde bir büyük oda var, benimkisi de onun bitişiğindeydi. Mutfağın içinde bir başka kapıda normal bir oda var, orada bir Fransız teyze kalıyordu. Ahh adını unuttum, o kadar da sohbet ettim. Ben geldiğimde bir uyanıp, tuvalete gitti, o ara merhabalaştık (bonjour'ladı tabiki, Fransız :D ). Ona da bak Esra geldi dediler :D Mutfaktan üst kata merdivenler çıkıyor, üst katta da sanırım teyzeyle amcanın odası ile bir misafir odası daha var. Sonra bir ara o merdivenlerden birazcık çıktım, teyzeyle amca bana duvarlarda asılı eski fotoğraflarını falan gösterdiler. Shin amca odamın kapısını şusunu busunu gösterdi, kilit olayını bir türlü beceremedim. Dedim bu evde niye kilitleyeyim odayı zaten, öyle bir güven duygusu. Odamın önündeki minik çıkıntıya oturdum, bahçe aşırı sevimliydi. Ücretle ve kalışımla ilgili kağıdın çıktısını verdiler, nakit ödemeydi, dedim ben çekeyim geleyim vereyim, sokağa girerken banka görmüştüm. Yok acelesi yok, sonra da verirsin dediler ama içim rahat etmedi, kartla kafayı bozmuşum zaten bu gezide, bir de belli mi olur birşey olur para çekemez hale gelirsem kalmasın öyle. Bir koşu gittim para çekip, geldim. Ücreti verdim, ikisi de çok şaşkındı. Lee teyze dedi sen de benim gibisin, hemen her işi halledeyim yapıyorsun dedi. Bu arada Shin amca alışmış, misafirler herhalde herkes fotoğraf çektiriyor ona ki bana da dedi. Odanın önünde çekeyim seni diye. Öyle ilk gün ilk saatlerimde odamın önünde şiş suratım ve göbeğimle saçma fotoğraflarım var. Bir de whatsapptan ekletti kendini bana, dolaşırken falan bir şey olursa arayabilirsin, bir şey lazım olursa haber edebilirsin falan diye. Yalnız o sabah tüm o curcunadan anladım ki Seul'e ilk geldiğim gün buraya gelseymişim iyi gelmezmiş bana. Çünkü o ilk günlerde otelin o sessizliğine, sakinliğine, tertipliliğine ihtiyacım varmış. Önce kendi hızımla şehri fark etmeli, kendi aklımla ruhumla baş başa kalmalıymışım. Ki öyle de yaptım ve çok iyi geldi. Sonra sonra şehre ve kendime alışınca böyle sosyal bir ortama ve canlılığa girince daha rahat ettim.

Changdeokgung'a girdim, sanırım Injeongjeon'un girişi

Saat 12'ye doğru evden çıkıp, Changdeokgung'a doğru yürümeye başladım. Marketten de yine minik sütümden alıp, inanılmaz bir mutlulukla, bir gönül ferahlığıyla caddede yürüdüm. Hava güneşliydi, ilk günlerdeki gibi sıcak değildi elbette, bulutlar ara ara geçiyordu. Ama mutluydum. Umutluydum. Gyeongbokgung'un önünden yürürken bir hafta önceki o hanboklu halimi hatırladım, hanbokları içinde bir dolu insan karşıdan karşıya geçiyordu. Aslında Changdeokgung'a da hanbok kiralayıp girebilirdim ama ne bileyim o gün öyle bir aklım havada, ayaklarım uçuşuyordu. Changdeokgung aslında sarayların en güzeli diye geçiyor. İkinci en büyüğü ama biraz daha böyle kraliyet ailesinin keyif yaptığı saray gibi. İçinde de bir Secret Garden var ki, asıl olay o. Oraya ayrı bilet almanız gerekiyor. Kendi başınıza dolaşmanıza izin vermiyorlar, rehber eşliğinde grup olarak dolaşıyorsunuz. Çünkü öyle bir bahçe ki kendi ekolojik sistemi falan var. İnternette fazlaca bilet bulamıyorsunuz, yer kalmıyor, aylarca bekliyorsunuz falan gibi şeyler okuduğum için gitmeden önce baya korkmuştum. Maksimum 6 gün öncesinden alabiliyorsunuz internetten bilet gizli bahçeye. Ya gezimin ilk günleri için Ankara'dayken bilet alacaktım ya da gittikten sonra alacaktım. Hangi gün gideceğime karar veremediğimden gitmeden önce almadım bilet. Oteldeyken de bir gece denedim almayı ama tabi telefonumda Kore hattı takılı olduğundan ve güvenli alışveriş mesajı da Türkiye hattıma geldiğinden bir türlü almayı beceremeyince vazgeçmiştim. O gün amaan deyip, girdim Changeokgung'a. Saray girişi için bileti sarayın hemen sol tarafındaki gişelerden alıyorsunuz. Kimsecikler yoktu, hemen bilet alıp girdim. (Changdeokgung bileti 3000 won.)

Injeongjeon'un içindeki taht yeri

Ahh burada her şey ayrı bir güzel

Changdeokgung, 1405'te Joseon Krallığı'nın 3.kralı Taejong'un talimatıyla inşa edilmiş. İlk amacı Gyeongbokgung'un yanında bir tür ikincil saray olarak kullanılmasıymış. Ancak 1592'deki Japon istilası sırasında tüm saraylar yakılıp, yıkıldıktan sonra ilk burayı yeniden inşa etmişler ve sonraki 270 yıl ve 13 kral boyunca Joseon'un ana sarayı burası olmuş. Gyeongbokgung dümdüz bir araziye kuzey-güney doğrultusunda yer alacak şekilde inşa edilmişken Changdeokgung bir dağ yamacına oturtulmuş. Arazinin yapısına uydurularak inşa edilmiş. Arka kısmında o kocaman Gizli Bahçe ile de tüm sarayın atmosfer olarak böyle doğayla uyumlu, insana huzur ve rahatlık veren bir bir hava taşıması amaçlanmış yani.

Öyle yayıla yayıla gezdim Changdeokgung'u, böyle her yerde fotoğraf çektim

Bulduğum her yere oturdum, sarayın havasını içime çektim, hayal kurdum


Hayal ettim de ettim

Changdeokgung'u gezerken bu yüzden belki de daha rahattım. Gyeongbokgung'daki gibi heyecan ve mutlulukla dolu bir halde değil de böyle bir bahçede gezintiye çıkmışım gibi. Bu arada sabah otelden çıkarken pek bir şey yiyecek vaktim olmamıştı, evde de yalnızca Lee teyzenin ikram ettiği bitki çayı ile pirinç patlağını yediğim için karnım kazınıyordu. Saraya yürürken marketten şu Japon dorayakilerine benzeyen bir atıştırmalık almıştım. Sarayın içinde oturacak bir yer bulunca açıp onu yiyeyim dedim. Tam ağzıma sokmuş, ısıracaktım ki iki güvenlik görevlisi yoktan var olmuş gibi üstüme geliyor göründü. Bir şeyler dediler, önce anlamadım, sonra yemememi söylediklerini anlayabildim. Yasakmış saray içinde bir şeyler yemek, hem de tam yasak levhasının yanıbaşında oturmuş yiyormuşum :)

Tam işte burada böyle şahane çiçekler görmüşüm, oturdum. Bir şey yenilmez yazısı da buradaymış. Oturduğum bankın üstünde :)

İşte bunu açtım böyle, yiyecektim

Resmen elimdeydi, ağzıma götürdüm, tam çenemi kapatıp ısırığı alacaktım :)

Sonrasında yürürken yine sarayın içinde Gizli Bahçe'nin girişini ve bilet gişelerini gördüm. Etrafta ne sıra ne başka bir şey vardı. Hızlıca gişeye gidip yazılara bakmaya başladım. Görevli kadın bilet ister misin dedi, var mı oldum şaşkınca. 2 buçuk turuna katılabilirsin dedi, hemen bilet aldım. Bomboştu anlayacağınız. Sonra turda baya insan vardı da, demeye çalıştığım sarayın içinde yayarak gezerken bile bahçeye bilet bulabiliyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Ama tabi bu tamamen benim gittiğim tarihlerdeki şansım olabilir. Mesela kiraz çiçekleri zamanı ya da sonbahar foliage'ının olduğu zamanlarda aylar öncesinden dolduruyor olabilirler. Çünkü her tur için 100 bilet satılıyor sanırım, 50 tanesi internetten 50 tanesi gişeden. (Secret Garden bileti 5000 won.)

Saat 2 buçuğa gelmediği için daha, bahçenin girişinin karşısındaki banklara oturup insanları izlemeye başladım. Bir minik öğrenci kalabalığı vardı. Anasınıfı çocuklarıydı muhtemelen, sınıfta öğretmenleriyle gelmişlerdi, aşırı sevimlilerdi, bir süre onları izledim. Sonra az ileride bir hediyelik dükkanı vardı sarayın, onu dolaştım. Saat iki buçuğa geldiğinde girişin hemen içinde bir kalabalığın toplaştığını görünce hemen aralarına daldım. Bu arada bu girişin diğer yanında bir başka giriş var ki orası da Changgyeonggung'un girişi. Bu da bir başka saray, Changdeokgung'u yaptıran Kral Taejong'un oğlu Kral Sejong tarafından babası için yaptırılmış. Planım bahçeden sonra orayı da görmekti ama zamanım ve enerjim yetmedi.

Gizli Bahçe'ye giriyoruz

Bahçedeki ilk durağımız

İlk durağımızın hemen üstündeki yapı, kralın kitap falan okuyup takıldığı yer


Bahçedeki ikinci durağımız

Bahçenin her bir yeri mi çok güzel olur be

Gizli Bahçe'ye oldukça kalabalık bir grup olarak giriş yaptık. Aramıza bir tane rehber kadın geldi. Elinde ince bir mikrofon ve kafasında şapkası ile tamamen hazırlıklıydı. Onun peşine takılıp, bambaşka bir dünyaya adım attık. Etraf tamamen bir ormanla çevrilmiş gibi oldu, her yerden kuş ve böcek sesleri ile dalların arasından sızan güneş ışıklarıyla, burayı böyle 50-60 kişiyle topluca yürüyerek değil de kendi başıma görsem nasıl olur diye düşünmeden edemedim. O kalabalıkta bile o sihirli havayı hissedebiliyorsunuz. Bahçede birkaç durak var, rehberimiz her birinde önce bizi etrafına toplayıp anlatım yapıyor, sonra bir beş on dakika verip, kendimiz etrafa bakmamıza izin veriyordu. İlk gördüğümüz yer dikdörtgen bir havuzun olduğu Buyongji ve Juhamnu'yu dinledik. Sonrasında başka bir havuzun yer aldığı Aeryeonji ve Uiduhap'ta mola verdik. Sonra da Jondeokjeong'u gördük. Bir de toplantı alanı gibi bir yapının yer aldığı bir yerde bilgilendik. Rehber gayet anlaşılır bir ingilizceyle anlatıyor, arada esprilerle keyiflendiriyor. Biz ilerlerken etrafta kendi başına dolaşan insanlara rastlayınca, bir şüphelenmedim değil ama bizim turumuz bitince anladım. Tur bitince, son noktada rehber dedi ki şimdi iki tane dönüş yolu var, istediğiniz birinden dönebilirsiniz. Bu dönüş yolculuğunda kendi halinize bırakılmış oluyorsunuz yani, rehber ayrılıyor, istediğiniz gibi etrafa göz atabiliyor oluyorsunuz. O yüzden ben de dönüş yolunda oyalana oyalana oraya buraya baka baka, etrafı dinleye dinleye yürüdüm. Ama biyoloji beni çağırıyordu, istediğim kadar da keyfini çıkaramadım bahçenin, bir an önce saraydan çıkıp bir şeyler yemem gerekiyordu.

Daom'daki curry'im ve manzaram
Çok güzel bir saatti

Saat 4'ü geçerken saraydan koşturarak ama istemeyerek çıktım. Nereye gittiğime çok da bakmadan karşıya geçtim, sarayın hemen karşısındaki Donhwamun-ro'ya dalıp, yürümeye başladım. Birkaç restauranta denk geldim, Daom diye tertemiz görünümlü bir yer görünce attım kendimi içeri. O saatte benden başka kimse yoktu. Çalışan orta yaşlı, çok sempatik bir abla vardı. Beni görünce İngilizce menüyü verdi hemen. Camın önündeki, dışarı bakan masaya oturdum. Koca bir tabak curry söyledim. Burası tam olarak o daha önce yediğim geleneksel restaurantlardan değildi, biraz daha batı tarzında, kafemsi bir yerdi ama yine tabiki sürahide su ve bardak masadaydı. Valla doya doya yedim, benden sonra bir iki kişi daha geldi. Çok huzurlu, pek güzel bir ortamı vardı kafenin. Yani içimde uyandırdığı his, temizlik. Böyle curry'de hintli kokusu yoktu. Yemeğin yanında gelen - tabiki olmazsa olmaz - kimchilerde o kore'nin balık kokusu yoktu. Her şey temiz, netti. Sadece aşırı tuzsuzdu. Tuptuzsuz diye bir kelime olsaydı eğer öyleydi işte.

Bir saat falan yemekten sonra kalktım, aklımda yine bir plan olmadan, yürümeye başladım. Önceki günlerde pek hoşuma gitmişti, Ikseondong'a doğru gideyim gene dedim. Kalabalıktan giremediğim kafelere bakarım bir belki boş bulurum dedim. Yine o minik sokaklarda, rengarenk yerlerin arasında dolaşırken bu kez bir çay evi gördüm, hani bu geleneksel çay evlerinden. Ayakkabılarımızı çıkarıp, bağdaş kurup oturduğumuz, ilginç ilginç bitki çayları içtiğimiz çay evlerinden. Gördüğüm yerin ismi Tteuran Tea House idi, içeri dalınca pek mutlu oldum. Yaşlıca bir teyze karşıladı, hemen yandaki uzun masada kalabalık bir grup harala gürele muhabbet ediyordu. Duvarlarda raflar, raflarda porselenler, çiçekler, her yer ahşap...O uzun masa normal masa, sandalyeli falan, ayakkabılar ayakta. Masayı geçince ayakkabıları çıkarıyoruz, bir basamak çıkıp, oradaki minik masaların etrafına bağdaş kuruyoruz. Sağ köşede iki genç kız oturuyordu, sol köşedeki boş yere geçtim. Ortamı çok sevdim, menüdeki her şeyi denemek istedim. Bana da o raflardaki gibi minik demliklerde sunulanlardan gelir diye düşünerek bir çiçek çayı seçtim. Yanına da geleneksel tatlıların her birinden yer alan karışık tatlı tabağı gibi bir şey istedim. Tatlı tabağı deyince bizdeki baklavalı dondurmalı tepeleme tabak gelmesin aklınıza. 3 çeşit minik minik şey vardı, hepsi de pirinç ve susamdan. (İstediğim çay Chrysanthemums çayıydı - kasımpatı yani, çay ile tatlı tabağı 7000 + 7000 won = 14000 won tuttu.) Teyze elinde tepsiyle masama geldi. Hiç de hayal ettiğim gibi değildi. Swiss army yazan bir termos, yanında cam bir bardak, onun içinde bir cam aparat daha ve dibinde de çiçekler. Teyze başladı tarif etmeye. Bunu böyle yap, bunu şurdan koy, şu kadar bekle, ekle, şöyle yap. Hiçbir şey anlamadım. Gözlerim kocaman açılmış bakmaya devam ettim. Bir daha anlattı. Baktım yüzünde sinirlenme belirtileri var, haa evet evet tamam anladım süper diyerek gülümsedim. Teyze yanımdan şüphe içinde ayrıldı. Solumdaki kızlar kalktı bir süre sonra, diğer masaya başka bir turist kız geldi benim gibi, batıdan. O daha çok sırt çantalı gezgin gibiydi, o hangisiyden istediyse ona tam benim hayal ettiğim demlikli çaydan geldi. Hem de tarifsiz, kolay olan. Bir süre teyzenin ne demiş olabileceğini düşündüm önümdeki bardağa termosa bakıp. Sonra etrafı kolaçan edip, teyzenin görmediği bir anda termostan bardağıma sıcak su koyup içmeye başladım. Bir saat falan da orada oturdum. Ayaklarım üşümeye başlayınca kalktım.

Tteuran çay evindeki çayım ve tatlılarım - termosu da unutmayalım :D

Bağdaş kurduğum yerden

Bunları eve götüremiyoruz ne demek

Ben de çay evi işletsem olmaz mı

Tteuran çay evinin öbür girişi, allahım her yer sevimli her yer güzel

Ikseondong'tan çıkıp Samil-daero üzerinde yürümeye başladım. Hava iyice bulutlanıp, kararıyordu. Bir baktım Unhyeongung'un önündeyim. Burası da bir tür saray. Tam öyle Gyeongbokgung ve Changdeokgung kafasında olmasa da saray. Joseon'un 26.kralı Gojong'un, tahta çıkmadan önce beklerken yaşadığı saray. Bu türe Jamjeo deniyor. Açıktı ve öylesine bir park gibiydi. Öyle bilet almaca gibi bir durumu yoktu. İçeride birkaç insan, belki birkaç çalışan falan vardı. Böyle bir sonbahar öğleden sonrası, hava kararmış, üşümüşüm, şehrin her yeri kalabalık ama burası bomboş. Aynen böyle bir havası vardı. Daldım içeri. Diğer saraylara göre oldukça küçük sayılabilir burası. 4-5 tane binası ve bir ana bahçesi var gibi görünüyor. Bir bölümünde minik bir müzesi var, Kral Gojong ile Kraliçe Myeongseong'un evlilik töreni de burada yapıldığından bir de kraliyet düğününe dair canlandırmaların olduğu sergi bölümü de var.

Unhyeongung'un girişindeyim

Burası böyle bomboş olunca saray benim diyerek dolaştım

Bu kadarcık işte, diğerleri gibi düşünmeyin



Eve dönüş yolunca çilekler :)

Saat 6 buçuğa doğru artık eve doğru yürüyordum. Hava kararmış gibiydi. Eve varınca bahçede Shin amca ile karşılaşıp, bir süre muhabbet ettim. Odama girip ısınırım diye umutlanmıştım. Ama yer ısıtmasını bu mevsimde tabiki anca yatarken açıyorlardı. Tepede bir klima vardı, onu çalıştırmaya çalıştım ısıtır mı diye, beceremedim. Shin amca ile Lee teyze dışarı çıkmıştı, mesaj atıp, ısıtmayı açabilir miyiz ki dedim. Eve gelince açtılar benim için erkenden. Bu arada tuvalet ve banyo, sadece benim kullanmam içindi ama odamdan çıkıp, bahçeyi geçip öyle girmem gerekiyordu. Tuvalete gelip giderken, arada odamın önünde oturdum, bahçeyi seyrettim. Shin amca ile sohbet ettim. Fransız teyze dışarı çıkacaktı onunla sohbet ettim. Bir aydır burada kalıyormuş. Normalde doktormuş, Nice'te yaşıyormuş. 65 yaşındayım mı dedi, öyle bir şey. Seul'de bir adamla tanışmış, telefonundan resmini gösterdi bana. Onunla buluşacaktı ertesi akşam. Adam dediğim 70-80 yaşında, böyle bembeyaz uzun saçlı bir dede. Modellik yapıyor, defilelere falan çıkıyor. Teyze pek heyecanlıydı. O akşamı öyle muhabbetlerle ve odamın içini dışını keşfetmekle geçirdim. Mutluydum. Değişikti.

3 yorum:

  1. Kore'ye yerleşeceğim galiba bu gidişle :) zaten tüm gün " crash landing on you" izledim. Olacak olacak bu gidişle sayenizde valla olcak. :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ehihihi:D İnşallah diyelim :) Valla açıp iş aramaya üşenmesem ben de yerleşeceğim.

      Sil
  2. Masalsı anlatımınızla gezip gördüğünüz yerleri böyle yazıya döküp, bizimle paylaşıyorsunuz ya valla mest oluyorum. Bu sıkıntılı zamanda bana büyük mutluluk veriyor tecrübelerinizi okumak. Sağolun var olun Esra Hanım. Sizi her ne kadar tanımasamda çok seviyorum. Daha sık yazsanız da sevgimiz, dev bir kartopu oluverse diyorum nasıl olur acaba. Hoş olmaz mı? Çok bekletmeyin bizleri. Sağlıcakla ve aşkla kalmanız temennisiyle hoşçakalın.

    YanıtlaSil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...