29 Şubat 2012 Çarşamba

Beni Bu Güzel (!?) Havalar Mahvetti

Ankara'da herhalde 4 aydır yerde kar var. Hayatımın son 16 yılını bu şehirde geçirdim ama 90 yaşındakilerin dediği şeyleri ben de tekrarlıyorum, bu 16 sene boyunca böyle kış görmemiştim. Tamam soğuk olurdu, baya bir soğuk olurdu. Biraz kar yağardı, hafif erir gibi yapar üstümüzü başımızı su ve çamur yapar, ardından hemen dona çekerdi ki en artistik falsolarımızı gerçekleştirip, düşelim. Sonra da yavaş ama emin adımlarla erir, sabah akşam buz gibi esip, gündüzleri yakma aşamasına geçerdi hava buralarda.
Olmadı. Bu sene - yanlış hatırlamıyorsam ki kesin yanlış hatırlıyorumdur çünkü bir yerden sonra artık hesabını tutamaz oldum, olduk - kasımla birlikte gelen kar, hiç gitmedi. Son iki gündür de hiç durmadan yağıyor. Kah ince ince yağmur gibi, kah lapa lapa. En kötüsü ve en önemli farkıysa, öğrenci değilim ! Tatil olacak diye haberleri, altyazılar beklemiyorum. Sadece pencereden bakıp, lanet olsun diyorum. Sabah olacak ve ben yine o karın, tipinin, soğuğun içine bodoslama dalmak zorunda kalacağım. Diyorum.
Çalışmaya alışamadım. Hiç alışamadım. Hiç alışamayacağım. Mümkünü yok. İnsan doğasına aykırı olan bu durum, benim bünyemde çok daha büyük dirençler yaratıyor. Hem fiziken, hem ruhen. O yüzden arada saçma şeyler oluyor (devamlı oluyor gerçi).
Bu sabah da çıktım evden. Tipi vardı. Evet bildiğiniz tipi. Ama insanlar hiçbir şey yokmuş gibi otobüslere, servislere, dolmuşlara koşturuyor. İşe başladığımdan beri - ve manyak kar bitmediğinden beri - her sabah aynı şaşkınlıkla bakıyorum etraftaki insanlara. Deli misiniz diye bağırasım geliyor. Nasıl uğraşıyorsunuz bu kadar? Hava o kadar kötü, yollar o kadar berbat ve herşey o kadar zor ki, anlayamıyorum. Algılayamıyorum. Neden uğraşıyorsunuz? Neden işe gitmeye çalışıyorsunuz? Neden bekliyoruz o durakta hep birlikte? Daha gözlerimizde çapaklar dururken neden zorla günaydın demek zorunda kalıyoruz birbirimize?
Bu sabah da dedim günaydın. Bindim de servise. Donuyordum doğal olarak. Yol boyu devam ettim donmaya. İki aydır bitiremediğim dergiyi okumaya devam ettim.
Normalde eğitimde olmam gerekiyor bu hafta. O yüzden işyerinde durmuyorum. Ama bu sabah acil bir işi yapmak için durdum. Bitmedi, kalıp bitireyim dedim. Bitirdim, ben çıkıyorum dedim ve çıktım. Önceki günden beri hiç durmayan kar, delicesine yağmaya devam ediyordu. Yürümeye başladım. Bir miktar yürüyüp, ana yoldan geçen bir otobüse veya dolmuşa binmem gerekiyordu eğitimin olduğu yere gidebilmek için. Yürüdüm. Kardan kapanmış yollarda, kaldırımlarda yürüdüm. Otobüse bineceğim yeri de geçtim. O havada, o tipide kimseler yoktu şehrin merkezine giden yolda. Kar taneleri gözüme gözüme giriyordu. Burnumdan sızan sümük donmuştu, ellerimi burnumun ucundan düşen gözlüğümü ittirmek için bile ceplerimden çıkaramıyordum. Kendimi büyük, önemli maçına hazırlanmak için karlı dağlara vuran, antrenman yapan Rocky Balboa gibi hissettim. Karlara bata çıka, vıcık vıcık olmuş öbeklerde kaya kaya ilerlemeye çalışırken o soğukta Vertical Limit'teymişim gibi yaptım. Milli Kütüphane'nin dibindeki hiç bitmeyen metro inşaatının kıyısında kalmış, altı boşluk hissi veren yaya yolunda Cliffhanger'daki gibi ilerlediğimi hayal ettim. Milletvekillerinin arabaları konvoy halinde geçerlerken o havada yolun iki ayrı ucunda arabaları durdurup, birbirlerine el kol sallayarak işaret veren polis amcaların ortasında dikilip "Are you talkin to me? Are you talkin to me? Ha?" oynadım (Tabi gözlerimle, sessiz.) Evet bugün 10-10.30 civarı milli kütüphane-karayolları-genelkurmay-güvenpark güzergahında salak salak yürüyüp, şaşkın şaşkın yolun ortasında kayan bereli, kocaman gözlüklü hüdaverdi bendim.
Peki ne mi yaptım? Tere suya karışmış, kara bulanmış halde gittim, Mado'ya oturdum. Bir güzel kahvaltı yaptım. Hayatımda bu kadar yedim mi bilmem. O bal, o portakal reçeli, o gül reçeli, o börek, o ekmek, o çay bu kadar güzel oldu mu ömrümde bilmem. Kulağıma çalınan melodilerle, bu sefer de kendimi Paris'te, kaldırımdaki ufak bir masada oturmuş, latte içerken hayal ettim. Marion Cotillard'ı görmüş de el sallıyormuşum gibi yaptım. Belki birazdan Louis Garrel gelip otururdu karşımdaki sandalyeye. Laflardık. Ya da sadece bakışırdık, o bakardı, ben Edith Piaf dinlemeye devam ederdim.
Merak etmeyin, eğitime de gittim. Öğleden sonra. Hiçbir şey olmamış gibi. Ne o gül reçelini tatmamışım, ne besamo mucho dinlememişim, ne de rocky olmamışım gibi. Bir de yalan söyledim, tam da yalan olmasa bile, nerede olduğumu ne yaptığımı söylememek de yalanın ucu kıyısı sayılabilir. E ne yapsaydım, delirmek üzereydim artık. Ama kanımca ettiklerim kanunlara aykırı oluyor bir miktar. (Tabi buraya yazarak kimseye söylememiş oluyorum ;) )
Olsun, gene de akşam eve geldim ve resimdekilerle karşılaştım. Şimdi de ver elini Aşiyan, yeditepe, rakı şişesi, balık, pelopennesos, thermophilai, sparta..."Beni bu güzel havalar mahvetti, Böyle havada istifa ettim Evkaftaki memuriyetimden."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...