28 Nisan 2011 Perşembe

ÇANAK-ÇÖMLEK

Kanat Atkaya'nın Hürriyet'teki bugünkü yazısı.


Ne çılgın çanak çömlek çıkar o kanaldan!
BAŞBAKAN Erdoğan çılgın projesini açıklamak üzere “Büüüüyük uuusta!” tezahüratıyla podyuma yürüdü.
Laf kanala gelmeden önce İstanbul Boğazı’ndaki tüp geçit çalışmalarının gecikmesini, kazılarda “çanak çömlek”çıkmasına bağlamayı ihmal etmedi.

“Çanak çömlek”ten kastı, kent arkeolojisi bakımından büyük önem taşıyan bulgular.
Daha önce “çanak çömlek” diye andığında “Fesuphanallah” deyip geçmiştim.
NTV Tarih Dergisi ise üşenmeyip “Yenikapı’dan çıkan arkeolojik şeyler” başlığı altında 10 buluntuyu önemlerini vurgulayarak aktararak faydalı bir yaklaşım
sergiledi Nisan 2011’de.
“Çanak çömlek” ne işe yararmış bir bakalım.
* * *
1- İSTANBUL 8500 YAŞINDA: Kazılar sırasında İstanbul’un ömrü uzadı, şehir dünyanın yaşayan en eski kenti konumuna geldi. Kazılarda bulunan balıkçı köyü izleri sayesinde İstanbul’da Neolitik Çağ’da da (MÖ6500-5200) yerleşik hayat olduğu anlaşıldı.
2- EN ESKİ HEMŞEHRİ: İstanbul’un en eski bireylerinin mezarlarına Yenikapı’da ulaşıldı. Bebeğin anne karnındaki pozisyonunda gömülü bulunan en eski hemşehrimiz de güzeller güzeli İstanbul’un ömrünü uzatan bir kanıt. Bu tip mezarların tarihi MÖ 4500’lere uzanıyor.
3- YEDİ URNELER: Yenikapı’daki köyde yedi adet urne bulundu. Urne, yakılan ölünün küllerinin konulduğu kap. Ölülerin hem gömüldüğü hem de yakıldığı bir köy, farklı kültür ve inanıştaki grupların birlikte yaşadığını kanıtladı.
4- NADİR ALETLER, SİLAHLAR: İstanbul’un en eski ahşap alet ve silahları Yenikapı kazılarında bulundu.8500 yıllık yay, mızrak, zıpkın, bumerang ve küreklere parayla değer biçmek söz konusu değil. Çünkü ahşap aletlerin binlerce yıl kendilerini koruması bu keşfe kadar imkânsız kabul ediliyordu.
5- GÖÇ HARİTASI DEĞİŞTİ: Yenikapı kazılarında Thrakların ve Friglerin göçünün haritası, yani tarih değişti!MÖ 1200’lerde Anadolu’ya doğru 150-200 yıl süren göçler başlamıştı Makedonya ve Batı Trakya’dan. Göçün Çanakkale Boğazı’ndan yürüdüğüne inanılırdı. Kazı, göçün İstanbul üzerinden de geçtiğini kanıtladı.
6- EŞSİZ GEMİLER: Bütün dünyada antik çağdan kalma en önemli ve sayıca en fazla gemi koleksiyonuYenikapı’da ortaya çıktı. Thedosius Limanı’nda taşıdıkları mallarla birlikte bulunan 36 batık gemiye değer biçilmesi mümkün değil. İstanbul’un Bizans döneminde neler ihraç ve ithal ettiğini öğrenmek bir yana denizcilik tarihi ve gemi yapımında da eşsiz bilgiler elde edildi.
7- KONSTANTİNUS SURLARI: İstanbul tarih boyunca 3 kez surlarla çevrildi. Septimius Severus’un 2’nciyüzyılda, II. Theodosius’un yaptırdıkları biliniyor. Ancak I. Konstantinus’un 4’üncü yüzyılda yaptırdığı surlar bu kazılara kadar “şehir efsanesi” idi. Efsane bu kazılarda gün ışığına çıktı.
8- BİR KÖY VAR ORADA: Üsküdar kazıları sırasında Khrysopolis keşfedildi. Kalkhedon’a yani Kadıköy’e bağlı bir köydü bu ve yeri de bugünkü Üsküdar Meydanı’ydı.
9- İSTANBUL’U KURANLAR: Sultanahmet’te bulunan bir Frig fibulası (çengelli iğne) şehrin kurucularını işaret etti. Efsaneye göre İstanbul MÖ 7’nci yüzyılda Megara’dan gelen kolonist Dorlar tarafından kurulmuş, adını da kral Byzas’tan almıştı. Bu fibula ise MÖ 1200-1500 yıllarındaki Thrako-Frig göçleriyle gelenleri gösteriyor.
10- BÜYÜK LİMAN: Bu kadar “çanak çömlek” arasında bir de liman, çağına göre dev bir “dünya ticaretmerkezi” bulundu: Theodosius Limanı. Asırlar önce Karadeniz’den Yunanistan’a, Girit’ten Kuzey Afrika’yauzanan bir ticaret ağının merkez üssü!
* * *
Kanal simülasyonu ekranda akıp giderken “Bu kanaldan amma çılgın çanak çömlek çıkar!” dedim kendi kendime.
Artık ne işimize yarayacaksa!
Yumuşak Makine, Sert Heykel
KARS’ta, heykelin yanında yapılan inşaat çalışmasını duyuran tabela, yıkım bitince bir müzede sergilenmek üzere saklanmalı.
Her inşaatta (kaçak olanlar dahil!) bulunan türden bir tabela.
O tabelalarda “İşin adı” bölümü vardır, bilirsiniz.
Kars’takinde aynen şöyle yazıyor:
“İŞİN ADI: İNSANLIK ANITININ YIKILMASI.”
Yıl 2011. Yakışır...
* * *
William S. Burroughs’un “The Soft Machine/Yumuşak Makine” adlı kitabı, halkın namus ayarlarıyla oynadığı gerekçesiyle yasaklandı.
Ahmet Şık’ın basılmayan kitabının yasaklandığı düşünülürse bu kez basılmış bir kitabın yasaklanması bir ilerleme olarak da görülebilir.
1971, Corgi Books baskısı vardır -ucuz, cep kitabı- bende.
Haberi duyunca tekrar okumaya başladım.
Bir ahlakım bozuldu, bir okkalı küfür savurdum ki; kendim bile şaştım.
Yıl 2011. Yakışır.

24 Nisan 2011 Pazar

UNKNOWN (2011)


 Liam Neeson hastalığımdan daha önce bahsetmedim.Yeri geldi söyleyeyim:Kendisini gerek cüssesi sebebiyle olsun gerekse  o "herkesi-herşeyi korurum,her zaman ahlaken doğru olanı yaparım" mesajını veren babacan karizmasından dolayı neredeyse bir tür kişisel "mentor" artı bir kişisel "sword master" olarak görürüm.Genelde en aksiyonu mesajı bol dramaların ilk 15 dakikasında bu görevlerini filmin başta ezik-sonradan canavar olacak karakterine karşı yerine getirip,aynı parıltısıyla sahnelerden çekilir.Adetidir,daha filmin başında bir dolu kahramanlık gazıyla dolu halde,gözü yaşlı,bu dünyada tek başınıza kalmış gibi bırakıp gider biz zavallı izleyiciyi.(Bknz.Star Wars,Kingdom of Heaven)Ayrıca da Kuzey İrlandalıdır,kendime hiçbir türlü engel olamam.

Bu sebeple ustamın baştan sona yer aldığı her bir filme gözüm kapalı dalmaktan çekinmem."Unknown"un haberleri de internette dönmeye başladığından beri beklemedeydim.Yanına da çocukluk arkadaşım Aidan Quinn'le ömür geçirilmek istenebilecekler listesinin en başlarında yer alan Diane Kruger'ı katmış gelmekte olduğunu görünce tamam dedim.Zaten geneli bir Bourne olayı,bir gerilim,heyecan durumu.

Hakkını yemeyeyim,hakikaten bir kimliği çalınan-olayları aydınlatmaya çabalayan adam aksiyonuydu.Fena da değildi.Ama eksikti.Daha doğrusu herşeyinin dozunda olmasından dolayı sadece kendini izlettiren bir orta-karardı.Kovalamacalar,dövüşler,atmosferin sağladığı gerilim,romantizm,merak...hepsi çok iyi ayarlandığından bir türlü "o" seviyeyi geçemedi.Evet film boyunca kim bu adamlar,bu adam gerçek mi söylüyor,niye bunlar oluyor diye merak ediyorsunuz.Olayı çözmeye çabalıyorsunuz,takip sahnelerinde belli bir düzey heyecan yaşıyorsunuz ama o kadar.Hiçbir durumda yerinize mıhlamıyor hikaye."Ortadoğulular her zaman kötü ve cahil değildir.Ama Amerikalılar parası olanın istediği kötülük için çalışır." ve "Avrupa tuhaf bir karmaşadır.Kendi içinde olanlara bile söz geçiremez,diğerlerinin oyunlarını anlamaz." mesajlarını serpiştiriyor hafifçe.
Almanya'nın kültür mozaiğini açıkça sergiliyor puslu atmosferiyle birlikte.Filmin en başında Neeson ve Jones'un bindiği taksi şöforü yol boyu telefonda Türkçe olarak akrabalarıyla konuşuyor,ki bu konuşmalar Almanya'daki Türklere dair pek çok özellik barındırıyor.Kruger'ın canlandırdığı Gina, Balkanlardaki savaşlarda ailesi katledilmiş bir kaçak göçmen ve filmin bir yerinde bir Türk lokantasında çalışıp,Türkçe konuşuyor,oturduğu eski püskü apartmanda bol bol Türk ailesi var.En yakın arkadaşlarından biri Afrika'dan göçmüş ve Almanya'da çalışarak ailesine para gönderen bir Afrikalı.Tüm bunların yanında film bir de "Almanya'yı mahvetti bu gelenler" repliğini taksi durağı patronundan duyurarak olayı tamamlıyor.
Ustayı her şekilde izlemeye devam ederim ama yeteri kadar tat vermiyor film.Diane Kruger yerinde,iyi,hoş.Ama January Jones resmen T-X'in betası gibi.Bir yerlerden Arny fırlasa da kurtarsa bizi diye umdum film boyunca.Yönetmen Jaume Collet-Sera'yı 2005'te House of Wax'te denemiştim,dalga geçilebilir ama gene ayarında bir filmdi(Bu film için tek sebebim de tabiki gençliğimi harcayan One Tree Hill etkisiydi-Bknz.filmin daha ilk yarısında tişörtünü çıkaran Chad Michael Murray).Bunun dışında kendisi bol bol klip ve reklam çekmiş.
Sonuçta pazar akşamı falan evde oturup,patlamış mısır eşliğinde yerinde-ayarında bir gerilim-aksiyon olarak izlenir.

22 Nisan 2011 Cuma

SUCKER PUNCH (2011)


Sanırım bu fragmanlarına göre filmleri izleyip izlememeye son vermek lazımmış.Bugün gayet somut bir kanıtını 2 saat boyunca önümdeki perdede gördüm.Fragmanını izledikten hemen sonra topluca "bu ne bea" diyerek pıskırdığımızı gayet net hatırlıyorum.Yine karşımıza görüntü ve efekt açısından şişirilmiş,bomboş hikayeli tipik bir hollywood son dönem aksiyonu getirmeye çalışıyorlar diye düşündük,düşündüm,zannettim.Değilmiş.
Kabul ediyorum,resmen bir 2 saat oturur,bilgisayar oyunu oynar gibi kafa dağıtır çıkarız dedik.Amaç buydu.Film de zaten bir tür video klipler toplaması gibi başladı.Ama salondan çıktığımızda şöyle diyorduk:Boş değilmiş ya.Hakikaten de değildi.Bir grup genç kızı alıp,bol makyajla,bir de striptizciler gibi giydirip,ortaya salacaklar,arada birkaç hayali dövüş olacak,falan filan diye düşündürten fragmanın aksine filmin dolu dolu bir hikayesi var.Görüntüleri zaten laf edilemeyecek derecede,e üstüne bir de müthiş şarkıların filme göre coverlanmış halleri var.Valla insan sırf bunlar yüzünden film boyunca o takma kirpiklerini taşıyamayan-bayık bakışlı-yuvarlak suratlı emily browning'e bile katlanıyor.
Senaryoyu bir ucundan yazan,prodüksiyonu da yapan,filmin yönetmeni Zack Snyder.Evet o,"300"ü bizlere getiren adamın ta kendisi.Zaten fragmanın ilk saniyelerinden de kolayca kokusu alınıyordu.
Hikayeyse tanıtımında belirttikleri gibi bir tür yetim kız üvey baba tarafından akıl hastanesine postalanır,sonra orada çevre edinip,kaçmaya çalışır mevzusu,temelde.Ama hikaye içinde hikaye,düş içinde gerçeklik,e tabi bir de katıksız aksiyon içinde mesaj kaygısı mevcut.
Çok abartmıyorum ama beğenmemim tek sebebi,çok düşük hatta negatif bir beklentiyle girmemdi filme.Bitiş jeneriği akarken bir ergen arkadaşın da dediği gibi "abi resmen vakit kaybıymış ya."
Tabi gene de arada "White Rabbit" eşliğinde 5 hanımkızımızın ortalığı dağıtmasının bir etkisi olmuş olabilir.
(Film boyu kulaklarımızı çınlatan şarkılar şöyle listenebilir:
  • "SWEET DREAMS (ARE MADE OF THIS)"
  • "WHERE IS MY MIND?"
  • "ASLEEP"
  • "REQUIEM IN D MINOR, K. 626: INTROIT: REQUIEM AETERNAM"
  • "WHITE RABBIT"
  • "I WANT IT ALL/WE WILL ROCK YOU MASH-UP"
  • "SEARCH AND DESTROY"
  • "STABAT MATER: QUANDO CORPUS MORIETUR"
  • "TOMORROW NEVER KNOWS"
  • "ARMY OF ME"
  • "LOVE IS THE DRUG")

21 Nisan 2011 Perşembe

80’lerde Johnny: Platoon ve Private Resort (13 Mart'tan)

“Platoon (1986)” ve “Private Resort (1985)” Johnny’nin (hangi Johnny demeyin artık:p) 80'lerde rol aldığı 3 uzun metrajlı filmden ikisi. Siftahı “A Nightmare On Elm Street” ile attıktan sonra Johnny kendini nedense o zamanın “teen comedy”si olarak adlandırılan türün belki de en düşük örneklerinden biri olan “Private Resort”un içinde buluvermiş. Hem de iki başrolden birinde. Bilinçli bir seçim miydi yoksa her yolun başındaki “bir gün gelecek büyük bir aktör/aktris olacak” çaylağın içine düştüğü yanılsamayı mı savuşturmakla meşguldü, bilemeyeceğim, önümüzdeki 10 yıl içinde kendisiyle karşı karşıya gelip sorabilmeyi umut ediyorum.
Bu facianın ardından bir dizide bir bölüm ve başka bir tv filminde yer alıp, kendini birden 22 yaşının baharında ilk defa ülke dışına çıkarken bulmuş. Oliver Stone kendi Vietnam’ını anlatabilmek için tüm ekibi Filipinler’de çekim öncesi kampa sokmuş “Platoon” için. Bildiğimiz bu askeri kamp için Johnny ilk defa ABD dışına çıkmış, o sıralarda da çoğumuzun Gilmore Girls’de Luke’un Anna Nardini’si olarak görmüş olduğumuz Sherilyn Fenn ile berabermiş. Konu dağılmadan toparlayayım, Oliver Stone Johnny’yi o zamanlardan çok büyük olacağını öngördüğü için başrole düşünmüş. Ama yaşı genç, görüntüsü de toy olunca iş Charlie Sheen’e kalmış.
Evet kabul ediyorum 80’lerde herşey biraz tuhaftı ama Johnny, inanın daha da tuhaftı. Yani aynı, bildiğimiz Johnny’ydi denebilir bir yerde.
Private Resort : Bir saat 20 dakika boyunca devamlı surette şişirilmiş göğüs, dışarı çıkık kalça ve bilimum çirkin 80'ler bikinileri içinde kadınlar izliyorsunuz. Başroldeki Johnny’yi ve Rob Morrow’u da ayrıca çıplak görüyoruz. Bu iki delikanlı nerden ve nasıl geldiklerini anlamadığımız tatil köyüne haftasonu için yerleşiyorlar.
Tek amaçları kadın peşinde iki gün geçirmek çünkü etraf zaten onlarla kaynıyor. Zaten filmin tek amacı da bu. Güya o zamanın American Pie’ı gibi birşeymiş ama alakası yok. Yani iyi ki 10-20 yıl geçmiş de American Pie kalitesine ulaşabilmişiz dedirtiyor. Film her yönüyle kötü de değil elbet. O kadar saçma o kadar basit ki komik buluyorsunuz. Güldürüyor pek çok yerde film. Tabi bunda Hector Elizondo’nun ve o inanılmaz sırıtışın sahibi Rob Morrow’un da payı büyük. İzledikten sonra insan o bir saatini boşuna geçirdiğini düşünüyor önce, ama sonra da amaan izledim-güldüm-düşünmedim deyip geçiyorsunuz.
Platoon : Akciğerine kurşun girmiş insana ‘Endişelenme nasıl olsa sende bundan iki tane var.’ diyebilirsiniz. Amerikalılar ülkede kalmış, besleyemedikleri,ezdikleri serseriyi çapulcuyu psikopatı Vietnam’a kıyıma göndermiş. Eğitimli Amerikalı zengin gençler Vietnam’da özgürlük için savaşıldığını düşünmüş. Ama aslında Oliver Stone-Charlie Sheen nezdinde-Vietnam’da birbirleriyle savaştıklarını anlamış. Charlie Sheen’i oto çöpe alıştıran Willem Dafoe’ymuş meğerse, adamın şimdi bir ton günahını alıyorlar. “Platoon”dan işte bunları öğrendim. Johnny, Lerner adındaki çeviri yapan hippi kılıklı-gitar çalan er rolünde. Filmin ikinci yarısının başında vuruluyor ve tedavi için helikoptere gönderildiğinden sahnelerden çekiliyor ve geriye kalan bir saat boyunca sakalı bitmemiş bir Charlie Sheen’le başbaşa kalıyoruz. Yine bir Vietnam filmi olmasının yanında sırf Willem Dafoe’nin, o- filmin afişine geçen - sahnesi için izlenmeli.

DAĞITTIKLARIMIZI TOPLAYALIM

Malum durumdan dolayı http://neverlandhikayeleri.tumblr.com/ 'da üç beş serpiştirdiklerimi klavye gücüyle geri çağırma vakti.

6 Mart (filhos de gandy-gandy'nin çocukları isimli bir parça,Paulo Coelho'nun blogundan paylaşması vesilesiyle ki aynı şekilde hikayesini de oradan okuyabilirsiniz.)
http://paulocoelhoblog.com/wp-content/upload/G7HZJ2d8GmM.mp3

6 Mart (Friday Night At Sandy Bell's-Edinburgh'daki meşhur barın 2007'deki bir akşamından güzellik.)
http://youtu.be/YUg4WgJ8dus

7 Mart (çektiğim acıya gık çıkarmadığım için şaşıran hanıma ithafen içimden geçmişti)


11 Mart (depremin ardından)


14 Mart (Inception-60 saniyede)

SABRIN SONU

Tuhaf ama hakikaten sanırım blogspot'a ve bloglarımıza artık - yasal(kime neye göre o ayrı da) yollardan - girebiliyoruz. Tuhaflığıysa en son yazıyı gönderdiğim 1 Mart'tan beri ciddi sabır göstermiş olmam. Kendime şaşkınlığım yani. Gerçi bunda 5 adet okkalı yüksek lisans dersinin etkisi de yok değil ama. Olsun o kadar. Kavuştuk ya.
Bu ülkede buna da şükür.
Gene de bir yerlerde olacaktı şu benim ışın kılıcı, bir bulayım, görür onlar.

1 Mart 2011 Salı

#BLOGUMADOKUNMA

Digiturk yüzünden olanlar sonucu, bu sabahtan beri ha kapandı ha kapanacak diye yüreğimiz ağzımızda, sinirlerimiz tepemizde bekleşiyoruz. Sanırım olanları herkes duymuştur artık. Bakalım, son saniyeye kadar devam edeceğiz.

Facebook sayfası

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...