22 Ekim 2017 Pazar

Because This is My First Life

Bir dizi izlemeye başladım. Dizi de yeni başladı zaten. Ama bunların hiçbir önemi yok. Önemli olan, beni vuruşu. Yani sanki tüm hikayesi bir şarkıymış da, ben de üstümde, içimde piyano tuşları saklıyormuşum, dizi de anlattıkça tek tek o notalara basıyormuş, içimde teller yerinden oynuyor, fırlıyor, birbirine çarpıyor,  içimde bir şeyler titreşiyormuş gibi oluyor.






Şimdilik 4 bölümü yayınlandı (sadece ilk bölümden kareleri aldım ve onlardan bile burayı doldurmamak adına azaltarak koyuyorum) ve ben her bölüm neredeyse her bir karenin ekran görüntüsünü alıp, buraya koymak, bakın bakın işte bakın diye her birinizi tutup göstermek istiyorum. İzlerken hissettiklerimi her birinizin de hissetmesini sağlamak istiyorum. Belki de sadece derdimi anlatabilmek istiyorum bilmiyorum, belki anlatabilirsem, belki gerçekten anlatabilirsem, belki gerçekten anlayabilirseniz, bir şeyler değişebilirmiş gibi saçma bir hayale kapılıyorum.

[Dizi, Güney Kore'nin tvN kanalında pazartesi-salı akşamları yayınlanan Because This Is My First Life-->http://mydramalist.com/24678-because-this-is-my-first-life]

sandalyede

Bir süredir doğru düzgün rüya görmüyorum. Görmüyordum yani, arada sadece bazı geceleri tekrarlayan şekilde kabuslarla geçiriyorum. Önce gecenin ortasında berbat bir kabusla uyanıyorum, kalkıp yataktan su falan içmeye gidiyorum, kafamı o boyuttan çıkarmaya çalışıyorum. Geri dönüp, uyuyorum. Sonra yine bir kabusla uyanıp, gözlerimi açıp, yatakta bir kendimi kendime getirmeye çalışarak bir süre etrafa bakarak yatıyorum. Tabi bir türlü sabah olmamış olduğundan yine dalıyorum uykuya ve sabah güneşini görene kadar bin kere falan artçı sarsıntılar gibi kabusçuklarla gözümü açıp açıp, kapatıyor; dalıp dalıp geri uyanıyorum. Bu böyle ayda bir iki kere falan oluyor. Böyle geceler dışında da normal rüyalar - yani eskiden burada da anlattığım absürd saçma ama eğlenceli olanlardan - görmüyorum. (Neverland'de anlattığım en son rüya yazısı da yine böyle kabusları anlatıyor bu arada, şimdi baktım da.)
Ama bugün artık bir şekilde anlatmam gerektiğini hissettiğim yeni bir tür "rüya dizisi"ne maruz kalıyorum ya da bilinçaltım maruz bırakıyor beni. İkincisi kere dün gece yine aynı şeyin içine düşünce..ne bileyim. Kendi idamımı yaşıyorum iki seferdir.
İlkinde idam sehpasındaydım. Yani gerçeğini nereden bileceğim filmlerde gördüğüm haliyle bir ortamdaydım. Hani bir tarafta izleyiciler bir camın ardında, camın diğer tarafındaki ufak odada bir sandalye. Ben o sandalyedeyim, bir yanımda bir adam diğer yanımda bir kadın var, görevliler doktorlar falan herhalde. Neden orada olduğumu, kim olduğumu, ne olduğunu bilmiyorum. Tek bir gerçek var, o da idam edilmek üzere oturuyorum. Sonra adam koluma bir iğne yapıyor, herhalde beni öldürecek ilacı veriyor. Gözlerimi kapatıyorum. Ama açılıyorlar, ben kapatmaya uğraşıyorum. Bir yandan çılgınca korkuyorum. Bir yandan da kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum, kendini bırak kendini ilacın etkisine bırak, kendini bırakırsan her şey kolay olacak, hemen bitecek diyorum kendime. Ama bilincim bir türlü beni terk etmiyor. Zaten korktuğum şeyin de bu olduğunu anlıyorum, ya dipsiz uçsuz bucaksız bir boşlukta sadece bir bilinç olarak öylece savrulur kalırsam, ya ölüm buysa, sonsuzluğa boşluğa hapsolmaksa, ya bir türlü bilincim susmazsa diye ödüm kopuyor o anda. Sanırım rüyada bilincimi kaybetmeye uğraşırken o ara ölmeyi başarabildiğimde rüyadan uyandım.
Dün geceyse yine aynı mekan, yine aynı durum insanlar. Ama bu sefer sanırım o sandalyeye oturmamdan biraz önceki bir zamana düştüm. Yine idamıma gidiyordum ama giyinip hazırlanma safhasıydı. Neden bilmiyorum, herhalde idam sandalyesinde onları giymem gerekiyordu, o görevliler bir siyah ince külotlu çorap getirmişti, onu giyiyordum. Yalnız tüm bir rüya süresince o çorabı giydim. Giyme sürecim rüyamdı yani. Bacağımdan yavaşça geçirişim bir ömür sürdü sanki. İpincecik, o tül gibi olan siyah çorap işte, biliyorsunuz.
Ne bileyim anlatmak istedim. Anlatmam gerekiyordu. Anlatmazsam delireceğimi, boğulacağımı hissettim. Şimdi uyumak istemiyorum. Uykular hiç güzel değil böyle çünkü.

19 Ekim 2017 Perşembe

bir dizi olarak "The Shannara Chronicles"

The Shannara Chronicles ilk bölümü 5 Ocak 2016'da yayınlanan bir fantastik dizi, diye söze başlayabilirim. Çünkü aramızda hiç duymamış olanlar olabilir. Dizi hikayesine başladığında kendimizi yaprakları dökülmeye başlayan bir ağacın, kutsal bir ağacın yanında buluyoruz. "Four Lands" olarak anılan dünyayı, en basit tabiriyle kötülüklerden koruyan bir tür tılsım, kapı bekçisi gibi bir şey bu ağaç, Ellcrys. Ama ağacın yaprakları dökülmeye başlıyor ve buna engel olunması gerek kötülük dünyaya geri dönmesin diye. Bunun için de ağacın seçtiği Amberle kızımızın yanına "Shannara" olan Will Ohmsford isimli genç ve bir şekilde kaderi onlara bağlanan serseri-gezginci (rover) Eretria kızımız katılıyor ve bu üç genç, ağacın tohumunu yenilemek üzere bir yolculuğa çıkıyorlar. Geçen sene ocaktan marta yayınlanan 10 bölümde bu yolculuğu ve görevin yerine getirilmesini izledikten sonra geçen hafta 2.sezonun ilk bölümü ile hikayeye bıraktığımız zamandan hemen hemen bir yıl sonrasında ve türlü türlü yeni karakterlerle devam etmeye başladık.
mesela ilk sezondaki saçıyla Will Ohmsford
Hikaye esasında Terry Brooks'un taa 1977'de yayınlanan ve (73 yaşında olan amcamızın) hala yazmaya devam ettiği bir kitap serisinden. Türlü türlü parçalara ayrılmış durumda bu seri, vallahi ben çözmeye çalışıyorum hala kronolojisini. 1977'de başlayan üç kitaplık hikayeye orijinal Shannara serisi deniyor. Türkçe'ye de çevrilip basılan bu üç kitap;
olarak geçiyor. Dizinin hikayesi de temelde bu serinin ikinci kitabı elftaşlarına dayanıyor. Bu orijinal üçlemenin dışında öncesini sonrasını aralarını anlattığı bir dolu üçleme daha yazmış Terry Brooks. Peki ama nasıl bir dünyadan bahsediyoruz?
Şimdiki dünyamızdayız, bizim bildiğimiz haliyle dünyamızda, yıllar süren nükleer ve çeşitli biyokimyasal savaşların ardından ben diyeyim yüzlerce siz deyin binlerce yıl sonrasındayız. Amerika'nın kuzeybatı topraklarının adı artık "Four Lands". Bu topraklar dörde ayrılmış, kuzeyda daha çok troller yaşıyor, güneyde ise insanlar. Doğu cücelerin ve gnomeların vatanıyken, batıda daha çok elfler var. Bu dünyada artık toprak altında mikroişlemciler var, eski köprülerin arabaların enkazları ufukta öylece duruyor. Bilimin ilmi çoktan unutulmuş, belki birkaç kişi hatırlıyor elektrik nasıl bir şeydi. Ama bunun yerine büyü geri gelmiş, Ellcrys yapraklarını dökmeye başladığında artık Druidlerin sonuncusu Allanon mezarından dirilip, geliyor. Bildiğimiz dünya yıkılmış, harap olmuş, gömülmüş ama aslında canlıların hali hep bildiğimiz gibi, ırklar yine birbirlerine sırt çevirmiş, kimse kimseyi beğenmiyor. Dört tarafta da çeşitli krallıklar var.
mesela Manu amca, pardon yüksek druid Allanon
Hikaye aslında benim tercih edeceğim bir fantastik dünya yaratımı kategorisinde değil. Yani ben daha çok tamamen bu dünyadan, bildiğim dünyadan kopabildiğim, yeniden yaratımlara ilgi duyarım. (Her ne kadar üzerine tartışmalar olsa da) Orta Dünya gibi, Legend of The Seeker evreni gibi. Ya da büyü-kılıç ekseninin antik dünyaya taşındığı Zeyna, Herkül (hatta belki Sinbad) gibi hikayeleri. Gerçi Dune da Shannara gibi, çoook uzak bir gelecekte geçiyor ama Dune benim için ayrı bir yerde. Bu yüzden Shannara en başında da, ara ara da, gözüme kürdan batırıyor. Bizim "bilimimize", teknolojimize dair şeyler oradan buradan pırtladığı vakitler dudağımı bükmekten alamıyorum kendimi. Gerçi bu türden, diğer sevdiğim diziler (ve filmler) gibi Yeni Zelanda'nın o muhteşemliğinde çekiliyor. Dahası tüm gençliğimizi yaşadığımız, birlikte büyüyüp, okullar bitirdiğimiz Smallville'in ardındanki iki isim beliriyor her defasında açılış jeneriğinde: Alfred Gough ve Miles Millar. Ayrıca Yeni Zelanda'nın bize kazandırdığı bir başka iyi insan (yani adama bakınca sanki çok iyi bir insanmış, güvenilirmiş gibi bir enerji edinmiyor musunuz siz de? benim için hep Liam Neeson kategorisindeki amcalar bunlar) Manu Bennett'i artık yeter nalet getirsin dediğimiz Arrow'da Deathstroke olarak izleyemediğimiz zamanlar burada gayet karizmatik bir adet Druid olarak izleyebiliyoruz. Yanında, yıllar öncesinin "Pan's Labyrinth"inin ufaklığını büyümüş, su gibi bir kadın haline gelmiş olarak, Eretria olarak görüyoruz. Tüm bunlar bir araya gelince tüm o "kürdanlara" rağmen ilk sezonu oluşturan 10 bölümü gayet hevesle ve keyifle izlemiştim.
mesela bir adet "çok şey beklediğim" Bandon
Ama ikinci sezonu yayınlamak için verdikleri bir buçuk yılı bulan devasa aradan mı bilmiyorum, hikaye geri döndüğünde artık o eski hikaye değildi. Değil yani. Henüz 2.sezonun iki bölümü yayınlandı ama her bir sahneyle birlikte bana daha da çiğ gelmeye başladı. Bir şeyler yürümüyor, bir şeyler akmıyor gibi geliyor şimdilik. Sezonun ilerleyen bölümlerinde o eski havasına, temposuna kavuşur mu bilemiyorum tabi. Hem de hikaye daha da dallanıp, budaklanmışken; dünyamızın diğer köşeleri ve ırklarına da yayılmaya başlamışken; yeni ve ilginç karakterler katılmışken neden böyle geldi, bu da mı benim suçum, sorun bende mi,..diye merak etmiyor değilim. Çünkü Shannara hakikaten keyifle izlediğim üç beş şeyden biriydi. Bir yaştan sonra dizilere sarabilmek kolay olmuyor gençler, bu sözümü ciddiye alın. Vallahi bakın, artık öyle oturayım sabahlara kadar sezon bitireyim dediğiniz, oha şimdi ne olacak acaba diye parmaklarınızı kemirdiğiniz hikayeler çok sık çıkmamaya başlıyor karşısınıza 20li yaşlarınızdakine kıyasla. Bir hikaye en başında sarmışsa sonra bir noktada öff deyip bırakıveriyorsunuz. En başında sarmamışsa zaten öyle eskisi gibi aman oturayım izleyeyim sırf merak ettiğimden ilginçleşecek mi diye izleyemiyorsunuz. O sebeple, böyle izlenebilir bulduklarınıza sıkı sıkı sarılıyor ve nolur bozmasın nolur şöyle haftada bir izleyip 40 dakika keyfim yerine gelsin nolur yarebbim amin diyerek totem yaparken buluyorsunuz kendinizi. Hele böyle eline birkaç sihirli taş alıp, kılıç sallayarak kötülükleri yenen, kötülüklere karşı gelen hikayelerin içinde olarak, şu yaşadığımız lanet dünyanın pisliklerinden 40 dakikalığına bile olsa kaçabileceğimiz bir fantastik dünyaya sıkı sıkı sarılıyorsunuz.
mesela böyle yaratıklar
Şimdilik dediğim gibi Shannara. İlk sezonu gönül rahatlığıyla izleyebilirsiniz. İkinci sezon için ben o ilk sezonun hatrına daha baya bir sabredeceğim. Ama aklıma da düşmüyor değil, acaba en başından beri böyle ergence ve basitçe miydi dizi de bana mı öyle gelmedi bir buçuk sene önce? Aslında hep böyleydi de ben mi değiştim? Öyle ya daha geçenlerde muhabbetini ettik Cey'le, ulan biz nasıl izlemişiz o Merlin'i diye? Harbiden biz nasıl izlemişiz Merlin'i? Şimdi izleyemeyiz çünkü, on dakika dayanamayız. Demek ki insan değişiyor mu, büyüyor mu, bir şeyler oluyor (o ergen kafayla Bradley James bilinçaltımdaki Anthony düğmesini çevirdiğindendi bence herşey ben farkındayım da hadi neyse :) ).
Sanırım kitapları okumaya üşenmediğim noktada dizi hakkında daha sağlıklı düşünebileceğim ama, yine de ilk sezonu bir izleyin siz. Bir kendiniz bakın.

17 Ekim 2017 Salı

12 Ekim 2017 Perşembe

Robert Jordan'ın Zaman Çarkı serisinin ilk kitabı "Dünyanın Gözü"

Zaman çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, efsaneleşen anılar bırakır. Efsaneler solarak mit olur ve onları doğuran çağ yeniden geldiğinde mitler bile unutulur. Bir Çağ'da, kimilerine göre Üçüncü Çağ'da, henüz gelmemiş, çoktan geçip gitmiş bir Çağ'da, Puslu Dağlar'da bir rüzgâr yükseldi. Rüzgâr başlangıç değildi. Zaman Çarkı dönerken ne başlangıçlar, ne de bitişler vardır.
dedikten hemen sonra bizi bir başlangıca götürüyor Robert Jordan. Bir türlü bitmek bilmeyen kışın bitişini kutlamak için yapılan bahar festivalinden önceki gün köye giden baba Tam ve oğul Rand ile birlikte önce Emond Meydanı halkı ile tanışıyoruz. Kraliçenin yönettiği uçsuz bucaksız toprakların uzak bir köşesindeki bu köy, tüm diğer unutulmuş köyler gibi kendi yağında kavrulup giderken o gece umulmadık, köylülerin akıllarına hayallerine bile gelmeyecek şeyler oluyor. Trolloclar (kötülüğün yaratıkları diyeyim şimdilik ben size) ve Soluklar'ın (ki onlar da yine kötünün hizmetkarları falan) saldırdığı köy yerle bir oluyor neredeyse. Herkesin ne olduğunu anlamadığı bu dehşet verici gecenin sonunda ise bir Aes Sedai ile muhafızı ne yapılması gerektiğine karar verip, yanlarında köyden 3 genç- Rand, Mat ve Perrin - ile yola düşüyorlar. Desen'in ördüğü ağın parçası olan diğerleri de bir şekilde katılıyor bu grubun yolculuğuna, köyün hikmeti (şifacısı gibi bir şey diyelim şimdilik) Nynaeve, onun çırağı Egwene ve bir de aşık (yani bizim bu ellerinde sazlarla atışmaları olur falan var ya öyle aşık yani) Thom Merrilin'in oluşturduğu grup, harap olmuş köyden peşlerinde türlü kötü yaratıklar ve kötülüğün büyük gücüyle dünyanın bir diğer tarafına doğru yolculuğuna başlıyor.
kaynak: OkurveGezer
Zaman Çarkı serisi 14. ve sonuncu kitabı 2013'te yayınlanan, asıl adı James Oliver Rigney Jr. olan Robert Jordan'ın yazdığı kitap serisi. Bu ilk kitap "Dünyanın Gözü" 1990'da yayınlanmış. Fantastik türünün belirli başlı hikaye ve anlatım öğelerini barındırıyor, kendini ne olduğunu anlamadan bir yolculuğun içinde bulan saf karakterlerimiz, zorlu bir yolculuk, kılıçlar, sihir, at üstünde yolculuklar...İthaki'nin yayınladığı bu ilk kitap 817 sayfa boyunca bir Zaman Çarkı evreni oluşturup, kahramanlarımızı onun içine yerleştiriyor.
Şu noktada artık ansiklopedik bilgileri geçip, gerçek anlamıyla hissettiklerimi, düşündüklerimi söylemem gerekiyor, biliyorum. Ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Sanırım en başına dönüp, yavaş yavaş sözü oraya getirmeliyim ki ben de biraz rahatlayayım.
Ankara'da büyüyen çocuklar olarak çok bilindik bir ritüelimiz vardır. Dost kitabevinde buluşulur, orada arkadaşlar beklenirken de hep içeri girilir, eh çünkü Ankara ayazdır, soğuktur her mevsim açıkta beklenmez. Dost'un içi ayrı bir dünya gibidir, çoğumuz kitap okumayı orada öğrenir, türlerle orada tanışırız. Ben üniversiteye başladığım dönemlerde ise Tunalı'da ayrı bir çaba gösterdi d&r, gitti Kuğulu'nun tam karşısına 5-6 katlı devasa bir kitapçı açtı. Dost'un yeri her daim kalbimizde baki kalsa da ilk zamanlar o kocaman binanın her bir katında dolanmak farklı bir keyifti. Eh üniversitede olmak bir yandan da fantastiğe, bilim kurguya yönelmekti. Şimdiki kadar milyonlarca fantastik kitap çevrilmemişti, yazılmamıştı o zamanlar. Her sene yeni bir Dune çevrilecek mi diye rafları kolaçan ederdim mesela. Tam da o sıralarda bir haber hatırlıyorum, çok net hafızamda ve niye bu kadar yer etmiş bilmiyorum. Efsane Zaman Çarkı serisinin yazarı öldü, serinin sonunu yazmadan bıraktı gibi bir şeyler. O koskoca d&r binasında elime serinin kitaplarını aldığımın hatırası da gayet berrak, gözümün önünde. İlk defa duyup, ilk defa bakmıştım o kitaplara ve o zamanki öğrenci harçlığımla şoka girmiştim fiyatlarıyla. Tuğla kalınlığında kitaplar, hem de o fiyatlara. Sonra uzun yıllar süren bekleyişim başladı, indirime girecek mi diye. Konuyu falan okuyorum, arka kapakları okuyorum, aman yarabbi zaten ismi de "zaman" yani, en hassas olduğum konulardan birine de dalıyor gibi. Bundan daha efsanevi bir şey olamaz gözümde. Ben inatla almıyorum kitapları tabi, seneler geçiyor aklımın bir köşesinde zaman çarkı hep efsanevi yerini koruyor. Ha bu arada lisede ilk defa okuduktan sonra Yüzüklerin Efendisi'ni de bir tekrar ediyorum, Dune evrenine dalıyorum ki ne dalmak, sonra araya gereksiz vampirler kurt adamlar melekler bir dolu bir şeyler giriyor ve aklımın o köşesini unutup gidiyorum.
Robert Jordan, famousauthors'tan
Ta ki geçen aya kadar. Cey'in okuyup, neredeyse içine düştüğünü, acayip beğendiğini, halen daha seriyi elinden bırakamadığını görünce o köşe yeniden harekete geçti ve tamam ulan dedim, hayatımda şu anda zaten daha bomboş ve amaçsız olduğum bir dönem hiç olmadı, madem bir dalınca çıkamayacağım o dünyadan, en uygun zaman bu zaman. Hazırlıklı açtım kitabı yani önüme, günlerce gecelerce okuyabilirim, yemeden içmeden de kesilsem şu noktada bana hiç bir etkisi olmaz diye gayet rahatlıkla. Bir yandan da içimde hep bir geri çeken heyecanla. Çünkü o kadar uzun süre kocaman bir beklentiyle merak ettiğiniz bir şeye kavuşmanın çok tuhaf bir heyecanı olur ya, ondan.
Okumaya başladım. Önceleri dedim herhalde o heyecanımdan böyle hissediyorum. Çok büyük beklentiye girdim, birden hemen ışıklar parlayacak şimşekler çakacak üstüme yıldızlar yağacak diye umdum yerli yersiz, ondan dedim. Eh herhalde olmayacaktı, bir kere bu ilk kitaptı, daha en başlarındaydım belli bir hikaye gelişimi karakter yaratımı olmalıydı bir süre vermeliydim. Önce dünyayı tanıtıyordu herhalde yazar, öyle ya ilk defa mı fantastik okuyordun be insan?! dedim kendi kendime. Ama ne yapsam ne etsem de bir şeyler oturmadı, okumaya devam ettikçe içimde daha da büyüdü. Bir noktadan sonra şunu fark ettim, bir türlü ciddiye alamıyordum okuduklarımı ki fantastik bir dünyaya girmek için en başta yaptığımız şeydir bu: Olan biteni sanki o canavarlardan biz kaçıyormuşuz gibi, sanki o umutsuz duruma bir anda biz düşmüşüz gibi ciddiye almak. Kitabın kapağını her açışımızda başka bir dünyaya, o dünyanın gerçekliğine inanarak geçiş yapmak. Ama olmuyordu, bir türlü bu dünyaya kendimi sokamıyordum, karakterlere bağlanamıyordum, anlatacak bir dertleri yoktu gözümde, derinlikleri yoktu konuşuyor konuşuyor bir türlü derinleşemiyorlardı, dahası bu neyin yolculuğuydu sonunda neye varacaklardı bunun gerekliliğine ve ciddiyetine bir türlü ikna olmuyordum. Kötülüğün doğası, niyeti, motivasyonu, yolları, hiçbir şeyi belli değildi. Her bir adımda sayfalarca açıklama yazıyordu ki yarattığın dünyayı habire ansiklopedi maddesi sunar gibi açıklayıp duracaksan neden hikaye oluşturuyormuş süsü veriyordun. En kötüsü de her bir dönemeçte, her bir karakterle, her bir olayla aklım daha önce okuduğum başka hikayelere, o hikayelerdeki olaylara, kahramanlara kayıyordu. Aha bu vallahi de şeydeki gibi, oluyordum ikide bir. Haydaa bunların da mı başına böyle bir şey geldi şimdi ya da bu karakter tam da şuradan falan gibi beynim dönüp duruyordu son hızla. Sanki daha önce okuduğum ve dahi izlediğim - bazı - hikayelerin orası burası alınmış, kırpılmış, serpiştirilmiş de önümde ısıtılıp bambaşka bir yemekmişçesine sürülüyor gibi hissediyordum.
Her bilinçli okuyucu gibi durup sorunu kendimde aradım tabi. Herhalde ben anlamıyorum dedim, ben anlayamıyorum. Bayadır fantastik okumuyorum, herhalde pratiğimi kaybettim dedim. Koredir dizidir iyice daldım gittim, birden bu dünyalara dönemedim tabi dedim. Okumaya zorladım kendimi. Azimle sayfa sayfa, bölüm bölüm ilerlemeye çalıştım. Ama gitmiyordu o his, kaybolmuyordu. Bu sefer kişiliğimi sorgulamaya başladım. Kitaplığıma, okuduğum kitaplara baktım, geçmişimi düşündüm okuyucu olarak. Ben belki de çok az fantastik kitap okudum sonucuna vardım, oysa kendimi bildim bileli en sevdiğim tür olarak fantastiği görürdüm. Meğerse değil miymiş dedim. Demek ki ben fantastik okuyucusu değilmişim dedim. Belki de kendimle ilgili bildiğim şeyler yanlıştır dedim. Ben fantastik kitapları sevmiyorumdur ve bu gerçeği şimdi fark ettim, dedim. Bendeydi sorun yani, kitapta değil. Öyle düşündüm, kendimi buna ikna ettim. Çünkü öbür türlü milyonlarca insanın sevdiği, okuduğu, efsaneleşmiş, klasikleşmiş, bu kadar devasa bir seriyi, yazarı, kitaplarını, yazdıklarını kötü buluyor olacaktım. Saçmalama dedim kendime. Tamam belli bir yaşa gelmiş olabilirsin, hatta o kadar kitap okumuş, yer görmüş, okul görmüş, yaşam tecrübesi edinmiş, insanla tanışmış falan filan da olabilirsin, ama bu seni edebiyat konusunda, hele ki fantastik edebiyat konusunda bir otorite yapmaz. Ömründe ne kadar fantastik kitap okudun ki edecek lafın var? Ne biliyorsun ki dedim kendime ya, ne biliyorsun ki?
Hiçbir şey.

11 Ekim 2017 Çarşamba

değişik açıdan ama alabildiğine doğal, samimi-->17 bölümlük Coffee Prince

24 yaşındaki Go Eun Chan  (bundan sonra ondan Chan diye bahsedeceğim) gün içinde bir dolu işte çalışarak annesi ve kız kardeşine bakıyor, evi geçindiriyordur. Babası öldükten sonra adeta evin reisi olmuş, tüm yük ona kalmıştır. Annesi iyi niyetlidir ama azcık süsüne şeyine düşkündür. Kız kardeşi de şov dünyasına adım atma hayalleri içinde liseyi bitirmeye çalışıyordur ama az biraz gıcıktır işte, haa ama o da iyidir neticede, içinde kötülük yoktur. 29 yaşındaki Choi Han Kyul (bundan sonra ondan Kyul diye bahsedeceğim) ise büyükannesinin kurduğu yiyecek içecek işiyle ilgili büyük imparatorluğun tek varisidir ama her zengin şımarık veliaht gibi o da başka şeylerle uğraşmaktadır. New York'ta legodan oyuncaklar tasarlayarak, bir yandan da gününü gün ediyordur. Ama büyükannesinin ve anne babasının ısrarlarına dayanamayıp Seul'e ziyarete geldiğinde büyükannesinin tuzağına düşer. Büyükanne Kyul'u eski bir tanıdığının kahve dükkanını (kafe işte starbucks, caribou gibi) 3 ay içinde adam edip, kara geçirmesi için zorlar, yoksa vallahi de billahi de ya görücü usulü evlendirecektir torununu ya da muslukları kesecektir. Kaderin oyunlarının araya girmesiyle bizim Chan ile Kyul bir şekilde tanışır bu arada. Kahve dükkanında çalışmaya başlar hatta Chan. Ama günler ilerledikçe Chan ve Kyul'un kalplerinde kıpırdanmalar ortaya çıkar, ikisi de birbirine yavaş yavaş ama delice aşık olmak üzeredir. Yalnız, ortada çok tuhaf bir durum vardır: Kafenin ismini "Coffee Prince" yapan Kyul, çalışanların da sadece erkekler olacağını söylediğinden, Chan bu işe ihtiyacı olduğu için kendisini erkek zanneden Kyul'a hiç çaktırmadan erkek gibi dolanıyordur ortalıklarda. Zaten çok da kadınsı bir yapısı ve tarzı yoktur Chan'ın ama ikisi birbirine aşık olmaya başladıkça işler iyice karmaşıklaşır. Çünkü Kyul gay değildir ama kendine engel olamadan bir erkeğe (erkek zannettiği Chan'a) aşık oluyordur ve kendi içinde kimlik bunalımına girer, kendinden her şeyden şüphe ettiği bir dipsiz kuyuya düşmeye başlar. Chan ise aşık olmaya başladığı adama kadın olduğunu söyleyip söylememek konusunda içini içini yerken, bir yandan da karşısındakinin ona aşık olduğuna çok ihtimal verememek arasında bocalamaya başlar. Olaylar böyle gitgide karışırken ortada işletilecek, kara geçirilecek, müşteriyle doldurulacak "Coffee Prince" kahve kafesi vardır bir de tabi.
Gördüğünüz gibi çılgıncasına kore dizisi izlemeye devam ediyorum, bu işsizlik güçsüzlük bana hiç yaramadı. Tabiki çok daha yararlı şeyler yapabilirdim bu dizileri izleyeceğime, bu kadar zamanda gayet oturup php drupal falan öğrenebilir, iş ilanı arama kriterlerimi baya bir genişletebilirdim. Ama evet, onlar yerine ben oturup, dizi izliyorum. Aslında o kadar da abartmayayım, soluksuz dizi izliyorum gibi bir görüntü belirmesin kafanızda. Tek başıma yemek yemek kahvaltı etmek çok sıkıcı olduğundan bir şeyler yediğim zamanlarda açıp birer bölüm bir şey izliyorum. Böyle böyle günde 3-4 öğünden bir haftada en azından bir dizi bitiyor (bunlar böyle 16-20 bölüm civarında yapıyorlar hep ondan).
Coffee Prince 2 temmuz-27 ağustos 2007 arasında yayınlanmış Güney Kore'de. Aslında hiç aklımda yoktu, hatta bu kore dizilerine başladığım için geçen ay şöyle oturup bir izleyebilirim dediklerimden liste çıkarmıştım, tavsiye edilenler falan filan. O listede de şöyle bir kural koymuştum kendimce 2010'dan önceki yapımları dahil etmemiştim. Eski olur hoşuma gitmez şimdi hiç denemeyeyim falan diye. İzlemeyecektim de. Ama geçen hafta iştahla "Suspicious Partner" izlerken kafayı sıyıracak gibi oldum. O dizinin esas adamını oynayan Ji Chang Wook resmen beni benden aldı. Adam tabi normalde bilemem o yüzden ona aşık oldum demiyorum da, dizideki karakterden, e bir de üstüne JCW'nin mimiklerinden duruşundan sesinden falan iyice yapıştım ekrana. Baktım hiç sağlıklı bir ruh haline girmiyorum, baktığım her yerde gülüşünü görüyorum, bankadan kredi çekip uçak bileti alıp kendimi uzak doğuya atacağım o yolda ilerliyorum, dedim dur kendine gel. Silkelen, kafayı başka bir gerçekliğe geçir. Tamamen nasıl bambaşka bir şey izlerim diye rastgele açtım Coffee Prince'i. Can havliyle, özellikle başroldekilerin tiplerine bakıp da ha tamam bunlardan bana zarar olmaz diyerek.
Hakikaten de pek keyifli bir hikaye çıktı Coffee Prince bu arada. İlk başlarda alabildiğine eğlenceli, kahkahalar attıran; sonra ortalarında olayın bambaşka bir boyuta ilerlediği, değişik sorgulamalara yöneldiği; sonlarında da samimiyetten doğallıktan yüzlerde gülücükler oluşturan bir hikayesi var. Bir kere alabildiğine değişik bir açıdan gidiyor her şey. Esas kızımız erkek zannediliyor evet ama aslında 15-16 yaşlarında bir erkek çocuğu gibi göründüğünden, davrandığından her şey. Ama dizi boyunca hiçbir şekilde çizgisini bozmuyorlar karakterin. Hiç öyle Cinderella sendromuna girmiyor. En başta neyse, sonunda da o. Ve karakteri böylesine sempatik, içten yapan da bu durum oluyor.
Bir yandan da sorgulamalara başlatıyor hikaye. Kız kadın dişi nedir, bir erkeği erkek yapan nedir, saçlarımız mı yürüyüşümüz mü giysilerimiz mi? Cinsiyetleri neye göre ayırt ediyoruz? Sadece belirli organlarımıza göre ayrım yapıyorsak, bu ayrıma sosyal olarak nasıl karar verebiliyoruz? Narin, zarif diye tanımlayabileceğimiz şeylere mi dişi diyoruz? Kaba olan şeyler mi erkeksi o zaman? Go Eun Chan'ın bir yandan hem kendi kişiliğiyle hem kadınlığıyla hem de yapmak zorunda kaldığı rolle birlikte işte biz de aklımızda böyle sorgulamalara başlıyoruz.
kaynak: EgosantrikRhapsody
Ama en büyük sorulara ve cevaplara Choi Han Kyul ile devam ediyoruz. Aklı beş karış havada bir çapkın veliahtken kendini hiç beklemediği bir durumun içinde bulan Kyul. Önceleri iki erkek çocuğu gibi atışıp duran, ortalıklarda dolaşan, yavaş yavaş dertleşmeye, birbirlerine destek olmaya başlayan Kyul ile Chan'ın arasındaki ilişkinin Kyul tarafında olanlar ilginçleşiyor. Çünkü Kyul farkında olmadan bir insana, görünüşünden cinsiyetinden bağımsız olarak bir insanın içindeki kişiliğe bir şeyler hissetmeye başladığını fark ediyor. Gay olmadığı için, daha doğrusu olmadığını düşündüğü için o yaşına kadar böyle bir durumda kendi kendini yemeye başlıyor. Olabilir miyim acaba ya, nasıl olur ama ben hep kadınlardan hoşlanıyordum, olabilir mi ki, ama olamaz ben yine de erkeklerden hoşlanmıyorum ama Chan'ı niye seviyorum neden ona böyle hissediyorum ama nasıl nasıl nasıl...diye resmen cebelleştiğini öylesine gösteriyor ki canlandıran oyuncu (Gong Yoo) insanın böylesi oyuncular nasıl olabilir diye ekranı sarsası geliyor. Karakterin tüm gelgitlerini, kimlik bunalımlarını, bocalayışlarını tek tek görüyoruz yüzünde.
dizideki Chan ve normal hayatında oyuncu Yoon Eun-Hye
Tabi bu sırada Chan'ı oynayan oyuncuya da (Yoon Eun-Hye) ayrıca bir alkış tutmak gerekiyor. Ben ömrümde (bunca senedir bir dolu şey izlediğimi hesaba katarsak) böyle bir performans görmedim. Tüm dizi boyunca bizim de Kyul gibi bocalamamıza sebep oluyor, karşımızda resmen bir oğlan çocuğu varmış gibi. Devamlı kendimize hatırlatmak zorunda kalıyoruz, Chan bir kadın, sadece göğüslerini sargı beziyle sarıp bastırdı Chan bir kadın diye.
Dizinin bir diğer güzel yanı, kafenin ve çalışanlarının yarattığı o sımsıcak dinamik. Tamamen toplama şekilde bir araya gelen 6 kişinin zaman ilerledikçe alabildiğine doğal ve içten bir dostluğa dönüşen hikayesini de izliyoruz ki bence dizinin ikinci en büyük mesajı da bu. Kafenin başında bizim Kyul var. Asıl barista kahve uzmanı Hong Gae-Shik amcamız kafenin önceki sahibi hem, hem de şimdi barın arkasındaki isim. Chan'ın kız kardeşine aşık ama azcık saf, goril lakablı Hwang Min-Yeop, Kyul'un iç mimar gibi bir şey olan arkadaşı tam bir şapşik Jin Ha-Rim ve asi "bad boy" waffle ustası Noh Sun-Ki'nin oluşturduğu kafe ortamı o kadar güzel o kadar sıcak ki. 17 bölüm boyunca izledikten, onlarla birlikte adeta orada kahve servis ettikten sonra insana garip bir hüzün çöküyor. Bir yerlerde, alternatif bir gerçeklikte onlar hep bir arada olsun, tatlı tatlı atışsınlar, süpürgelerle dans etsinler istiyoruz. Onlarında öyle bir başka boyutta hep mutlu olduklarını bilmek iyi geliyor.
soldakiler ikinci çiftimiz prodüktör ve ressam
Hikayemizin pek de o kadar iyi olmayan tarafları da yok değil elbette. Örneğin diğer çiftimiz, en başından beri yan hikaye olarak ilerleyen, esas çiftimizin hikaye gelişimine yardım eden, müzik prodüktörü Choi Han-Sung ile ressam Han Yoo-Joo'nun hikayesi. Esasında atmosferi başka hazırlansa ve çekimi daha değişik olsa, ikisinin hikayesi hakikaten ilginç ve eğlenceli. Onlarınki de aşkın hem başka bir halini hem de gelişimini, olgunluğunu, farklı boyutlarını gösteriyor. Karakterler de kendi içlerinde oldukça farklılar aslında. Ama nedense dizi boyunca onların hikayesi beni sıktı, ilginç bir gel-git yaşattı bana. Hem çok sevdim hem de bunaldım. 
Chae Jung-An, sen ne güzel bir detaysın
Yalnız şeyi demeden de geçmeyeyim, ressamı oynayan oyuncu abla (Chae Jung-An) gördüğüm en zarif güzel kadınlardan biri, özene bezene yaratılmış.
kastettiğim iğrençlikler
Bir diğer rahatsız edici konu, yani herhalde bir bana öyle gelmiş olamazdır diye umuyorum, dizinin pislik seviyesi. Fiziksel iğrençlikten bahsediyorum yani. Hong amcanın karakteri özellikle pis bir insan diye mesela burnunu mu karıştırmadı, ağzına soktuğu erişteleri geri tabağa mı tükürüp tükürüp yemedi aman yarabbi çoğu yerde kusmaktan beter oldum izlerken. Diğer karakterlerin de yemek yemeleri, herkesin her şeyi höpürdeterek yemesi içmesi, öküzler gibi yemeler,...hele bir de dizinin çekimleri de çok sıcakta yapılmış herhalde, hikaye boyunca herkes çıplak ayaklı, terli, zaten bu koreliler alabildiğine doğal ortamlarını gösteriyorlar dizilerde herkes yerlerde oturuyor, bağdaş kurup yemek yiyorlar falan...Ohoo anlatamam. Yani kısacası iğrençti, tamam doğaldı, samimiydi her şey herkes ama bazen insanın midesini harbiden zorladılar.
İşte - gene de - tüm bunlarla birlikte, Coffee Prince kamera arkasından bile adeta fışkıran doğallığıyla, sevimli mi sevimli bir hikaye izlettiriyor bize. Şöyle bir bakınca aslında yan karakterleri ve onların hikayeleriyle beraber bir dolu sezonu, spin-off'u falan yapılabilecek bir hikayesi olan Coffee Prince öyle kolay kolay bulunamayacak bir yapım. Doğru zamanda doğru yerde bir araya gelen doğru insanlarla ortaya çıkmış bir sihir gibi. Dedim ya, alternatif bir boyutta, paralel bir evrende o kafede hala onların bir arada olduklarını, mutlu olduklarını düşünmek bile insanın yüzünde milyonlara değer bir tebessüm oluşturabiliyor.
işte o kafe
(Bu arada Seul'de çekimlerin yapıldığı kafe halen daha Coffee Prince adında gerçek bir kahve dükkanı olarak işletilmeye devam ediyormuş. Duvarlar, camlar, her şey dizideki gibiymiş, yazanların yalancısıyım. DramaChronicles ve Ahjummamshies'den görebilirsiniz.)

(Son bir şey daha. Şimdiye kadar izlediklerim içinde müziklerinden pek de hazzetmediğim ilk dizi oldu bu nedense. Bana biraz ağır, daha yavan geldi ama tabi bu tamamen benim kulağımdan olagelen bir şey, yoksa seveni çok. O yüzden ilk defa müziğinden örnek paylaşmadığım bir tanesi olarak burada yer alıyor.)

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...