4 Mart 2012 Pazar

Bill Price'tan Kelt Mitolojisi

Neden bilmiyorum bu "Kelt" konusu ilk duyduğumdan beri - ki ne zaman ve ne şekilde olduğuna dair hiçbir fikrim yok - müthiş ilgimi çeken bir konu. Hani böyle nedenini bilmeden sevmek gibi, ilk defa karşılaşıp konuştuğunuz biriyle sanki yüzyıllardır bir arada olduğunuzu hissetmek gibi. Tuhaf bir şekilde, daha tam olarak ne olduğunu bilmediğim zamanlardan beridir Keltler ilgili her şeyi takip ediyorum bu yüzden. Hepsi, onlarla ilgili her şey olduğundan daha gizemli, daha mistik, daha ilginç geliyor. Okuyorum, dinliyorum, izliyorum. Sonra da bir mutlu oluyorum, bir coşku duyuyorum içimde.
İnternet elimin altında olduğundan ilk zamanlar araştırmalarımın çoğunu buranın uçsuz bucaksız ama yalan yanlışla dolu dünyası oluşturuyordu. Daha bilimsel ve düzenli incelemelerime son yıllarda kitaplarla devam ediyorum. İlk olarak aslında, National Geographic Türkiye'nin Mart 2006 sayısındaki "Kelt Dirilişi" makalesiyle başladım. "Kelt uygarlığı yıllar önce yok olmuşsa kime ne? Dilleri, müzikleri ve isyankar ruhları hala Avrupa'nın Atlas Okyanusu kıyılarında yaşıyor." diyordu makalenin girişinde. Oradan aldığım ipucuyla İskoçya ve İrlanda kıyılarına yol açtım ben de araştırmamda. OTH'nin o fantastik "voiceover"larından birinde işittiğim dizeler de William Butler Yeats'e götürünce aklımı, onun yazdığı "Kelt Şafağı [The Celtic Twilight]"na kadar ulaştım. Ardından Fransa'da tarihsel bilim ve filoloji dersleri veren Venceslas Kruta'nın yazdığı, bizde ufak bir cep kitabı olarak yayınlanan "Keltler [Les Celtes]"i okudum. Bu arada o kadar çok kaynak, o kadar çok yayın var ki Keltler hakkında hangi birine yöneleceğimi şaşırdım. Bu sırada tesadüfen, D&R'da rafların arasında dolanırken "Kelt Mitolojisi"ni gördüm. Uygarlığın biraz da bu kısmına göz atayım dedim hemen.
Bill Price'ın yazdığı kitap 2008'de İngilizce olarak ilk basıldığında Pocket Essentials'tan çıkma. Orijinal adı "Celtic Myths" olmasına rağmen ve hatta içinde bu adı neden aldığına dair Price'ın bir açıklaması olmasına rağmen bizimkiler Kelt Mitolojisi demeyi uygun görmüşler. Kalkedon Yayınları'nın bu mayıs 2011 baskısı adı dışında esasında oldukça güzel ve temiz bir basım. İçinde nerdeyse hemen hiç imla-yazım hatası yok. Ama Türkçe'ye çeviren Cumhur Atay'ın çevirisi biraz anlaşılmaz gibi geldi bana. Ya da belki orijinalinde Bill Price bu kadar karmaşık yazmıştır, günahını almayalım :p
İçerik açısından da pek beklediğim gibi çıkmadı kitap. Aslında ilk başta yaptığı mitoloji nedir, kimdir, ne değildir, nasıldır gibi konulardan bahsettiği giriş kısmı oldukça iyiydi.
Fakat mitler elbette anlattıkları dünyayı özellikle neyin doğru ya da neyin yanlış olduğu bakımından ele almaz. Aynı şekilde romanlar ve filmler de mutlaka doğrudan realiteyle ilgilenmezler.
(...)
Mitler genel olarak modern roman ya da sanat gibi, başka türlü anlaşılmaz olabilecek bir şeyi anlatmaya çalışmanın ve hayatın karmaşıklıkları ve değişiklikleri içerisinde en azından bir dereceye kadar anlam ve anlayış sağlamanın bir yolu olarak görülebilir.
(...)
Öyleyse bu anlamda mitoloji tarihle ilişkilendirilemez.(...)Mitoloji bir anlamda bir zamanlar olmuş ama her zaman olmuş bir olaydır.
Sonrasında biraz da Keltlerin kim olduklarını, nerden geldikleri, nereye gittiklerine dair bir kısım yer alıyor. Böyle bir girişin ardından ben kendi adıma, Yunan mitolojisi anlatımlarında olduğu gibi bir tür yaratılıştan-gelişmeye-tanrılara-festivallere doğru bir anlatım beklemiştim. Ama Price giriş bölümlerinden sonra yazılı ve sözlü anlatımları ayırtediyor, bir miktar kronolojik olan bir dönemlendirmeye gidiyor. 4'e ayırdığı dönemlerin her birinde de önce özelliğini, ardından ilgili mitolojik hikayeyi anlatıyor. Tüm bunları kendisinin de belirttiği üzere, İrlanda'yı baz alarak yaptıktan sonra Galler, İskoçya, Mann, Brittany ve Cornwall'a geçiyor. Ancak oralardaki kaynak eksikliğinden dolayı - diye belirtiyor Price - sadece birkaç birşey dinleyebiliyoruz. En son olarak da hakkı yenemeyecek, güzel bir Kaynakça bırakıyor elimize.
Keltler İrlanda ve Britanya Adaları'nın batı kıyıları, kendilerini Fransız'dan çok Breton olarak düşünen Brittany sakinleriyle birlikte, ismen Galler, İskoçya, Cornwall ve Man Adası sakinleridir.
(...)
Avrupa Demir Çağı ve Yunanistan ve Roma'nın klasik yükseliş döneminde Keltler, Orta Avrupa'da Roma İmparatorluğu'yla kuzeyin Germen kabileleri arasında, batıdaki İberik Yarımadası'ndan doğuda şimdi Türkiye'nin bir parçası olan Anadolu'ya kadar muazzam bir hilali işgal etmekteydiler.
Dediğim gibi beklediğim şekilde çıkmadı kitap ama kötü değildi, sadece tatmin etmedi diyebilirim. Bir de hakikaten karmaşık geldi anlatımı bana. Aslında Price çoğu yerde çok içten, konuşur gibi yazıyor, kendi hikayesinden başlıyor hatta anlatmaya, o derece. Ama nedense cümleleri tekrardan dönüp okumak zorunda kaldım, sayfada ilerledikçe biz neyden bahsediyorduk şimdi diye başa bakıp durdum. Ya cidden çok yorgun vaktime denk geldi, ya da dili pek anlaşılır değildi dediğim gibi. Yine de "Kelt Mitoloji", Kelt konusuna içerikli bir bakış atmak ve en eski hikayelerden günümüze kalanları toplu bir şekilde düzgünce okumak için iyi bir rehber.
Şarkının anlattığı hikaye basittir, ama yüzeyin hemen altında dünya hakkında atalardan bize kadar gelen düşünme şekline imalar bulunmaktadır. Bunları dinlemeyi ya da dinlememeyi tercih etmemiz elbette tamamen başka konudur.
 (Keltler-Les Celtes, Venceslas Kruta, Dost Kitabevi Yayınları, Türkçesi İsmail Yerguz, Ocak 2009, 140 sayfa
Kelt Şafağı-The Celtic Twilight, William Butler Yeats, Dost Kitabevi Yayınları, İngilizce'den çeviren Ali Karabayram, Ağustos 2000, 142 sayfa.)

Bridesmaids (2011)

30'larındaki Annie'nin hayatı tam olarak onun istediği-beklediği şekilde gitmemektedir. Bir süre önce, çok güzel pastalar yapıp sattığı dükkanı ekonomik kriz yüzünden battığından, kapanmıştır. Annesinin bir tanıdığının kuyumcu dükkanında satış görevlisi olarak zar zor iş bulmuştur. İngiltere'den gelmiş tuhaf ötesi iki kardeş olan Brynn ve Gil ile birlikte ufak bir dairede yaşamaktadır. Babası, annesini başka bir kadın için terk ettiğinden beri yalnız olan annesi devamlı onun umutsuzluğunu hatırlatmaktadır. Düzenli bir ilişki de tutturamamıştır Annie, kendisine pislik gibi davranan, sadece seks için arayıp, ertesi sabah yataktan kovan dayaklık bir züppe olan Ted ile zamanını ziyan etmektedir.
Tam da bu sırada en iyi arkadaşı, çocukluklarından beri dip dibe oldukları Lillian'dan şok edici bir haber alır : Lillian evlenecektir ve baş nedimesi olarak Annie'yi istemektedir. Bir yandan arkadaşı için mutlu olan Annie, kendi umutsuz, içler acısı halini aklına getirmemeye çalışır ve düğünü planlamak üzere diğer nedimelerle tanışır. Lillian'ın iş arkadaşı Becca, kuzen Rita, müstakbel damadın kız kardeşi Megan ve damadın patronunun eşi Helen. Birbirinden alabildiğine farklı bu 5 kadının Lillian'a bekarlığa veda partisi, hediye partisi hazırlamaları ve gelinlik ile nedime giysilerinin seçilmesi sırasında yaşadıklarını, zavallı Annie'nin talihsiz serüvenleri eşliğinde anlatmaya başlar Bridesmaids böylece.
Ve deliler gibi gülersiniz. Kahkaha atmaktan karnınıza ağrılar girer, yataktan düşersiniz. Filmi duraklatıp, derin nefesler alma molası vermek zorunda kalırsınız. İnanın uzun süredir bu kadar gülmemiştim. Kadınların kafa kafaya verip, kadınlarla ilgili ve yine onların can verdiği karakterleri buluşturan bir komedi yaratmış olması ayrıca süper bir şeydi. İşlerin hiç de dışarıdan görüldüğü gibi olmadığını açık seçik gösteriyordu. Deli gibi güldürmesi saçmalaması anlamına da gelmiyor tabi. Her açıdan dozunda her şey. Güldürüyor da, hüzünlendiriyor da, bir bakmışsınız kendi halinizi düşünüyor, karakterlerle iletişim kurabiliyorsunuz. Hayatla ilgili mesajlar da alıyorsunuz fazla derine inmeden, kendini ciddiye almadan.

Başroldeki Kristen Wiig ve Annie Mumolo senaryoyu birlikte kaleme almış, ama uzun uğraşlarına rağmen uygun bir kadın yönetmen bulamayınca Paul Feig yönetmiş filmi. Özellikle Kristen Wiig'in ve Melissa McCarthy'nin performansları inanılmaz, zaten ödül sezonunda baya meşguldü bu sebeple. Gerçi tüm ekip şahane hale geliyor bir yerden sonra. Tam 2 saatin nasıl geçtiğini anlamadığınız, hatta 2 saat olduğuna inanmadığınız bir film çıkıyor ortaya.
Bence kesinlikle oturun ve arkadaşlarınızla birlikte gülerek, kahkahalar atarak, atıştırarak abur cuburları, izleyin. Çünkü sonunda, buna acayip ihtiyacınız olduğunu göreceksiniz. Arada böylesi şeylere hakikaten ihtiyacımız var.

3 Mart 2012 Cumartesi

Harper Lee'nin "Bülbülü Öldürmek"i

As you grow up, always tell the truth, do no harm to others, and don't think you are the most important being on earth. Rich or poor, you then can look anyone in the eye and say, "I'm probably no better than you, but I'm certainly your equal."
(Letters of Note'tan, Harper Lee'nin bir hayranına yazdığı mektuptan)

Amerika'nın güney eyaletlerinden birinde Maycomb adındaki küçük bir kasabada, Büyük Bunalım yıllarında 7-8 yaşlarındaki Scout ve ondan 4 yaş büyük kardeşi Jem, avukat olan babaları Atticus Finch ve küçüklüklerinden beri yanlarında olan yardımcıları Calpurnia ile birlikte yaşamaktadırlar. Anneleri onlar çok küçükken ölmüştür, Calpurnia büyütmüştür bir anlamda onları. Serttir, kuralcıdır ama çok da sever bu iki kardeşi. Atticus Finch ise orta yaşı geçmiş, devamlı okuyan, çocuklarıyla arkadaş olan bir babadır. Scout küçük  bir kız olmasına rağmen hep abisi Jem'le sokaklarda koşturup, oynadığından ufak bir erkek çocuğu gibidir. Hep tulum şeklindeki pantolonunu giyer, üstü başı toz içinde dolanır. İki kardeşin hayatını değiştiren olayların başlangıcını, o yaz edindikleri yeni dostları ufak Dill'in gelişiyle birlikte anlatmaya başlar bize Scout. Korku oyunlarının odağı olan evi ve Boo Radley'i, Dill'in yalandan hikayelerini, kötü yaşlı teyzeleri, iyilerini, kasabalıları, babalarını, ailelerini, okulu, sosyal sınıf sistemini, zamanın ırkçı düşüncelerini, siyahileri, ayrımcılığı, adaleti, yanlışı-doğruyu, büyümeyi, çocuk olmayı...hepsini Scout'un dilinden ve anlayışından dinleriz Bülbülü Öldürmek'in yaklaşık 300 sayfası boyunca. O dönemde, o yaştaki bir çocuğun gözlerinden görürüz Amerika'nın  güneyindeki bir kasabayı, insanları.
Harper Lee
Bülbülü Öldürmek doğumgünümde ulaştı elime. "Küçük bir kız çocuğunun masum, hayalci bakış açısından yazıldığından" okumamı çok istemişti arkadaşım. Oda Yayınları'nın temmuz 2011'deki 8.baskısını okudum, 272 sayfalık. Harper Lee'nin 1960'da yazdığı roman bir sene sonra Pulitzer Ödülü'nü, sonraki sene çevrilen filmiyle 3 Oscar almış. Harper Lee 1926'da doğmuş Amerikalı (Alabamalı) bir yazar (Truman Capote'nin de çocukluk arkadaşı olan Lee'nin resmi sitesi var : HarperLee ayrıca Southern Gothic akımına dahil olarak biliniyor ki OTH'ciler bunun ne demek olduğunu çok iyi bilir.). Bülbülü Öldürmek'ten başka roman yazmamış şimdiye kadar. Hatta son 50 senedir hakkında yorum bile yapmıyormuş. Ama Bülbülü Öldürmek öyle bir kitap ki edebiyat dünyasının en büyük klasiklerinden, Amerikan edebiyatınınsa göz nuru.
Bir çocuk kitabı gibi görünüp, öyle başlayan, öyle konuşan Bülbülü Öldürmek esasında insanın adalet duygusuna, ahlak anlayışına, ırkçılığa, vicdana dair bir roman. Siyahların yerden yere vurulduğu bir dönemde, ayrımcılığın had safhada olduğu bir dönemde, beyaz bir genç kadına tecavüz etmekten yargılanan bir siyahi adamı savunmak üzere görevlendirilen Atticus Finch'in mücadelesini, insanların tutumunu, yaptıklarını Scout'un bakış açısından görüyor ve dilinden dinliyor olmamız, herşeyin o ürkütücü karanlığını, ayrımcılığın nefessiz bırakan kötülüğünü yok etmiyor. Sadece fark etmeden içine düşmüş oluyorsunuz. Kitabın benim için vurucu yönü buydu. Kendi çocukluğumu gözümün önünde görürken, tüm çıplaklığıyla insanların kötü dünyasına dalmış oldum. Scout herşeyi tüm yalınlığıyla, gördüğü şekilde anlattıkça o sıcacık yaz tatillerinin ortasında kanım dondu. Atticus'la çoğu yerde aynı düşündüğümü, aynı tepkileri verdiğimi gördüm. İçimdeki Atticus'la tanıştım. Eğer olsaydı öyle bir ihtimal, günün birinde aynen onun gibi bir ebeveyn olmak istedim.
Bülbülü Öldürmek kaybettiğimiz, kiraz ağaçlarının tepesinden yolu izlediğimiz, erik ağaçlarına 10 kişi birden tırmanmaya çalıştığımız, çamurdan oyuncaklar yaptığımız, eve giden yolda sırf macera olsun diye yaşlı amcaların bahçelerinden geçtiğimiz, gecenin karanlığında eve çağrılırken saklambaç oynadığımız, bir türlü kabukların gitmeyen yaralarla dolu dizlerimizin bizimle birlikte sokaklarda koşturduğu yaz tatilleri gibi.
Biz küçüktük.
Dünya kirliydi.
Ve onunla tanıştık.

Tabaklar çanaklar ile kulübeme gelen Darth Maul

Geçtiğimiz son iki haftadır birer gece arkadaşım Cey'de (hani Yaşlı Adam ve Deniz'i yazan) kaldım. Hani şu geleneği biliyorsunuzdur, ilk defa yatıya kaldığın bir evde yastığının altına evin anahtarını koyup yatarsan rüyanda gördüğün kişi, evleneceğin insan olur. muş yani, öyle denir. Ben hiç denemedim. Sanırım sırf bu yüzden evlenemeyeceğim :p
Arkadaşımın evine milyonuncu kez falan gitmiş oluyorum, üniversite yıllarımızı temelde onun odasında geçirdik gibi birşey. O yüzden bu geleneğin durumumla alakası yok, aklıma geldi işte. Neyse ben gene de rüya gördüm orda kaldığım gece, geçende. Normalde çok sık rüya görmüyorum (biliyorsunuz, çünkü her defasında buraya yazıyorum.). Genelde gördüğüm rüyalarda olduğu gibi bunda da geçişleri belirsiz olan parçalı rüyalar gördüm.
Önce kendimi büyükçe bir evde buldum. Yanımda Cey vardı. Gayet zengin ve yaşlı bir çiftin eviydi, çift tatile gittiğinden orada değildi ve biz de bunu fırsat bilip, hep görmek istediğimiz evi incelemeye başlamıştık. Nedense mutfağa girdik ve her bir dolabı, rafı inceledik. Hatta sandalye çekip, üstüne çıktım ve tek tek raftaki tabaklara, fincan altlıklarına dokundum, inceledim, evirdim çevirdim. Hakikaten ilginçlerdi ama. Böyle bir altlık düşünün normal, tam daire. Sonra o dairenin dış noktasından bir yerinden merkezine doğru yarıçap gibi bir kesik yaptığınızı hayal edin. O kesiğin bir tarafını yukarı kaldırın ve öyle sabitleyin. Hıh işte tam o şekilde porselenler falan vardı.
Mutfaktaki bu didik didik incelememin ardından evin üst katına çıktık. Her yer kitap rafıydı. Bir sürü kitap, bir dolu raf. Güzelce de aydınlatılmıştı. Dolaşmaya başladık. Ben burda bir tuhaflık var ama diyorum içimden. Bir türlü bulamıyorum ne olduğunu. İlerledikçe elektronik aletler, dvdler falan belirmeye başladı raflarda. Oyuncaklar, kırtasiye malzemeleri. Yuh dedim burası bildiğimiz D&R değil mi? Ama evin üst katıydı işte. İşin kötüsü rüya ilerlemeye başladıkça içeride insanlar da belirmeye başladı. Normal, mağazayı dolaşan insanlar. Allah allah demeye başladım, neler oluyor. Bir rafa geldik o ara. Böyle telden bükülüp, dolandırılarak gözlük yapmışlardı. Böyle arkadan gerilim filmi müziği hissetmeye başladım, aman yarabbi bu Harry Potter gözlüğü değil mi, burada ne arıyor dedim. Korkulu gözlerle etrafımıza bakınmaya başladık. Ufak çocuklar geçti yanımızdan.
Ve hoop, ufak bir evdeydim. Böyle şehir dışındaki az bitki örtüsüne sahip bir yerde, yolun kenarında ufak, kulübe tarzı bir ev. Hani filmlerde gördüğümüz, mutfaktaki lavabonun önündeki pencereden dışarıyı, yolu gördüklerimizden. Sıcaktı, yazdı, tozlar uçuşuyordu. Birini sinirli sinirli, acele ederek evden çıkmaya çalıştığını anladım. Genç bir adam, ne uzun ne kısa, saçları 3 numara, kendisi ince ama çelimsiz değildi (The O.C.'deki Kevin Volchok ile One Tree Hill'deki Xavier karışımı desem aynen çizmiş olurum). Küçük erkek kardeşimmiş meğerse (gerçekte abisi olan bir insan için ilginç bir bilinçaltı), Darth Vader'ın kötü birşey yaptığını - ya da en azından bize zararı olan birşey yaptığını öğrenmiş ve o hışımla evden fırlamaya çalışıyordu. Evet Darth Vader, o kadar takılmayın.
Aynen böyle, Volchok tarzı.
Neyse işte ben de ona "dur yapma gitme, bak seni de kendine benzetir, seni ele geçirir!" diye bağırıyorum, bir yandan da yetişmeye çalışıyorum. Ben durduramadan deli gibi kapıyı çarparak çıktı kardeşim, mutfak penceresinden eski kamyonet tarzı arabayla yoldaki tozları birbirine katarak uzaklaştığını gördüm. Aradan çok süre geçmedi (ya da rüya "timeline"ında fark edemedim) arabanın geri döndüğünü gördüm. Korkarak evin dışına çıktım. Arabanın ön kapısı açıldı ve içinde şu Phantom Menace'deki Darth Maul oturuyordu. "Hayır hayır olamaz onu ele geçirmiş!" diye bağırmaya başlamıştım ki kardeşim üstündeki o Darth Maul görünümünü plastik gibi yırtmaya başladı. Kalıp şeklinde çıkan şeyin altından kardeşim göründü. "Benim merak etme beni ele geçiremedi, sadece onu kandırdım." gibi birşeyler söyledi. Herhalde Darth Vader'ı yenmiş, intikamımızı almıştı, tam öğrenemedim çünkü başka bir yere atladı rüya.
Başka bir yer değil de tam olarak, yine o küçük evdeydim, başka bir duruma atladım. Bilgisayar başındaydım. Paolo Nutini Anadolu turnesine çıkıyor diye bir haber bulmuştum. Bir sürü şehir vardı listesinde, ben çığlık çığlığa evin içinde koşturmaya ve "geliyor!geliyor!" diye bağırmaya başladım.
Tam "nasıl yani, Anadolu turnesi mi, Malatya'ya falan gidiyor da Ankara'ya gelmiyor mu neler oluyor be" diye düşünmeye başlamışken Cey uyandırmaya geldi.
Limonlu kek yiyerek, Bridesmaids izleyip yattıktan sonra böyle rüyalar görülüyormuş. Güç sizinle olsun.

2 Mart 2012 Cuma

For Carter has come, to free my beloved

"May your spirit live,
May you spend millions of years,
You who love Thebes,
Sitting with your face to the north wind,
Your eyes beholding happiness"

29 Şubat 2012 Çarşamba

Beni Bu Güzel (!?) Havalar Mahvetti

Ankara'da herhalde 4 aydır yerde kar var. Hayatımın son 16 yılını bu şehirde geçirdim ama 90 yaşındakilerin dediği şeyleri ben de tekrarlıyorum, bu 16 sene boyunca böyle kış görmemiştim. Tamam soğuk olurdu, baya bir soğuk olurdu. Biraz kar yağardı, hafif erir gibi yapar üstümüzü başımızı su ve çamur yapar, ardından hemen dona çekerdi ki en artistik falsolarımızı gerçekleştirip, düşelim. Sonra da yavaş ama emin adımlarla erir, sabah akşam buz gibi esip, gündüzleri yakma aşamasına geçerdi hava buralarda.
Olmadı. Bu sene - yanlış hatırlamıyorsam ki kesin yanlış hatırlıyorumdur çünkü bir yerden sonra artık hesabını tutamaz oldum, olduk - kasımla birlikte gelen kar, hiç gitmedi. Son iki gündür de hiç durmadan yağıyor. Kah ince ince yağmur gibi, kah lapa lapa. En kötüsü ve en önemli farkıysa, öğrenci değilim ! Tatil olacak diye haberleri, altyazılar beklemiyorum. Sadece pencereden bakıp, lanet olsun diyorum. Sabah olacak ve ben yine o karın, tipinin, soğuğun içine bodoslama dalmak zorunda kalacağım. Diyorum.
Çalışmaya alışamadım. Hiç alışamadım. Hiç alışamayacağım. Mümkünü yok. İnsan doğasına aykırı olan bu durum, benim bünyemde çok daha büyük dirençler yaratıyor. Hem fiziken, hem ruhen. O yüzden arada saçma şeyler oluyor (devamlı oluyor gerçi).
Bu sabah da çıktım evden. Tipi vardı. Evet bildiğiniz tipi. Ama insanlar hiçbir şey yokmuş gibi otobüslere, servislere, dolmuşlara koşturuyor. İşe başladığımdan beri - ve manyak kar bitmediğinden beri - her sabah aynı şaşkınlıkla bakıyorum etraftaki insanlara. Deli misiniz diye bağırasım geliyor. Nasıl uğraşıyorsunuz bu kadar? Hava o kadar kötü, yollar o kadar berbat ve herşey o kadar zor ki, anlayamıyorum. Algılayamıyorum. Neden uğraşıyorsunuz? Neden işe gitmeye çalışıyorsunuz? Neden bekliyoruz o durakta hep birlikte? Daha gözlerimizde çapaklar dururken neden zorla günaydın demek zorunda kalıyoruz birbirimize?
Bu sabah da dedim günaydın. Bindim de servise. Donuyordum doğal olarak. Yol boyu devam ettim donmaya. İki aydır bitiremediğim dergiyi okumaya devam ettim.
Normalde eğitimde olmam gerekiyor bu hafta. O yüzden işyerinde durmuyorum. Ama bu sabah acil bir işi yapmak için durdum. Bitmedi, kalıp bitireyim dedim. Bitirdim, ben çıkıyorum dedim ve çıktım. Önceki günden beri hiç durmayan kar, delicesine yağmaya devam ediyordu. Yürümeye başladım. Bir miktar yürüyüp, ana yoldan geçen bir otobüse veya dolmuşa binmem gerekiyordu eğitimin olduğu yere gidebilmek için. Yürüdüm. Kardan kapanmış yollarda, kaldırımlarda yürüdüm. Otobüse bineceğim yeri de geçtim. O havada, o tipide kimseler yoktu şehrin merkezine giden yolda. Kar taneleri gözüme gözüme giriyordu. Burnumdan sızan sümük donmuştu, ellerimi burnumun ucundan düşen gözlüğümü ittirmek için bile ceplerimden çıkaramıyordum. Kendimi büyük, önemli maçına hazırlanmak için karlı dağlara vuran, antrenman yapan Rocky Balboa gibi hissettim. Karlara bata çıka, vıcık vıcık olmuş öbeklerde kaya kaya ilerlemeye çalışırken o soğukta Vertical Limit'teymişim gibi yaptım. Milli Kütüphane'nin dibindeki hiç bitmeyen metro inşaatının kıyısında kalmış, altı boşluk hissi veren yaya yolunda Cliffhanger'daki gibi ilerlediğimi hayal ettim. Milletvekillerinin arabaları konvoy halinde geçerlerken o havada yolun iki ayrı ucunda arabaları durdurup, birbirlerine el kol sallayarak işaret veren polis amcaların ortasında dikilip "Are you talkin to me? Are you talkin to me? Ha?" oynadım (Tabi gözlerimle, sessiz.) Evet bugün 10-10.30 civarı milli kütüphane-karayolları-genelkurmay-güvenpark güzergahında salak salak yürüyüp, şaşkın şaşkın yolun ortasında kayan bereli, kocaman gözlüklü hüdaverdi bendim.
Peki ne mi yaptım? Tere suya karışmış, kara bulanmış halde gittim, Mado'ya oturdum. Bir güzel kahvaltı yaptım. Hayatımda bu kadar yedim mi bilmem. O bal, o portakal reçeli, o gül reçeli, o börek, o ekmek, o çay bu kadar güzel oldu mu ömrümde bilmem. Kulağıma çalınan melodilerle, bu sefer de kendimi Paris'te, kaldırımdaki ufak bir masada oturmuş, latte içerken hayal ettim. Marion Cotillard'ı görmüş de el sallıyormuşum gibi yaptım. Belki birazdan Louis Garrel gelip otururdu karşımdaki sandalyeye. Laflardık. Ya da sadece bakışırdık, o bakardı, ben Edith Piaf dinlemeye devam ederdim.
Merak etmeyin, eğitime de gittim. Öğleden sonra. Hiçbir şey olmamış gibi. Ne o gül reçelini tatmamışım, ne besamo mucho dinlememişim, ne de rocky olmamışım gibi. Bir de yalan söyledim, tam da yalan olmasa bile, nerede olduğumu ne yaptığımı söylememek de yalanın ucu kıyısı sayılabilir. E ne yapsaydım, delirmek üzereydim artık. Ama kanımca ettiklerim kanunlara aykırı oluyor bir miktar. (Tabi buraya yazarak kimseye söylememiş oluyorum ;) )
Olsun, gene de akşam eve geldim ve resimdekilerle karşılaştım. Şimdi de ver elini Aşiyan, yeditepe, rakı şişesi, balık, pelopennesos, thermophilai, sparta..."Beni bu güzel havalar mahvetti, Böyle havada istifa ettim Evkaftaki memuriyetimden."

Fetih 1453 Güzellemeleri


Resmin kaynağı : http://wolkan.ca/fetih-1453/
Gitmedim, görmedim, yenmedim. Ama dinledim. Ve hala benim gibi olanlar varsa diye dinlediklerimi iletiyorum :

"bu arada en son dün Fetih'i izledim, başrol Ulubatlı Hasan'dı yani öyle ki o bayrağı asınca orada bitecek sandım. Yani Fatih Sultan Mehmet de direkt histerik takıntılı padişahtı. Gemilerin kızaklarda sürüklenerek denize götürülmesi tarihin en büyük olaylarından ama 3 dakikada geçiştirmişler, o fikri Fatih'in nasıl bulduğunu falan süsleyebilirlerdi ki hiç göstermediler hiç üstünde durmadılar. Ay ne bileyim yani adam tempoyu tutturmuş sıkıcı falan değil de Fatih figüran gibi kalmış ve bazı yerler komik olmuş :D Bazı sahneler de ne alaka ya ne bu şimdi dedirtiyor bir yere bağlamıyor :D ha son olarak o başvezir de hain mi anlamadım yani, bir yerleri kaçırmış olabilirim ama gerçekten net değil o kısım bende"

"Fetih konusunda katılıyorum, Fatih Sultan Mehmet'i anlatma kısmı çok fazla başarısız ve Ulubatlı Hasan başkahraman ve ayrıca oraya o hatunu sokmanın ne anlamı var, romantizmi illa her yere bulaştırıyorlar yani, başvezir kim ya ben onu hiç görmemişim :p"

"ya ben çok güldümdü filme, takıldığım bir sürü nokta var, annemle babamla izlemesem ve salonun yaş ortalaması o kadar yüksek olmasa Twilight'a dönebilirmiş hatta sırf o filmi yorumlamak için ben de blog açacağım."

"e güzel bir film yani. Görsel olarak iyi. Öyle çok detaya inmemişler tamam, birçok şeyi üstünkörü geçmişler ama iyi. Türk filmi olarak güzel olmuş. Gidip, sinemada izlenir. Hani sinema ortamında güzel oluyor yani."

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...