2 Aralık 2011 Cuma

Hell is just a parade


  • Evet çok kötüyüm. Bir süredir de, uzunca bir süredir de gözlerime film falan değmedi. Geçen hafta mı ne Breaking Dawn'a gittim tamam ama o sayılmaz ki değil mi? Şu lanet işe başladığımdan beri doğru düzgün ne oturup film izleyebildim ne de başka birşey. Çıldırmama, ellerim titreyerek, ağzımdan salyalar saça saça dolanmama ramak kaldı.
  • Bu "Hunger Games"i nerden merak ettim bilmiyorum. Hay görmez olaydım. İlk kitabı gelecek filminin haberleri etkisinde bir fikrim olsun diye bir günde oturup, 6 saat içinde şöyle bir e-booktan halletmiştim. Sonra geçen gün kütüphaneye uğradığımda, kütüphaneci kadın büyük bir hevesle elime tutuşturunca iyi dedim, devam edeyim. Zaten altı üstü iki kitap daha. "Ateşi Yakalamak"ı okudum bu yüzden, Sefiller'i bir kenara koyup. Hiç mutlu olmadım. Bu Açlık Oyunları serisi okurken rahatsız ediyor beni. Hiç de güzel bir dünya değil. Sefiller bile daha iyiydi ya. Süperdi hatta. Sinirim daha da bozuldu yani.
  • Durup dururken aklıma Cüneyt geldi. Benim gibi bahtsız olan o zavallı yaş grubu bilir. İpek Ongun zamanında Bir Genç Kızın Defteri başlığı altında bizlere çok büyük fenalık yapmıştı. Hah, ordaki Cüneyt işte. Ne saçmalıktı. Niyeyse okurken bile aklımda hep böyle pasparlak keli olan bir Cüneyt belirirdi Serra anlatırken. Halbuki ergendi çocuk o vakitler.
  • Oturup Blue October'ın son albümünü dinledimdi. Daha da kötü hissettim. Böyle sanki bir süredir son gaz kavga eden, anlaşamayan ve boşanmaya çalışan bir çiftin arasında kalmışım da hırpalanıyormuşum gibiydi tüm albüm boyunca. İçim daraldı, yeter artık be adam diye bağırasım geldi. İşte belki bir "Follow Through" ile "The Money Tree" biraz iyiydi ama sanırım hiçbir zaman başka bir "Sound of Pulling Heaven Down" bulamayacağım.
  • Babam en son azarlama-bağırma-yakınma seansında ısrarla "Sonuçta sen hala daha alacakaranlık hikayeleri" izleyen bir insansın." cümlesini tekrar edip durdu. Normalde her bağırılan genç insan gibi sinirlenmem ya da ne bileyim ağlamam gerekiyordu ama ben durup, sadece düşünüyordum bu adam benim twilight zone izlediğimi de nerden çıkarmış böyle diye. Haa herhalde şu en son gittiğimi gördüğü Breaking Dawn'ı diyor dedim sonra içimden. Ama onun nasıl birşey olduğunu nerden bilecekti ki? Oturup, sırf filme gittim diye gazetedeki incelemeyi falan mı okudu dedim. Hayır tüm bu soruları geçtim, twilight izlememle şu an içinde bulunduğum durumun ne bağlantısı var onu çözemedim. Ona bakarsan hala Azkaban Tutsağı'na sarılarak uyuyorum baba. Ya da ağlayacak gibi olduğumda açıp Peter Pan'ın sayfalarını kokluyorum. En sevdiğim film de Bend It Like Beckham hala, tıpkı Atlantis'in varlığına inandığım gibi. Evet baba haklıymışsın, çok alakası varmış.
  • Kadın aklının çalışma mantığı her geçen zaman daha da şaşırtıyor beni. Kendimi soyutlamadan söylüyorum bunu. Öyleyiz. Misal tek bir şeyden başka birkaç şeye dalıp, ordan ulaştığımız şey hakkında acayip teoriler geliştirebiliyoruz. En ufak detaya, bir harfin üzerindeki en küçük bir noktaya bile takılıp sayısız anlam çıkarabiliyoruz. Birşeye ulaşamayınca bırakıp, aylar sonra geri açabiliyoruz. Açtığımızda da önceki teorilerimizi allak bullak eden birşeyle karşılaşabiliyoruz. Oturup 4 kişi bir bilgisayarın başında, muhtemelen hiç birimizden haberi bile olmayan başka bir kızın ismini googleda ısrarla arayıp, tarayabiliyoruz. Neye ulaşacağımızı veya ulaşmayı beklediğimizi, istediğimizi bilmeden bu mu bu mu şu mu öyle mi ki diye aranıp durabiliyoruz. Hiçbir şeye ulaşamasak da sonradan, gecenin böyle bir vaktinde aklımıza gelebiliyor bu durum. Ne gereği varsa.
  • Desmond brother'ın Constant'ını hatırlayan var mı? Onca senelik Lost ızdırabında hala aklımdan çıkmayan tek bölümdür mesela. Ara ara hatırlarım, dururum. Desmond'ın o karmakarışık zaman tünelinde aklını yerinde tutmasını sağlayan şey sabitiydi, Penelope'siydi, nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın hep aklında olan. İnsan tüm belleğini, benliğini, algısını kaybedecek hale geldiğinde hepsini bir arada tutmasını sağlayan bir sabiti olmalıydı. Desmond'a kendisinin kim olduğunu hatırlatan, kendi benliğine tutunabilmesini sağlayan Penelope'ye duyduğu aşktı, onu düşündüğünde zaman veya mekanı takmadan hissettiği şeydi. Herkesin kim olduğunu hatırlamasına yardım edecek bir sabite ihtiyacı var. Yoksa dönüp duruyorsunuz zamanın boyutlarında.
  • Bu katışıksız mutsuzluğuma ilaç olabilecek birşey bekliyorum. Ocakta birşey belli olacak. Eğer olumlu olursa bu nefret ettiğim, tiksindiğim şeyden tamı tamına 128 iş günü sonra kurtulabileceğim. Daha doğrusu A planım bu. Ocakta o şey olacak, ben biraz daha dayanacağım, parayı biriktirip borcu ödeyeceğim ve haziran başında-ortasında kurtulup, kendimi temmuz-ağustos-eylül için hayatım boyunca gerçekleştirmek istediğim birşeyi gerçekleştirmenin zevkini yaşamak amacıyla sıcak mı sıcak, taş dolu mu dolu bir yere taşıyacağım. Yani umarım ocaktaki o listede adım olur. Sonrasını düşünmüyorum şimdilik. Bir kereliğine, sadece bu seferliğine sonrasını düşünmeyeceğim.

25 Kasım 2011 Cuma

i don't have a choise but i'd still choose you

Şimdi ben böyle bu ara çok mutsuzum ya, mutsuzluktan da öte çok saçmasapan bir dönemindeyim ya hayatımın, hiçbir şey yapmıyormuşum gibi görünüyor olabilir. Yalandır, aldatıcı bir görünüştür. Sadece onları değil de, kafamda dönenleri anlatasım geliyor sadece, sebep o. Yoksa Kralların Çarpışması bitti koca koca iki cilt, Jan Valjan'lı maceralara da devam ettim arada. Life's Too Short başladı onca zamandır Warvick Davis anlata anlata bitiremiyorken. İyi de gidiyor şimdilik, ilk bölümünde Liam ustam vardı, ikincisinde de Johnny. Northern Exposure'un ikinci sezonu ve My So-Called Life'da da çaprazlama ilerliyorum tabi (torrentin izin verdiği ölçüde.). Senelik Twilight görevimi de yerine getirdim, aksatmadım. Gittim güzel güzel en ergen ruh halimi bürünüp, hemen vizyona girdiği günün akşamı izledim, bol bol güldüm, kıkırdadım, kan tuttu vs. İzliyorum yani anlayacağınız, okuyorum da.
Ama dinliyorum da bir yandan. Herşey için çimdik kadar vaktim kaldığından yapabildiğim en doğal gelişen aktivite müzik dinlemek oluyor haliyle. Yolda, orda burda. Havalar İskandinavya'ya bu denli özenmişken, etraf senkronize olarak burnunu çekip öksüren insanlarla dolduğundan bayılıyorum da zaten kulağımı tıkayabilecek şeylere şu ara.
Dün akşam şeyi keşfettim mesela. Tam üşümekten artık yere bile bastığımı hissedemez hale gelmiştim ki kulağımdaki playlistte birden Paolo'nun (Nutini) sesi belirdi. Bir süredir dinlememiş olduğumu fark ettim. Dahası o kadar Dirty Dancing soundtrack'i şarkıları bile yapamamışken, ısıttı beni. Paolo'nun sesini duyunca böyle sıcak bir esti içimde. Memnunum kendisinden.
Ve de ne kadar özlemişim. "Grant my last request and just let me hold you, dont shrug your shoulders, lay down beside me" diyordu mesela bugün Paolo. "I'm no wiser than the fool that i was before." demesi de ilginç geldi sonra. O kadar da duydum halbuki. Her seferinde de bir önceki seferinden daha da fazla hak verdim üstelik. Daha da ilginci Paolo'nun sesine Joy ve John Paul'ünkiler de eklendi bir süre sonra. "You only know what i want you to, i know everything you don't want me to" diyordu onlar da. Bilmemi beklemediğin şeyleri de biliyorum, görüyorum, ama zaten önemsememi de beklediğini zannetmiyorum dedim ben de içimden. Alakasız şeyler aklıma geldi. Tıpkı duşta Xanaduuuu diye aklımda şarkının dolanması gibiydi.
Hiçbir konuda, hayatımın hiçbir alanında bu "mücadelenin", kararsızlıkların, çelişkilerin bitmeyeceğine karar verdim sonunda. Bitmiyor yani. Oldu, olmadı, öyleydi, böyleydi, miydi, acaba mı ki?
Sanırım benim asla gerçek anlamda bir cevaba sahip olmam gerekmiyormuş.
"your mouth is poison, your mouth is wine..."

23 Kasım 2011 Çarşamba

“Do not lose hold of your dreams or aspirations. For if you do, you may still exist but you have ceased to live.”

17 Kasım 2011 Perşembe

Oysa ben sadece mutlu olmak istiyordum.Yani en azından son zamanlarda. Eskiden çok fazla şey isterdim çünkü. Çok çok fazla şey. Tabiri caizse dünya benim olsun isterdim (belki hala istiyorumdur, içten içe). Öyle onu bunu satın alayım anlamında bir benim olsunluk değil ama, böyle bir kontrolü benim olsunluk.
Artık sadece mutlu olmak istiyorum. Ama olamıyorum. Oldurmuyorlar. Böyle deyince de ben, yok efendim suçlu arıyormuşum, cezasını başkalarından çıkarmaya çalışıyormuşum oluyor. Hayır değil. Biliyorum. Suçlu aramıyorum, çünkü zaten var. Bunca yanlışı, hayatımı tam ters istikamete sokacak seçimleri kendim yapmış, beni en fazla mutsuz edecek tüm kararları kendim almış olamam değil mi? Bu kadar ardarda yanlışı yapmış olamam değil mi? Olmamalı yani. Birileri daha suçlu olmalı. Birileri daha üzülmeli. Bu mutsuzluğu çekmeli.
Çok mutsuzum. İnanılmaz mutsuzum. Üniversitedeyken öyle bir zaman gelmişti ki, aman allahım bu nasıl bir mutsuzluktur, artık bundan daha kötüsü olamaz, bundan daha fazla mutsuz olamam, daha iğrenç hissedemem demiştim kendi kendime düz, boş duvarlara bakarken. O nasıl bir umutsuzluktu, çaresizlikti dün gibi hatırlıyorum. Kolumu kesseler hissetmez haldeydim mutsuzluktan. Ama şu an öyleyim ki, kafamı tutup şu duvara çarpıp paramparça etseler ne oluyor demem.
Lanet olsun. Hepsine. Bu dünyanın da kurallarının da insanlarının da. Mutsuzluktan boğulmak üzereyim. Ya da boğuldum, bu nefessizlik hissi ondan biliyorum. Dünyada bir sürü dert var değil mi? Kötülük var, açlık var, savaş var, dehşet var, vahşet var, pislik var değil mi? Umrumda değil. Zerre kadar bile umrumda değil. Özgürlüğümün karşılığında şu an tüm sahip olduğum hayatı, içindeki herşeyiyle birlikte verelim o dünyadaki diğer insanlara. Alsınlar, onların olsun. Ben sadece özgürlüğümü istiyorum. Birden, aniden çıkıp buraya en uzak yere gitmek istiyorum. Yanıma bu hayatıma, bu olduğum insana dair hiçbir şey almadan. Hiçbir şeyini bilmediğim o uzak yerde, herşeye yeniden başlamak istiyorum. Bildiğim herşeyi unutmak istiyorum, herkesi silmek istiyorum kafamdan. Herşeyi. Anılarımı, çeyrek asırlık salak hayatımı. Sadece başka biri olmak istiyorum, tanımadığım insanların arasında insanları yeniden tanıyabilmek istiyorum. Artık her güne mutlu uyanmak istiyorum. O güne uyandığım için saf bir neşe duyabilmek istiyorum. Nefes alabildiğim için bile mutluluk duymak istiyorum. Güneş ışığı gerçekten parlasın istiyorum, yağmur damlaları yüzüme, elime değdiğinde suyu hissedebilmek istiyorum. Bir anlamı olsun istiyorum. Birşeyleri sırf onları sevdiğim için yapabiliyor olmak istiyorum. Sevdiğim ve içimden geldiği için. Beni mutlu ettiği için.
Ama yapabildiğim sadece burda durmak. Bu salak döngüye kapılmış halde devam etmek. Saatler ilerledi de yatmadım diye endişe etmek. Elimde kalan 6 saatlik bir uykunun hakkını verebilmek için mücadele etmek. Simsiyah, soğuk bir sabaha uyanmak. Uyanmak da değil, sadece yataktan kalkmak. Aynı robotik hareketlerle aynı hareketleri yapmak, servis beklemek, serviste ısınmaya çalışmak, uzun bir yürüyüşün ardından hapishane gibi bir kapıdan girmek, salakça prosedürlere uymak, radyasyon dolu bir mezara inmek, en anlamsız ve salakça şekilde saatler geçirmek, saatin geçmesi için dualar etmek ve yine aynı karanlıktaki havaya geri atmak kendini, günün nerdeyse hepsini anlamsızca harcadıktan sonra.
İşe başladım ben. İş dedikleri şeye. Çığlıklar atmak istiyorum. Yumruklar atmak istiyorum. Kurtarın beni diye haykırmak istiyorum. Dursun istiyorum. Sadece dursun. Bitsin. Bitsin. Bitsin.
Kurtarılmak istiyorum. Kurtulmak istiyorum. Çünkü ben yapamıyorum. Ardı ardına yanlışlar yapıp, duruyorum. Daha fazla batıyorum.
Bitsin. Lütfen. Sabah olmasın.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Giderayak

Handan, hamamdan geçtik,
Gün ışığındaki hissemize razıydık;
Saadetinden geçtik,
Ümidine razıydık;
Hiçbirini bulamadık;
Kendimize hüzünler icadettik,
Avunamadık;
Yoksa biz...
Biz bu dünyadan değil miydik?

12 Kasım 2011 Cumartesi

Mumford&Sons'tan Wuthering Heights'a

Andrea Arnold'un versiyonu "Wuthering Heights" için, mükemmel grup Mumford&Sons yeni bir kayıt yapmış, henüz yayınlanmadı. Sadece böyle bir ön-gösterimi çıkarıldı ortaya.

Immortals (2011)

Ölümsüz olmanın yolu, illaki tanrı olmaktan geçmiyor; yaratılan tüm insanların ruhu zaten ölümsüzdür, bunu hak edecek kişilikte olduklarında da tam anlamıyla ölümsüz olurlar diyor en baştan biz 21.yy.ölümlülerine, Olimpos dağının yüce Zeus'u. Büyükbabalarının çocuklarından olan Titanları vakti zamanında savaşıp, yendikten sonra Tartarus'a hapseden Olimpos tanrıları bu inançlarıyla püfür püfür dağın tepesindeki mekanlarında, aşağıda bocalayıp duran insancıkları izliyorlar. Titanlar serbest kalmadığı sürece insanların olaylarına müdahale etmeyeceklerine yemin etmiş haldeler.
3 km öteden görünce kaçmaya başlamanız gereken Kral Hyperion (Mickey Rourke yani)
Bu arada yalçın kayalıklara kurulu, ufak deniz kenarı köyü Colpos'ta annesi tanrılara oldukça inançlı bir çocuk büyümekte. Babası bilinmediğinden hem annesi hem de kendisi köylüler tarafından dışlanan ve aşağılanan garip Theseus, büyürken köyde dolanan bir yaşlı adam tarafından eğitiliyor. İhtiyar her gün genç Theseus'a yol gösteriyor, günü gelip de kaderini tamamlaması için gereken cesareti aşılıyor. Bu pek yaşlı adam, kılık değiştirmiş Zeus'tan başkası değil tabiki. Çok büyük bir insan olacağına inandığı Theseus'a bu şekilde yardım etmiş oluyor.
Köylü Theseus, Bakire Kahin Phaedra ve hırsız Stavros
Ancak tanrıların bu etliye sütlüye karışmayan hallerinden dolayı, karısını ve çocuklarını hastalıklara kurban verip tamamen inançsız hale gelen Kral Hyperion intikam almaya karar veriyor. Heracles'in ünlü Epirus yayını ele geçirip, Titanları serbest bırakmayı kafasına koymuş halde acımasız ordusuyla Hellen dünyasının altını üstüne getirmeye başlıyor. Yayın yerini öğrenmek için bakire kahini kaçırıyor. Theseus'un köyü Colpos'a saldırıp, yerle bir ediyor. Bu sırada Theseus'un gözleri önünde, hayatta tek değer verdiği şey olan annesini öldürüyor ve onu da tuz madenlerine gönderiyor köle olarak.
"Fight for your future, fight for immortality!" gazı
Burada karşılaştığı Stavros ve Dareios adlı iki hırsızla birlikte kahin Phaedra'ya yardım edip, kaçıyor Theseus Hyperion'un elinden. Phaedra'nın kehanetleri bir bir gerçekleşirken Theseus kaderini yaşamaya başlıyor.
Immortals, meşhur 300 (Spartalı) ün yapımcıları tarafından sunulmuş olabilir ama asıl özelliği bir Tarsem Singh filmi olması. Singh'in "uçsuz bucaksız ıssız yer" imzasına da sahip zaten (Sofia Coppola'nın ağaç dalları arasından görünen güneş imzası gibi).
ah Athena vah Athena
300'ü aratmayan dövüş ve savaş sahnelerinin yanı sıra Singh'in renkleri de uçuşuyor tabi etrafta. Kan, vahşet de var gerektiği gibi. Tanrıların sunuluşu ayrı bir güzellik olmuş. Altın giysileri içerisinde hem çok zarif ve kırılgan hem de bir o kadar çevik görünüyorlar. Devamlı pasaklı ve koyu görünen insanların yanında onların tanrısallığı daha inandırıcı görünmüş oluyor.
Olimpos'tan manzara
Yunan mitolojisinin pek çok yerinden beslenmiş böyle bir aksiyon canavarında çok fazla senaryo falan beklememek gerek tabi. Ya da aynı sahne içinde kahraman bir saniyede düz yatarken diğer saniyede yan duruyor olabilir gibi şeylere kafayı takmamak lazım. Bir de mesela öldürülürken kapkara çamurlara dönüşen Titanların yanında kesilen biçilen ve kan fışkıran tanrılar bana tuhaf geldi. Onları da ışık saçarak veya ne bileyim altın tozuna dönüşerek öldürebilirlerdi.
Zeus ile Poseidon
Henry Cavill'i Superman'den önce güzelce izlemiş olduk Immortals'la. Freida Pinto Hollywood'un egzotik güzel ihtiyacını en azından bu 5 yıl için gidermiş görünüyor, bu onu erkek dolu bir filmin kadın oyuncusu olarak izlediğim kaçıncı film bilmiyorum. Tanrılar olarak Luke Evans, Isabel Lucas ve Kellan Lutz oldukça iyi görünüyorlar. Isabel Lucas bana biraz değişik bir Athena yorumlaması gibi gelse de, kötü değil.
evde denemeyin
Özellikle Luke Evans'taysa beni cidden etkileyen birşeyler vardı. Daha önce gördüğüm hiç bir Zeus gibi değildi. Diğer tanrıların isimleri ekranda pek belirtilmese de Helios, Apollo ve Aries ile (tanrı değildir normalde ama Olimpos'a kabul edilmiş olan) Heracles'i görüyoruz. Bir de tabi hem sesiyle hem görüntüsüyle John Hurt perdede yer alıyor. Zaten sanırım artık bir şekilde onun sesini duymayınca izlediklerimde, eksiklik hissediyorum.
Filmin teklediği, yavaşladığı yerler yok değil mi, tabiki var. Ama genelinde yeteri kadar heyecan dolu bir hikayesi ve güzel oyuncularla çekilmiş, görkemli sahneleriyle bu tür filmin olması gerektiği kadar iyi. Çok incelemediğiniz ya da birşeyler beklemediğiniz sürece tablo gibi sahnelerine eşlik eden epik müzikleriyle oldukça güzel de bir seyirlik. Ve anladığım kadarıyla da devamı olacak gibi.
mükemmeliğin tanımı - cennette savaş

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...