south korea etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
south korea etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Eylül 2023 Çarşamba

Bir Seul Macerası Bölüm X - Gwanghwamun, Deoksugung, K-pop albümleri peşinde


 Cuma sabahı, tıpkı hayallerimdeki gibi bir hanok'un yer yatağında uyandım. Tamam, tam olarak hayallerimdeki gibi zaman yolculuğu yapmış, Joseon Dönemi'ne gitmiş, geleneksel kıyafetlerin içinde uyanmış değildim ama bu kadarı da bana yeterdi. Hanoktaki ilk sabahımdı. Hava serin ama güneşliydi. Önceki gün Lee teyze sabah 8 buçukta kahvaltı hazırlıyorum dediği için tabi saat 8'i gösterdiği anda gözlerim açıldı. Babamla büyümenin yan etkileri işte. Bir saatte bir şey yapılacaksa, kalkılacaksa, bir şey varsa, saatinden önce kalkar, hazırlanır, emredersiniz komutanım şeklinde kapıya dizilirsin.

Gece iyi uyumuşum demek ki bu arada ki zinde uyandım. İlk yattığımda yan odadan bir miktar ses geldi bir süre. İki kişi olduğu belliydi, gün içinde dışarıda olduğumdan karşılaşmamıştım haliyle, kim olduklarını bilmiyordum. Bir iki küt pat oldu, çok sürmedi ama. Sesler kesilince de uyumuşum işte. Bu arada sanırım odamdan biraz bahsetmenin zamanı geldi. Odam, geleneksel hanok mimarisinde, evin evlenmemiş genç kızına ayrılan odaymış, duvarımdaki bilgilendirme yazısından okudum bunu. İki kat kayan kapıdan oluşuyor kapısı. En dışta camlı bir kapı, bu camların arasında bir daha ısı için sanırım şu pat patlı plastik kaplama malzemesi var ya ondan vardı. Bu kapıdan sonra odaya bakan tarafta da bir cam kapı daha. O cam ise kağıtla kaplanmıştı, kağıtla cam arasına kuru çiçeklerden desen yapılmıştı. Lee teyze biz yaptık, çiçekleri nasıl olmuş dedi gösterip, çok hoş olduklarını söylemeye çalıştığımda. Geceleri yattığımda bu çiçekler yattığım yerden tam olarak önümde çok güzel bir manzara oluşturuyordu. Her gece orada, onlara bakarak uykuya daldım.

Odanın ön tarafını bu şekilde tamamen kapılar kaplıyordu, oda dediğim şey yani 3 duvar bir kapı duvarı. Kapılardan girince sol tarafta minik bir oturma taburesi benzeri bir şey ve onun altında da minik bir çöp sepeti konuşmuştu. Taburenin üst kısmında, kapıların üst tarafında, tavana birleştiği noktada klima takılmıştı. Taburenin ucundan hemen yer yatağı başlıyordu, bir ince gibi görünen ama gece hiçbir şekilde üşütmeyen bir döşek. Baş kısmında desenli yorganım katlanmış duruyordu, üstünde de sert süngerden gibi görünen yastığım. Yatağın sol duvarında giysi falan asılabilecek duvar askısı. Yatağın baş kısmında dizilerde hep arkaplanda gördüğüm o minik ama çok gözlü dolap-komodin benzeri mobilya. Onun içinde şehri tanıtıcı rehberler, harita kitapçıkları, poşet çaylar, ses yaptığı için pillerini çıkardığım bir çalar saat, su ısıtıcı gibi şeyler vardı. Üstünde havluların olduğu sepet ile saç kurutma makinesi. Komodinin yan tarafında bir masa ve sandalye vardı. Minik ve sevimli odam işte bunlardan oluşuyordu.

Odayı tutarken kendime ait banyo tuvalet seçeneğine dikkat ederek seçmiştim tabiki. 20li yaşlarımdaki onca geziden ve başka bir ülkede yaşama deneyiminden sonra dikkat ettiğim en birinci özellik bu çünkü bir yere giderken. Hanok odamın tuvaleti ve banyosu da odamın içinde olmasa da sonuçta bana özeldi. Odamın tam karşısında ayrı bir kapının ardında, minik bir kulübe gibi. Ve youtube'daki onca Seul'deki evimi gezelim videolarında rastladığım gibi ayrıca bir duşakabin veya küveti olmayan bir banyo. Yani kapıdan girince tam karşımda son teknoloji bir klozet, oturağını falan ısıtabiliyorum, su fışkırtıp kendimi yıkayabiliyorum ama banyo yapmak istediğimde hemen sağ tarafımdaki lavabodan uzanan duş başlığını alıp, klozet ile kapı arasındaki boşlukta dikilip yapmam gerekiyor. Sanırım uzakdoğuda geleneksellikle teknolojiyi harmanlıyorlar dedikleri kültür tam da bu. Hem kapının önünde hem de klozetin önünde yukarıda duş perdeleri vardı, onları çekiyorsunuz böylece etraf ıslanmıyor. Klozetin hemen bitişiğinde bir de son model çamaşır makinesi vardı ama onu kullanamıyoruz, odamızın hizmetlerine o dahil değil, evin o. Ama şampuan, duş jeli gibi şeyler yer alıyordu lavabonun üstündeki raflarda. Böyle odanın dışında yer alan banyo olunca tabi eskilere döndüm ben. Önce köyde büyükbabamın evinin ilk hallerini hatırladım. Tam olarak böyle ayrı değildi tuvalet banyo ama yattığımız odadan mutfağa geçip, oradan merdivenin başına açık havaya çıkar, iki adım ötedeki tuvalete giderdik. Sonradan hepsi birbirine bağlandı, üstü etrafı örtüldü falan ama işte. Yıllar sonra bu sefer de Kültepe'deki kazıda tuvaletler banyolar odalardan tamamen ayrı bir noktadaydı, gece karanlığında bile kalkıp gitmek zorunda kalmıştım. Neler yaşamışım be.

Cuma sabahı kahvaltısı - bibimbap

Hah ne diyordum? Cuma sabahı 8'de ayaklanıp, mutfağın kapısından içeri daldım. Lee teyze ile Shin amca kalkmışlardı tabi ama kimsenin kalkmasını beklemedikleri ortadaydı. Lee teyze beni görünce hem şaşırdı hem sevindi. Çalışkan karınca Koreliler'e tanıdık gelmiş olmalıyım. Kahvaltıyı daha yeni hazırlamaya başlamıştı, masada tabaklar vardı. Oturdum, hem muhabbet edip, hem onu izledim. O sabahki kahvaltı bibimbap'tı. Türkiye'de bile yediğimde sevdiğim bu yemeği resmen geleneksel bir Kore evinde, has be has Koreli bir teyzenin ellerinden yiyecektim. Ağlamak üzereydim. Çok güzel seramik çanakta malzemeler dizilmişti, yanında soya fasülyesi filizi çorbası minik bir çanaktaydı. Bir yanda kimchilerin yer aldığı minik çerezlik ve gochujangdan bir kaşık bir kasede. Su termosu ve bardak her zamanki gibi masada yanıbaşımda. Su tabiki buz gibi. Kore'de su hep buz gibi. Ben yemeye başlamışken benim yan odam olan yerden oturma odasına açılan kapıdan iki Koreli kız çıktı. Dün akşam gelmişler, başka bir şehirden. Bir tanesi polismiş, diğeri de onun kız kardeşiymiş. Bu ikisini görünce, 40lı yaşlarındaki pek çok Koreli oyuncuya dizilerindeki flashback sahnelerinde liseli rollerini oynatmalarının sebebini anladım. Bu kız kardeşler 40lı yaşlarındaydı demiyorum ama böyle davranış, hal, tavır falan tam olarak o dizilerde izlediğim yan rollerdeki sessiz liseli kızlar gibilerdi ilk bakışta. Ben yemeğimi yerken Shin amca onlarla muhabbet etmeye başladı, kızlar oturma odası gibi olan yerdeki masada oturdular, orada yiyeceklerdi. Shin amca beni de tanıştırdı, biraz da benle muhabbet ettiler. Öylesine birkaç günlüğüne gezmeye gelmişler Seul'e. Hep batıdan turist gelecek değil ya, Koreliler'in kendileri de başka şehirlerde yaşayanları, bu çılgın büyüklükteki şehre gezmeye gelebiliyormuş demek ki dedim. Yemeğimin bitmesine yakın Fransız teyze de çıktı odasından. Yanımdaki sandalyeye oturdu, onunla da konuşarak kahvaltımı bitirdim. Kahvaltının sonuna Lee teyze her sabah bir meyve koyuyordu tabağa, bunu ilk o sabah görmüş oldum. Elma mıydı tabaktaki sanırım, tam hatırlayamıyorum. Fransız teyzeyle onu bölüştük. Shin amcayla o günkü planım hakkında konuştuktan sonra hazırlanmaya odama geçtim.

Gwanghwamun Meydanı'ndaki festival hazırlıkları

Tam bir planım yoktu aslında o gün için. Pazar günü dönüş günüm olacağı için önümdeki bu iki gün, daha önce gittiğim ama aklımda kalan yerlere bakarım ve gelirken almayı düşündüğüm birkaç şey ile hediyeleri alırım diye düşünmüştüm. 10 gibi evden çıkıp Jahamun-ro'ya çıktım, büyük caddede yürüyüp, Gyeongbokgung İstasyonu'nun oraya gelince karşıya geçip, Saemunan-ro 5 ga-gil'e daldım. Bu bölge böyle yüksek yüksek büyük binalarla dolu. Gördüğüm kadarıyla, yanlış anlamadıysam daha çok devlet binaları ve yönetimle ilgili yerlerin yer aldığı bir alandı. Caddeler sokaklar neredeyse bomboştu. Bu yollar beni Gwanghwamun Meydanı'na çıkardı. O meydandaki heykelleri görmek istiyordum açıkçası, bu yüzden bu yolu izlemiştim. Amiral Yi Sun Shin'in ve ünlü kral Sejong'un anıtlarının etrafında okuya okuya, fotoğraf çekine çekine dolaştım. Aslında anıtların altında müzeleri de vardı ve meydanın tam altında kocaman bir metro istasyonunda gezilecek yerler de vardı ama sanki artık sayılı zamanım kaldığını hissediyordum bu şehirde, müze gezerek harcamamam gerekiyormuş gibi geldi o zaman. Hava durumuna çok aşırı güvenmesem de o gün güneşli günlerin sonuncusu gibi görünüyordu, ertesi gün tamamen bol yağmurluydu.

Kral Sejong'e annyeong deyin

İlk karşılaştığım anıt büyük kral Sejong'unkiydi. Sejong, Joseon'un 4.kralı, ayrıca Kore alfabesinin ve birçok bilimsel ve teknolojik icadın da mucidi. Yönetimi oldukça müreffeh, halkı tarafından da oldukça sevilmiş bir kral. En azından tarih böyle yazıyor. Teoride 1418'den 1450'ye kadar hüküm sürmüş görünüyor ama pratikte hükümranlığı 1420'den 1439'a kadar sürüyor. İlginç olan bir diğer yanı, pek çok krallıkta olduğu gibi Joseon'da da en büyük erkek çocuğun tahta geçmesi kuralı varken ailenin 3. ve en küçüğü olan Sejong'un tahta geçmiş olması. En büyük abisi bana ne ben acun firarda olacağım deyip, tahttan vazgeçmiş, öbür abisi de bu dünyayla işim yok öte dünyaya çalışacağım ben deyip keşiş olmuş. Taht da bizim Sejong'a kalmış. Bazen evren her şeyi yerli yerine oturtuveriyor işte böyle. Tabiki değil, bu iki kardeşin tahttan bir şekilde çekilmeleri ile Sejong'un önünün açıldığı, çünkü babasının onu diğerlerinden daha üstün tuttuğu açık ama o da boşuna değil gibi görünüyor yaşlı kralımız Taejong'un günahını almayalım. Belli ki en küçük oğlunun aklı diğerlerinden daha yerinde görününce adam ne yapsın. Sejong'un heykeli tamamen altın renginde. Önünde de mucidi olduğu icatlardan bazılarının replikalarını koymuşlar. Gençler ve çocuklar etraflarına toplanmış, nasıl çalıştıklarını test ediyorlardı. O yüzden çok inceleyemedim.

Sejong'un heykelinden ilerleyince meydandaki su fıskiyelerini, çevre düzenlemelerini izledim bir süre böyle keyifle. Sularla oynayan insanları, etrafta oturanları seyrettim. Bu meydan kısa bir süre önce açıldı, sanıyorum pandemi süresince yeniden düzenleme içerisindeydi. Tüm meydanı toptan yıkıp, kazıp falan her şeyi yeniden düzenleyip yaptılar. Gyeongbokgung yapıldığından beri tarih içinde pek çok önemli olaya şahit olmuş meydanın bu halini Koreliler ne düşünür bilmem ama ben beğendim.

Amiral Yi Sun Shin aşırı karizma duruyor

İkinci heykelimiz Amiral Yi Sun Shin'inkiydi. Japonların 1592-1598 arasında Kore'yi istila-işgal etmeleri sırasında Japon donanmasına karşı birçok zafer kazanmış efsanevi bir komutan kendisi. Hatta savaştığı düşmanları bile onun davranışları ve zekasına saygı duymuş o derece bir amiral. Bu kaplumbağa kabuğu gibi olan ünlü gemilerin de mucidi. Amiralin heykeli pek heybetli. Oldukça yüksekte ayakta duruyor, etrafında yerden fışkıran su çizgilerinin de etrafında tek tek taşların üzerine amiralin kazandığı zaferler ve söylediği ünlü sözler yer alıyor. Kore tarihinde o kadar ünlü ki birçok film ve dizide hikayesi anlatılmış durumda. Hatta bu seneki Kore Kültür Merkezi'nin film festivalinde de gösterilen (gidemediğim) Hansan : Rising Dragon filmi de amiralin Hansan Savaşı'nı anlatıyordu.

Evdeki kahvaltı aslında doyurucuydu ama bir sabah kahvesi çayı içme isteğim de içimde yükseliyordu. Gwanghwamun Meydanı'nda daha fazla şey görebilirdim ama bu sebeple bir kafe bir şey bulayım dedim. Hemen meydanda da bir dolu kafe vardı aslında, Starbucks zaten her yerde.

Kral Gojong'un 40.yıl dönümü anıtı olan o pavilion işte

Meydanın son noktasında karşıya geçip, Jong-ro'ya daldım. Hemen o noktada Gojong'un Tahta Çıkışının 40. Yıldönümü Anıtı'na denk geldim. Temelde bir stel var, onu koruma amaçlı etrafına 3 odalı bir kare yapı yapılmış. Pavilion tarzında (Türkçe'ye köşk gibi çevriliyor ama saçma oluyor yani pavilion deyince aklınızda köşk mü canlanıyor neyse), klasik Kore mimari öğelerini yansıtıyor. Gojong, Joseon Krallığı'nın son kralı ama Kore İmparatorluğu'nun ilk kralı. Çünkü ülke o kadar Japonların bir yandan işgali altına girerken bir yandan da ortalık göçmüş giderken kendini imparator, Joseon'u da Kore İmparatorluğu olarak ilan etmiş. Neyse. Bu anıt da Kore'deki pek çok tarihi yer ve anıt gibi bitmek bilmez Japon işgallerinde yıkılıp, yakılıp, orası burası kemirildiği için yıllar içinde üç beş onarıldıktan sonra 1979'da tam olarak restore edilip, bugünkü halini almış gibi görünüyor. Çok fazla vakit ayıramadım burayı incelemeye ama o kısacık duraklamamda bile düşünmeden edemedim. Şimdi gezerken bu şehirde o kadar çok ve güzel tarihi yer, anıt, heykel vb. görüyorum ki bu şehrin on yıllar süren Japon işgali süresince neredeyse her bir taşıyla oynandığına, yıkılıp yakıldığına inanamıyorum. Günlerdir gezdiğim, hayranlıkla bakıp bana büyük mutluluklar veren tüm bu büyülü yerler aslında göründükleri dönemlerden kalma değil. İçinde zaman yolculuğu yaptığım sarayların çoğu binası en fazla 30 yıl önce yeniden ayağa dikilmiş. Ama düşünsenize tüm bu yakıma yıkıma rağmen her şeyi yeniden yapıp, üstüne bir de acayip bir turist cazibesi haline getirmişler.

Jeon Bongjun heykeli

Jong-ro üzerinde yürüyüp, Cheonggyeongcho'ya döneyim dediğim noktada bir başka heykelle karşılaştım. Orta yükseklikte bir kaide üzerinde bağdaş kurmuş, oturan bir adam. Önündeki bilgilendirme yazısı gibi olan yazı tamamen Korece'ydi (ben mi görmedim acaba İngilizce vardır bir köşesinde muhakkak ama neyse), papago ile çevirince Jeon Bongjun ismi ile karşılaştım. Biraz okuyunca aklımda direkt Our Blooming Youth'un sahneleri gelmeye başladı. Seul'e gitmeden hemen önceye denk gelen dönemde izlemiştim diziyi, 6 Şubat'tan 11 Nisan'a kadar yayınlanan diziyi izlerken konusu çok ilginç gelmişti. Hatta çok kurgusal aslında demiştim, tarihi bir ortamda geçen bir hikayede böyle noktalar olması çok çağdaş gelmişti bana ama hikayenin en azından bir kısmının oldukça gerçeklerden esinlenmiş olabileceğini, bu bağdaş kurmuş heykelin önünde anladım.

Donghak Köylü Hareketi denen bir hareket var Kore tarihinde. 1860'ta Choe Je-u tarafından oluşturulan bu harekete, anlayışa göre insanlar, cinsiyetler eşit görülüyor. Kişi cennetinde kendi içinde taşıyor aslında. İnsan kendi doğasını geliştirerek bu cennete ulaşabilir deniyor. Tabi çiftçi/köylü sınıfı arasında çok yayılınca bu fikirler, fikrin babasını yakalayıp infaz ediyor yetkililer 1864'te. Ama tabiki sözcükler ve düşünceler öldürülemediği için devam ediyor. 1894'te Jeon Bongjun, takıyor çiftçileri peşine, Kuzey Jeolla'daki Gobu bölgesinde yolsuzluk yapan milleti sömüren valinin ofisini basıp, tüm yiyeceği fakirlere dağıtıyor. Ayaklanmanın ardından hükümet yeni bir vali atıyor ve köylülere dokunulmazlık teklif ediyor, yani tamam bize göre suç işlediniz ama size bir şey yapmayacağız deniyor. İşte bu noktada gerçeklerle bizim dizimizin hikayesi ayrılıyor. Dizide kralın ordusunu peşine takan kötü adamımız (bir şey bakanı mıydı başvezir miydi bir şeydi) tüm köyü kılıçtan geçiriyordu. Gerçeklere dönersek, kışkırtıcılara ve katılımcılara yönelik baskının artmasının ardından halkın öfkesi yeniden alevleniyor. Jeon Bongjun diğer Donghak liderlerine haber salıyor, herkesi toplayın diye. 13000 kadar kişi toplanıyor, Jeonju eyaletinin başkentini bir ay içinde ele geçiriyorlar. Bunun üzerine hükümet Çin'den yardım istiyor. Bunu duyan Japonlar ulan Çinliler Kore'nin içinde toplaşıyor durun bakayım diye olaya dahil olmaya çalışınca Jeon Bongjun abi tamam diyor. Yolsuzluk yapan görevlileri cezalandırır, köleleri özgür bırakır ve toprakları insanlara adaletli bir şekilde bölüştürürseniz geri çekiliriz diyor hükümete.

Ama Kore'nin son çöküşünün eşiğinde olduğunun hiçbiri farkında değil. Kısa bir süre içinde Japonlar Seul'ü ele geçiriyor ve bir Japon yönetimi kuruyor. Bakıyor Jeon Bongjun ortada aslında bir Kore ordusu, hükümeti, yönetimi kalmamış, ülke elden gidiyor. Arkasındaki 12000-13000 çiftçi ile birlikte Japonların önüne dikiliyor bu sefer. Ama Japonlar yüzyıllardır adalarında herkeslerden saklanıp, bu işlere hazırlanmış durumdalar. Teknolojileri, silahları var. Çok kötü bir şekilde eziliyor Donghakçılar. Jeon abimiz saklanıyor ama ihanete uğrayıp aynı yılın Aralık ayında yakalanıp, sonraki Mart'ta da idam ediliyor.

Jeon Bongjun heykelinin hemen karşısında Bosingak varmış mesela ama o kadar bir çay kahve bir şey içeyim, sabah sabah pilav yedim kafasına gelmiştim ki görmemişim bile. Oradan Cheonggyecheon'a doğru yürümeye devam ettim. Myeondong tarafına doğru yürüdüm, sonunda çok yorgunum diyerek kendimi Toegye-ro üzerindeki bir Starbucks'a attım. Hayatımda yediğim en güzel şeylerden biri olan o pastanın peşine düşmüştüm. Şu choux creamli pastanın. Mükemmel bir şey. Bir kocaman fincan kaynar kaynar americano ile pastamın keyfini çıkardım (Biri 4000 biri de 6900 wondu.)

12 buçuk civarında Myeongdong'da buldum kendimi. Festival vardı, sahne falan kurulmuştu, iki sanatçı şarkı söylüyordu. Onları izledim, dinledim bir süre. Yine şansıma dedim, çünkü tam benim uçağa binip geri döneceğim gün Seul'de kocaman bir festival başlıyordu. 7 ay önceden bilet alıp, seyahat planla, sonra hiçbir şeyin olmadığı 10 günü seç. Mükemmel bir şansa sahibim.

Music Korea'da albümlere bakıyorum

Myeongdong'un hemen girişinde sanırım Nature Republic dükkanın üst katında Music Korea dükkanı var. Adından da anlaşılabileceği gibi albümler, posterler, kpop ürünleri falan bulunabiliyor. Burası, bu konudaki yerlerin en turistiklerinden biri. Buraya da bakmadım demeyeyim dedim. Bir de Seul'e gelirken kendim için almayı düşündüğüm tek şeyi, bir You Never Walk Alone albümünü daha önce girdiğim o öbür müzik dükkanında bulamamıştım. Burada kesin vardı diye düşündüm (vardı, aldım, 22300 won). Şehrin çok başka köşelerinde, birçok müzik dükkanı daha var tabiki, vakit ve enerji olduğunda oralara bakmak çok daha mantıklı.

McDonalds'a da girdiğim belgesi


Music Korea'dan sonra dolaşmama Myeongdong'daki kozmetik dükkanlarına, şu en bilindik markalarınkine, bir girip bir çıkarak, arada festival sahnesine bakarak devam ettim. Aslında tüm seyahatim boyunca beynimde bir kocaman kum torbası gibi sallanıp duran konuyu halletmem gerekiyordu ama tabiki zordu. Yeğenlerime hediye almak. Hem de Blackpink hediyeleri almak. Blackpink ile ilgili bir şeylere para vermek hiç içimden gelmediği için ve ne alsam beğenmeyecekler nasıl olsa diye düşündüğüm için en zor görevdi bu. Myeongdong'da dolandım, metronun altındaki dükkanları talan ettim. Bir dolu Blackpinkli şey vardı ortada ama işte hiçbir şey yeterli gelmiyordu gözüme. Yorgunluktan - hem fiziksel hem zihinsel - pestilim çıktığı için kendimi bir McDonalds'a attım. Evet o kadar ilginç ve özenli kafenin, restaurantın olduğu bir şehirde McDonalds'a girdim, kendime tükürerek. McDonalds her yerde aynı galiba, içeri girince insana bastıran basıp hava, keskin ve pis koku, yapış yapış yerler, üstleri çöplerle dolu masalar...Burada bile böyleydi. Neden girdim hala bilmiyorum ya da girdim neden bir şeyler yemek istedim. Bir tavuk dürüm gibi bir şey istedim (Shanghai Chicken Wrap gibi bir ismi vardı, 2700 won). Keyif almadım tabi ama yedim. Bir de sanki şeftalili bir içecek aldım ama o güzeldi (onun da ismi Plum Blossom Peachli bir şeydi, 3000 won). Çığlık çığlığa çocukların koşuşturmasını izledim, sonra burada ne yapıyorum dedim.

Deoksugung'a geldik bakalım

Biraz daha hediyeliklere bakındıktan sonra vazgeçip, yürümeye başladım. Nereye gittiğime pek bakmadan, düşünmeden hareket ediyordum o gün. Seul'deki son güneşli günü tamamen dışarıda takılarak geçirmekti amacım. O anda da Deoksugung'a doğru gitmiştim. Saat 3 buçuğu geçiyordu, 5-6 gibi kapanırsa diye acele ediyordum. Bilet gişesini bulmaya çalıştım bir süre. Bilet gişesi Sejong-daero'ya bakan tarafta bir kuytuda kalıyor. Oradan bilet alıp, koşturmaya başladım. Giriş olduğunu işaret eden bir şeyler aradım ama geçen gün yemek yediğim ve yanında sırası upuzun olan wafflecının olduğu tarafı gösteriyor gibiydi. Orada bir saray girişi olabilecek bir yapı yoktu. Zaten sorun aslında şuydu: Sarayın toptan etrafında tadilat gibi bir şeyler olduğu için bir çok şey kapalı ve örtülmüş durumdaydı. Sejong-daero üzerinde koşturdum durdum. O işaret edilen tarafa gittim ama tadilat vardı, burası giriş değildir girmeyin gibi bir şeyler yazıyordu. Ters tarafa koşmaya başladım. Kale duvarının köşesine gelip, ara sokağa daldım. Böyle bir yanda askeri birliğe girilen nizamiye, nöbetçiler falan belirdi. Ben koşuyorum, onlar bana bakıyor. Bir yandan da acaba giriş onların yanında falan mı diye gözlerimle askerleri tarıyorum. Sonra sol tarafta bir tahta rampa belirdi. Kale duvarlarının içine giriyor gibiydi. Ağaçlıklı bir yol. Daldım. Ama içinde ilerledikçe bir bahçeye girmeye başladığımı fark ettim. Burası da sarayın bir parçasıydı ama giriş buradan değildi ve saray yapılarına erişemiyorum gibiydi. Sonunda paniğim sosyal fobimi yendi ve önümden gelen bir aileye sarayın girişini sordum. Lise çağlarındaki kızları ile gezintiye çıkmış bir anne baba. Panik halinde ve koşturan, kan ter içinde kalmış bir kızı böyle üstlerine gelip yol sorarken görünce kızla annesi şaşkınlıkla kaldı, baba konuşmaya başladı. Giriş öbür tarafta gel bak dediler, az önce döndüğüm köşeye kadar birlikte ilerledik. Beni gülümseyerek uğurladılar, onları bırakıp koşmaya devam ettim. Hala saray kapanacak da giremeyeceğim diye koşturuyordum. Hay allahım manyaklık işte. Giriş olarak, az önce gittiğim ve tadilat olan yeri söylemişti aile. Gene burası giriş değildir girmeyiniz yazıcı ile yüz yüze geldim. Ama yılmadım, ilerlemeye devam ettim. Sonunda girişi bulup, girebildim. Her yer inşaattı ama. (Deoksugung bileti 1000 won)


Deoksugung diğer saraylara nazaran biraz daha geç dönem yapıları içeriyor. Günümüz belediye binasının da dibinde.  İsmi erdem ve uzun ömür sarayı olarak çevrilebilir. Kendini imparator ilan eden Kral Gojong (yukarıda da bahsettim) 'un onuruna böyle denmiş. İki saray yapısının bir araya gelmiş hali gibi düşünülebilir. Bir tarafta geç dönem Joseon mimarisi öğelerini taşıyan geleneksel Kore sarayı ile diğer tarafta iki heybetli neoklasik yapı ve Kore'nin ilk Batı tarzı bahçesiyle tamamlanan Batı tarzı bir saray kompleksinden oluşuyor.

Bu saray her iki Japon işgalinde de önemli bir yere sahip. 1592'deki işgalde Uiji'ye kaçan kral Seonjo, Seul'e geri döndüğünde bakmış ortada ne saray var ne köşk. Japonlar her yeri yakmış yıkmış. Bir akrabasının, Prens Wolsan'ın evi-sarayı olan Deoksugung'a gelip, kalmış. O zamanlar adı bu değil tabi. Kral Seonjo'nun zamanı dolup, yerine Prens Gwanghaegun geçiyor. Sarayın ismini Gyeongungung diyor. Kral Injo hoop yerine geçiveriyor sonra. Oralar pek bir karışık ve kanlı. Bu dönemleri aslında The Crowned Clown(2019)'dan, The Tale of Nokdu(2019)'dan biraz biraz öğrenmiştim. Ben sadece bu ikisini izledim ama bu Seonjo ile başlayıp, Injo'yu da içine alan dönemle ilgili ve bu krallar ve prenslerle ilgili o kadar çok dizi ve film var ki. Her birinde ayrı bir şekilde, ayrı bir tarzda ve değişik kurgularla anlatılıyor hikaye.


Neyse Kral Injo tahta geçince bu saray bırakılıyor ve sonraki 270 yıl boyunca kullanılmıyor. Kral Gojong (yine sen) da sığındığı yerden dönünce bu sarayda kalıyor. Hatta tahtı zorla oğluna bıraktırdıklarından sonra da bu sarayda kalmaya devam ediyor. Tam da bu dönemde sarayın ismi şimdiki halini alıyor. Japon yönetimi döneminde yerine park yapılıyor. Dediğim gibi şu anda saray geleneksel yapılarla daha batılı tarzdaki yapıları içeriyor. Önce diğer saraylarda gördüğüm yapıları gezdikten sonra bir de baktım ki mesela karşıma Seokjojeon çıktı. Taş ev anlamına geliyor adı, Harding isimli bir Britanyalı mimar tarafından yapılmış. Kore'nin bağımsızlığının konuşulduğu dönemde Amerikalılarla Ruslar bu binada görüşmüş. Savaştan sonraysa önce Ulusal Müze ardından da Kraliyet Müzesi olmuş. Sonra da Jungmyeongjeon'u gördüm, o da ayrı bir tarz. Sarayın kütüphanesi olarak düşünülmüş ama bir yangından sonra Kral Gojong özel odası falan olarak kullanmış.

İşte böyle, bulutlarla kaplandı gökyüzü

Sarayı gezerken hava bozmaya başladı gene. Birden bulutlarla kaplandı gökyüzü ve buz gibi esmeye başladı. Tüm o görkemli yapıları gezemedim, soğuk gene moralimi bozmuştu. Sıcak bir yere gideyim nereye gideyim diye saraydan attım kendimi ki hemen orada, sarayın karşısındaki kocaman çimenli alanda bir etkinlik gördüm. O havada, kitap okuma etkinliği. Gerçi yalnız ben üşüyor gibiydim. Ben niye bu tüm seyahat boyunca üşüdüm ya? Neyse, ileride bir sahnede sakin bir canlı müzik, etrafta puf koltuklarda insanlar yayılmış, ortada bir kitap standı. Allahım ya, ne güzel ortam. Doğduğum büyüdüğüm ülkede mümkünü yok. Donuyordum ama gidip boş bir puf bulup serildim ben de. Müziği dinledim, insanları izledim, çantamdaki broşürleri okudum. O kadar üşümüyor olsam standdan ben de kitap ödünç alabilirdim, muhakkak İngilizce kitapları da vardı. Çok acıktım herhalde ondan üşüyorum deyip, kapalı ve sıcak bir yemek yerine gideyim diyerek kalktım o çimenlikten gönülsüzce.

İşte o koridor gibi yerdeki Egg Drop

Acayip lezzetli görünüp, beklentimi yükselten tost

Bu da o patates mücveri gibi olan şey - sıfır tuz içeren hani

Kafamda sıcak ve rahat bir yer varken nereye gittim dersiniz? Haritamda işaretlediğim en yakın yiyecek yerine baktım, Egg Drop diye bir sandviç/tostçu görünüyordu. Çimenlik meydandan yukarı doğru yürüyüp, sağa sapacaktım sadece. Kolaydı. Yine Jong-ro üzerindeydim, işaretlediğim yerin tam önündeydim ama öyle kafe tarzı bir yer göremiyordum. Kocaman bir gökdelenin önünde dikiliyordum. D Tower Gwanghwamun'un altında koridor gibi bir yer vardı, iki ucu açık. O koridorun içinde yan yana bir kaç fast foodcu. Biri de benim işaretlediğim Egg Drop. Yani Seul'deki onca Egg Drop şubesi içinden bula bula bunu bulmuştum. Tam da en üşüdüğüm, en sefil gibi hissettiğim anlardan birinde. Oturacak doğru dürüst yer yoktu, iki masa ve birkaç sandalye öylesine koyulmuştu. Koridor gibi yerde zaten resmen tipi rüzgarı esiyordu, caddeden en az 10 derece daha soğuktu. Baktım, menüye bakmaya çalıştım, diğer birkaç insana baktım. Vazgeçip gitmeliydim, az ileride Shack Shack görmüştüm, kocaman ışıltılı, sıcak. Oraya gitmeliydim. En azından. Yine mallığım tuttuğu için aceleyle menüden bir şeyler seçip, beklemeye başladım o soğukta. Minicik bir alanda hazırlıyorlar, kiosk gibi bir cihazdaki menüden kendiniz seçip, ödeme yapıyorsunuz. Hazır olunca yine minicik bir pencereden veriyorlar. Çöp atmaya bile yer bulmak zor. Yarım saat seçtiğim sandviçi bekledim. Bir masada birkaç kız oturuyordu, üstlerinde sanki polisler tarzında üniformalar vardı. Diğer masada da bir adamla minik kızı vardı, onlar kalktı sonra. O masaya geçtim, neyse ki oturuyordum ama orası daha da çok esiyordu. Bekledim de bekledim. Altı üstü bir sandviç ne kadar uzun sürebilirdi ki. Sürdü. Sonunda alabildiğimde yemem iki saniye sürdü. Neredeyse ağlayarak. Avokadolu omletli bir tost sandviç, yanında patates mücveri gibi bir şey, bir de limonata. 10100 won tuttu. Hepsi tuzsuzdu tabi, hatta tostun üstüne bir daha beyaz bir sos var onu gezdirmişlerdi, o da tatlıydı. Yani görüntüsü acayip lezzetli bir şeymiş hissi uyandırıyor, tadı da fena değil ama sanki bir şey eksik (tuz).

Sevimli

Beklerken gözümü diktiğim yandaki dükkana daldım tostum bitince. Akşam evde kendime bir güzellik ederim diye. Çok lezzetli görünen kurabiyeleri satan bir dükkandı. Ben's Cookies'di ismi. Bir çikolatalı bir de yer fıstıklı kurabiye aldım galiba, 6600 won tuttu. Dosdoğru eve gider, mutfaktan çay alır, odamda bağdaş kurar yerim diye hayal ettim. Ama o kurabiyeleri o akşam hanokta değil, taa Ankara'ya dönecek uçağı İstanbul'da beklerken havalimanında güneşin doğuşuna karşı yemek nasip oldu mesela.


Elimde kurabiyelerim hanok evim burnumda tüterken yine içgüdüsel hareket ettim. Bir Coffee Bean gördüm, Jonggak Station şubesinin önüne gelmişim. Böyle hava yarım kararmış, sokaklar boşalıyor, insanlar işten çıkıp eve gidiyor, otobüs durakları dolu. Bir kahvecinin loş ışıkları, üst katının o güvenli, ılık ve mayhoş havası. Girdim içeri, yine o kocaman bardaklardan birinde verdiler siyah çayımı (Earl Grey - 6000 won). Aldım üst kata çıktım. Pencere kenarına oturdum, başım feci ağrıyordu. Seul'e, Kore'ye geleli tam bir hafta olmuştu. Yorgundum, mutluydum, hüzünlüydüm. Camdan dışarıyı izledim. İnsanları. Otobüsleri. Arabaları. Hayatı. Başka bir yaşam gibi gelmeliydi ama sanki benimdi. Hayatımda ilk defa bir haftadır aitmişim gibi hissettiğimi fark ettim. Yalnız ara ara. Ama ait. Bir yere ait. Konuşulanları anlamıyordum bir haftadır ama aittim. Tuhaftı.

Yattığım yerden uykuya dalarkenki manzaram

Eve döndükten sonra odamın önünde oturdum bir süre. Baş ağrım aşırı artmıştı. Fransız teyze, aynı zamanda doktor da olan, yanıma geldi oturdu, onunla muhabbet ettim baya. Arada Shin amca geçti, o da oturdu, muhabbetime daldı. Teyze başımın ağrısı için elime eline aldı, belirli noktalara minik masajlar yaptı. Aynı zamanda alternatif tıp ile de ilgileniyormuş, akupunktur falan yapıyormuş. Shin amca bir şeyler yedin mi bak akşam oldu tüm gün dolaştın başın da ağrıyor açsındır dedi. Yemek yiyebileceğin yerler söyleyeyim, göstereyim dedi. Kendi başına gitmeye, yemeye çekiniyorsan eşlik edelim dedi. Ağlayacaktım ya. Mutlu hissetmekten. Başım çatlıyordu ama böyle sanki evimdeydim, ailem vardı gibi hissettim ilk defa. Başım çok ağrıyor ben odamda yatayım dedim en son.

Zaten kısa bir süre sonra yağmur başladı. Odamın kapısından bahçeyi izledim, usul usul yağan yağmuru. Bir cuma akşamıydı, herkes bir yerlere gitti. Aldığım albüme baktım, yatağıma uzandım, yerden ısıtmanın keyfine bıraktım kendimi. Buradan ayrılmak istemiyordum, bitmesini istemiyordum.

5 Eylül 2023 Salı

Bir Seul Macerası Bölüm IX - Hanok'la tanışma, Changdeokgung, Secret Garden, Uhnyeonggung

Tam bir haftalığına Seul'deki ilk evim,
otele son bakışım

 Perşembe günü otelden çıkış günümdü. Hem yeni geçeceğim yer için aşırı heyecanlandığımdan hem de odadaki saatlerim sayılı olduğundan erken kalktım. Akşam hemen hemen her şeyimi topladığımdan yapacak bir şey yoktu. Odada son kez dolaştım. Manzarama baktım. Tuvaletin düğmeleriyle oynadım. Altı üstü beş günlüğüne bir otel odasında kaldın, ne bu duygusallık derseniz, en başta bir ara da söylemiş olmam lazım, bu benim böyle gerçek anlamda bir otelde ilk defa kalışım sayılır derim. Yani dediğim gibi daha önce birkaç geceliğine başka başka arkadaşlarımla böyle otellerde kaldığım olmuştu ama böyle değildi. Oralarda kaldığımı bile algılayabilecek kadar bir vakit geçirmemiştim. Bu sefer gerçek anlamda bir otel odasında, düzgün bir şekilde, keyfini çıkarabilecek kadar kalmış oldum.

Diğer kalacağım yer, Seochon Guesthouse'un check-in saati 3 gibiydi sanırım. Otelin check-out saatinin de 11 falan olması lazım. Ama o saate kadar bavulum ya otelde bırakmam ya da bu yeni yere bırakmam gerekiyordu. Otelde bırakırsam gezip, gelip otele geri dönmem gerekirdi. O gün için aslında Changdeokgung'a gidebilirim diye düşünmüştüm, bu yüzden bavulu yeni yere bırakmak daha mantıklı olacaktı. Saat 9'u azcık geçerken odadan çıkıyordum. Erken olduğunu çok düşünmemiştim ama erkenmiş. Otelden Seochon'daki hanok'a tek bir otobüsle gidebiliyorum gibi görünüyordu. Kocaman bavulla saat 10 olmadan otobüse atlamıştım. Küçük bavullarım köyde kaldığından evde bir tek bu en büyük boy bavul vardı ama zaten işte her şey deneyim oluyor. Gideceğiniz ülkeye ve kalacağınız yere göre ne götürmek veya ne götürmemek gerektiğini düşünmeniz gerekiyor. Ben bundan önce hep bir şekilde ya öğrenci ya da çulsuz olduğumdan hep ucuz veya olabilecek en donanımsız yerlerde kaldığımdan, en sırt çantalı halimde gezdiğimden, ona göre aklıma gidiyordu. Mesela yanıma ütü, şampuan, tarak, diş macunu vb. gibi şeyleri almama, bavulda ağırlık etmeme hiç gerek yokmuş. Otelde (otellerde yani haliyle, ben ilk defa kaldım sayılacağı için düşünememiştim) çamaşır da yıkayabiliniyordu, kurutabiliniyordu, ütü yapılabiliniyordu. Odaya tüm kişisel temizlik malzemeleri koyuluyordu. Bu gezinin sonunda anladım ki mesela iki parça giysimi alıp, evden çıkıp gönül rahatlığıyla Seul'e gelebilirmişim. Hem otelde ihtiyacım olan her şeyi bulabilirmişim, hem de mesela çıkıp dışarıdan giysi alıp giyebilirmişim. İşte hep ergenlik, hep 20li yaşların çulsuzluğunun hatıraları.

Lee teyzenin ikram ettiği çay
ile pirinçten atıştırmalık

Saat 10'u geçerken Seochon'un taş döşeli minik sokaklarında kendimden büyük bavulu sürüklüyordum. Bulmam biraz zor oldu hanok'u, oysa kolaydaymış. Burası şehrin tam eski/tarihi yerleşimlerinin olduğu bir bölgesi. Sarayların etrafında. O yüzden pek sevimliydi, sokaklarda yürürken böyle tek katlı minik dükkanların, ilginç kafelerin restaurantların arasından geçiyorsunuz. Çoğunluğu eskinin hanoklarından oluşuyor ya da onlardan bozma. Benim kaldığım yer de tam bir eski hanok eviydi. Evli bir çiftin kendilerinin de kaldığı bir ev. Lee Byungun teyze ile Shin Jang Hyun amcanın evi. Bahçe kapısından beni Shin amca içeri aldı, daha ilk gördüğüm anda o kadar sevimli o kadar canayakındı ki. Minik ama pek sevimli bir orta bahçenin etrafında odalar var, hanoklar hakkında az biraz bilginiz varsa hemen gözünüzde canlanmıştır. Ben tabi sabahın erken bir vaktinde damdan düşer gibi geldiğim için onlar da şaşırdı. Bir odanın önünde oturan birkaç teyze ile sohbet ediyorlardı ben girdiğimde. Tam böyle dizilerde yürüyüşe falan çıkan, mahallenin tonton teyzeleri toplaşmış olur ya, hah öyle bir sahneydi. Herkes beni görünce ooo hoşgeldin merhaba merhaba diye gülümsemeye başladı. Shin amca bakın Esra gelmiş Esra gelmiş falan diye beni sürükledi teyzelerin önüne. Türkiye'den gelen ilk misafirmişim, herhalde onun da etkisiyle ben gelmeden önce konuşmuşlar, bahçedeki tüm teyzeler beni tanıyordu. Shin amca ile Lee teyze de beni bekliyordu ama işte öğleden sonra. Biz seni bu kadar erken beklemiyorduk diye bir ne yapacaklarını bilemediler. Odam temiz ve hazır sayılırdı aslında ama birkaç işi daha vardı sanırım. Tam böyle Türkiye'de, bir arkadaşınızın evine ya da komşunun evine gidersiniz de uzun yoldan gelmişsinizdir, sizi böyle kolunuzdan sürükleyerek hemen sofraya oturturlar, böyle herkes misafir etmeye çalışır tam öyle ortam. Shin amca koca bavulumu kenara koydu, beni hemen evin ana yapısındaki mutfağa soktu. Ben şaşkınlıktan ne yapacağımı bilemiyordum, Lee teyze masaya oturtturdu hemen, önüme bir bitki çayıyla pirinçten atıştırmalıklar koydu. Ye ye iç iç diye bana şey yapmaya başladılar, etrafım bildiğim bir evdi, mutfaktı. Lee teyze bulaşıkları düzenlerken benimle muhabbet ediyordu, Lee amca bir oraya bir buraya koşturup o da bana laf yetiştiriyordu. Az biraz İngilizceleri ile benim dizilerden duymaca Korecemi karıştırıp, anlaşmaya çalıştık. Bu mutfağın yanında bir oturma odası benzeri minik oda var, orada bilgisayar masası ve hani bizim salonlarımızda olan gümüşlük, büfe gibi camlı bir dolap olur ya ondan var. Onun içinde tüm gittikleri yerlerden aldıkları hatıra eşyaları, fotoğraflar vardı. Daha sonraki günlerde muhabbet ederken öğrendiğime göre Shin amca gazetecilik gibi bir şey okumuş, bir medya şirketinde çalışmış. Lee teyze edebiyat öğretmeniymiş. İkisi de emekli olup, bu hanoklarında konuk ağırlamaya başlamışlar. Valla çocuğunuz falan var mı diye de soramadım, çok meraklı melahat gibi durmayayım diye utandım.

ayağımda Shin amcanın kocaman terlikleri, odamın önünde

Odam bahçeye açılan bir başka odaydı. Bu mutfakla oturma odasının bitişiğinde bir büyük oda var, benimkisi de onun bitişiğindeydi. Mutfağın içinde bir başka kapıda normal bir oda var, orada bir Fransız teyze kalıyordu. Ahh adını unuttum, o kadar da sohbet ettim. Ben geldiğimde bir uyanıp, tuvalete gitti, o ara merhabalaştık (bonjour'ladı tabiki, Fransız :D ). Ona da bak Esra geldi dediler :D Mutfaktan üst kata merdivenler çıkıyor, üst katta da sanırım teyzeyle amcanın odası ile bir misafir odası daha var. Sonra bir ara o merdivenlerden birazcık çıktım, teyzeyle amca bana duvarlarda asılı eski fotoğraflarını falan gösterdiler. Shin amca odamın kapısını şusunu busunu gösterdi, kilit olayını bir türlü beceremedim. Dedim bu evde niye kilitleyeyim odayı zaten, öyle bir güven duygusu. Odamın önündeki minik çıkıntıya oturdum, bahçe aşırı sevimliydi. Ücretle ve kalışımla ilgili kağıdın çıktısını verdiler, nakit ödemeydi, dedim ben çekeyim geleyim vereyim, sokağa girerken banka görmüştüm. Yok acelesi yok, sonra da verirsin dediler ama içim rahat etmedi, kartla kafayı bozmuşum zaten bu gezide, bir de belli mi olur birşey olur para çekemez hale gelirsem kalmasın öyle. Bir koşu gittim para çekip, geldim. Ücreti verdim, ikisi de çok şaşkındı. Lee teyze dedi sen de benim gibisin, hemen her işi halledeyim yapıyorsun dedi. Bu arada Shin amca alışmış, misafirler herhalde herkes fotoğraf çektiriyor ona ki bana da dedi. Odanın önünde çekeyim seni diye. Öyle ilk gün ilk saatlerimde odamın önünde şiş suratım ve göbeğimle saçma fotoğraflarım var. Bir de whatsapptan ekletti kendini bana, dolaşırken falan bir şey olursa arayabilirsin, bir şey lazım olursa haber edebilirsin falan diye. Yalnız o sabah tüm o curcunadan anladım ki Seul'e ilk geldiğim gün buraya gelseymişim iyi gelmezmiş bana. Çünkü o ilk günlerde otelin o sessizliğine, sakinliğine, tertipliliğine ihtiyacım varmış. Önce kendi hızımla şehri fark etmeli, kendi aklımla ruhumla baş başa kalmalıymışım. Ki öyle de yaptım ve çok iyi geldi. Sonra sonra şehre ve kendime alışınca böyle sosyal bir ortama ve canlılığa girince daha rahat ettim.

Changdeokgung'a girdim, sanırım Injeongjeon'un girişi

Saat 12'ye doğru evden çıkıp, Changdeokgung'a doğru yürümeye başladım. Marketten de yine minik sütümden alıp, inanılmaz bir mutlulukla, bir gönül ferahlığıyla caddede yürüdüm. Hava güneşliydi, ilk günlerdeki gibi sıcak değildi elbette, bulutlar ara ara geçiyordu. Ama mutluydum. Umutluydum. Gyeongbokgung'un önünden yürürken bir hafta önceki o hanboklu halimi hatırladım, hanbokları içinde bir dolu insan karşıdan karşıya geçiyordu. Aslında Changdeokgung'a da hanbok kiralayıp girebilirdim ama ne bileyim o gün öyle bir aklım havada, ayaklarım uçuşuyordu. Changdeokgung aslında sarayların en güzeli diye geçiyor. İkinci en büyüğü ama biraz daha böyle kraliyet ailesinin keyif yaptığı saray gibi. İçinde de bir Secret Garden var ki, asıl olay o. Oraya ayrı bilet almanız gerekiyor. Kendi başınıza dolaşmanıza izin vermiyorlar, rehber eşliğinde grup olarak dolaşıyorsunuz. Çünkü öyle bir bahçe ki kendi ekolojik sistemi falan var. İnternette fazlaca bilet bulamıyorsunuz, yer kalmıyor, aylarca bekliyorsunuz falan gibi şeyler okuduğum için gitmeden önce baya korkmuştum. Maksimum 6 gün öncesinden alabiliyorsunuz internetten bilet gizli bahçeye. Ya gezimin ilk günleri için Ankara'dayken bilet alacaktım ya da gittikten sonra alacaktım. Hangi gün gideceğime karar veremediğimden gitmeden önce almadım bilet. Oteldeyken de bir gece denedim almayı ama tabi telefonumda Kore hattı takılı olduğundan ve güvenli alışveriş mesajı da Türkiye hattıma geldiğinden bir türlü almayı beceremeyince vazgeçmiştim. O gün amaan deyip, girdim Changeokgung'a. Saray girişi için bileti sarayın hemen sol tarafındaki gişelerden alıyorsunuz. Kimsecikler yoktu, hemen bilet alıp girdim. (Changdeokgung bileti 3000 won.)

Injeongjeon'un içindeki taht yeri

Ahh burada her şey ayrı bir güzel

Changdeokgung, 1405'te Joseon Krallığı'nın 3.kralı Taejong'un talimatıyla inşa edilmiş. İlk amacı Gyeongbokgung'un yanında bir tür ikincil saray olarak kullanılmasıymış. Ancak 1592'deki Japon istilası sırasında tüm saraylar yakılıp, yıkıldıktan sonra ilk burayı yeniden inşa etmişler ve sonraki 270 yıl ve 13 kral boyunca Joseon'un ana sarayı burası olmuş. Gyeongbokgung dümdüz bir araziye kuzey-güney doğrultusunda yer alacak şekilde inşa edilmişken Changdeokgung bir dağ yamacına oturtulmuş. Arazinin yapısına uydurularak inşa edilmiş. Arka kısmında o kocaman Gizli Bahçe ile de tüm sarayın atmosfer olarak böyle doğayla uyumlu, insana huzur ve rahatlık veren bir bir hava taşıması amaçlanmış yani.

Öyle yayıla yayıla gezdim Changdeokgung'u, böyle her yerde fotoğraf çektim

Bulduğum her yere oturdum, sarayın havasını içime çektim, hayal kurdum


Hayal ettim de ettim

Changdeokgung'u gezerken bu yüzden belki de daha rahattım. Gyeongbokgung'daki gibi heyecan ve mutlulukla dolu bir halde değil de böyle bir bahçede gezintiye çıkmışım gibi. Bu arada sabah otelden çıkarken pek bir şey yiyecek vaktim olmamıştı, evde de yalnızca Lee teyzenin ikram ettiği bitki çayı ile pirinç patlağını yediğim için karnım kazınıyordu. Saraya yürürken marketten şu Japon dorayakilerine benzeyen bir atıştırmalık almıştım. Sarayın içinde oturacak bir yer bulunca açıp onu yiyeyim dedim. Tam ağzıma sokmuş, ısıracaktım ki iki güvenlik görevlisi yoktan var olmuş gibi üstüme geliyor göründü. Bir şeyler dediler, önce anlamadım, sonra yemememi söylediklerini anlayabildim. Yasakmış saray içinde bir şeyler yemek, hem de tam yasak levhasının yanıbaşında oturmuş yiyormuşum :)

Tam işte burada böyle şahane çiçekler görmüşüm, oturdum. Bir şey yenilmez yazısı da buradaymış. Oturduğum bankın üstünde :)

İşte bunu açtım böyle, yiyecektim

Resmen elimdeydi, ağzıma götürdüm, tam çenemi kapatıp ısırığı alacaktım :)

Sonrasında yürürken yine sarayın içinde Gizli Bahçe'nin girişini ve bilet gişelerini gördüm. Etrafta ne sıra ne başka bir şey vardı. Hızlıca gişeye gidip yazılara bakmaya başladım. Görevli kadın bilet ister misin dedi, var mı oldum şaşkınca. 2 buçuk turuna katılabilirsin dedi, hemen bilet aldım. Bomboştu anlayacağınız. Sonra turda baya insan vardı da, demeye çalıştığım sarayın içinde yayarak gezerken bile bahçeye bilet bulabiliyorsunuz gördüğüm kadarıyla. Ama tabi bu tamamen benim gittiğim tarihlerdeki şansım olabilir. Mesela kiraz çiçekleri zamanı ya da sonbahar foliage'ının olduğu zamanlarda aylar öncesinden dolduruyor olabilirler. Çünkü her tur için 100 bilet satılıyor sanırım, 50 tanesi internetten 50 tanesi gişeden. (Secret Garden bileti 5000 won.)

Saat 2 buçuğa gelmediği için daha, bahçenin girişinin karşısındaki banklara oturup insanları izlemeye başladım. Bir minik öğrenci kalabalığı vardı. Anasınıfı çocuklarıydı muhtemelen, sınıfta öğretmenleriyle gelmişlerdi, aşırı sevimlilerdi, bir süre onları izledim. Sonra az ileride bir hediyelik dükkanı vardı sarayın, onu dolaştım. Saat iki buçuğa geldiğinde girişin hemen içinde bir kalabalığın toplaştığını görünce hemen aralarına daldım. Bu arada bu girişin diğer yanında bir başka giriş var ki orası da Changgyeonggung'un girişi. Bu da bir başka saray, Changdeokgung'u yaptıran Kral Taejong'un oğlu Kral Sejong tarafından babası için yaptırılmış. Planım bahçeden sonra orayı da görmekti ama zamanım ve enerjim yetmedi.

Gizli Bahçe'ye giriyoruz

Bahçedeki ilk durağımız

İlk durağımızın hemen üstündeki yapı, kralın kitap falan okuyup takıldığı yer


Bahçedeki ikinci durağımız

Bahçenin her bir yeri mi çok güzel olur be

Gizli Bahçe'ye oldukça kalabalık bir grup olarak giriş yaptık. Aramıza bir tane rehber kadın geldi. Elinde ince bir mikrofon ve kafasında şapkası ile tamamen hazırlıklıydı. Onun peşine takılıp, bambaşka bir dünyaya adım attık. Etraf tamamen bir ormanla çevrilmiş gibi oldu, her yerden kuş ve böcek sesleri ile dalların arasından sızan güneş ışıklarıyla, burayı böyle 50-60 kişiyle topluca yürüyerek değil de kendi başıma görsem nasıl olur diye düşünmeden edemedim. O kalabalıkta bile o sihirli havayı hissedebiliyorsunuz. Bahçede birkaç durak var, rehberimiz her birinde önce bizi etrafına toplayıp anlatım yapıyor, sonra bir beş on dakika verip, kendimiz etrafa bakmamıza izin veriyordu. İlk gördüğümüz yer dikdörtgen bir havuzun olduğu Buyongji ve Juhamnu'yu dinledik. Sonrasında başka bir havuzun yer aldığı Aeryeonji ve Uiduhap'ta mola verdik. Sonra da Jondeokjeong'u gördük. Bir de toplantı alanı gibi bir yapının yer aldığı bir yerde bilgilendik. Rehber gayet anlaşılır bir ingilizceyle anlatıyor, arada esprilerle keyiflendiriyor. Biz ilerlerken etrafta kendi başına dolaşan insanlara rastlayınca, bir şüphelenmedim değil ama bizim turumuz bitince anladım. Tur bitince, son noktada rehber dedi ki şimdi iki tane dönüş yolu var, istediğiniz birinden dönebilirsiniz. Bu dönüş yolculuğunda kendi halinize bırakılmış oluyorsunuz yani, rehber ayrılıyor, istediğiniz gibi etrafa göz atabiliyor oluyorsunuz. O yüzden ben de dönüş yolunda oyalana oyalana oraya buraya baka baka, etrafı dinleye dinleye yürüdüm. Ama biyoloji beni çağırıyordu, istediğim kadar da keyfini çıkaramadım bahçenin, bir an önce saraydan çıkıp bir şeyler yemem gerekiyordu.

Daom'daki curry'im ve manzaram
Çok güzel bir saatti

Saat 4'ü geçerken saraydan koşturarak ama istemeyerek çıktım. Nereye gittiğime çok da bakmadan karşıya geçtim, sarayın hemen karşısındaki Donhwamun-ro'ya dalıp, yürümeye başladım. Birkaç restauranta denk geldim, Daom diye tertemiz görünümlü bir yer görünce attım kendimi içeri. O saatte benden başka kimse yoktu. Çalışan orta yaşlı, çok sempatik bir abla vardı. Beni görünce İngilizce menüyü verdi hemen. Camın önündeki, dışarı bakan masaya oturdum. Koca bir tabak curry söyledim. Burası tam olarak o daha önce yediğim geleneksel restaurantlardan değildi, biraz daha batı tarzında, kafemsi bir yerdi ama yine tabiki sürahide su ve bardak masadaydı. Valla doya doya yedim, benden sonra bir iki kişi daha geldi. Çok huzurlu, pek güzel bir ortamı vardı kafenin. Yani içimde uyandırdığı his, temizlik. Böyle curry'de hintli kokusu yoktu. Yemeğin yanında gelen - tabiki olmazsa olmaz - kimchilerde o kore'nin balık kokusu yoktu. Her şey temiz, netti. Sadece aşırı tuzsuzdu. Tuptuzsuz diye bir kelime olsaydı eğer öyleydi işte.

Bir saat falan yemekten sonra kalktım, aklımda yine bir plan olmadan, yürümeye başladım. Önceki günlerde pek hoşuma gitmişti, Ikseondong'a doğru gideyim gene dedim. Kalabalıktan giremediğim kafelere bakarım bir belki boş bulurum dedim. Yine o minik sokaklarda, rengarenk yerlerin arasında dolaşırken bu kez bir çay evi gördüm, hani bu geleneksel çay evlerinden. Ayakkabılarımızı çıkarıp, bağdaş kurup oturduğumuz, ilginç ilginç bitki çayları içtiğimiz çay evlerinden. Gördüğüm yerin ismi Tteuran Tea House idi, içeri dalınca pek mutlu oldum. Yaşlıca bir teyze karşıladı, hemen yandaki uzun masada kalabalık bir grup harala gürele muhabbet ediyordu. Duvarlarda raflar, raflarda porselenler, çiçekler, her yer ahşap...O uzun masa normal masa, sandalyeli falan, ayakkabılar ayakta. Masayı geçince ayakkabıları çıkarıyoruz, bir basamak çıkıp, oradaki minik masaların etrafına bağdaş kuruyoruz. Sağ köşede iki genç kız oturuyordu, sol köşedeki boş yere geçtim. Ortamı çok sevdim, menüdeki her şeyi denemek istedim. Bana da o raflardaki gibi minik demliklerde sunulanlardan gelir diye düşünerek bir çiçek çayı seçtim. Yanına da geleneksel tatlıların her birinden yer alan karışık tatlı tabağı gibi bir şey istedim. Tatlı tabağı deyince bizdeki baklavalı dondurmalı tepeleme tabak gelmesin aklınıza. 3 çeşit minik minik şey vardı, hepsi de pirinç ve susamdan. (İstediğim çay Chrysanthemums çayıydı - kasımpatı yani, çay ile tatlı tabağı 7000 + 7000 won = 14000 won tuttu.) Teyze elinde tepsiyle masama geldi. Hiç de hayal ettiğim gibi değildi. Swiss army yazan bir termos, yanında cam bir bardak, onun içinde bir cam aparat daha ve dibinde de çiçekler. Teyze başladı tarif etmeye. Bunu böyle yap, bunu şurdan koy, şu kadar bekle, ekle, şöyle yap. Hiçbir şey anlamadım. Gözlerim kocaman açılmış bakmaya devam ettim. Bir daha anlattı. Baktım yüzünde sinirlenme belirtileri var, haa evet evet tamam anladım süper diyerek gülümsedim. Teyze yanımdan şüphe içinde ayrıldı. Solumdaki kızlar kalktı bir süre sonra, diğer masaya başka bir turist kız geldi benim gibi, batıdan. O daha çok sırt çantalı gezgin gibiydi, o hangisiyden istediyse ona tam benim hayal ettiğim demlikli çaydan geldi. Hem de tarifsiz, kolay olan. Bir süre teyzenin ne demiş olabileceğini düşündüm önümdeki bardağa termosa bakıp. Sonra etrafı kolaçan edip, teyzenin görmediği bir anda termostan bardağıma sıcak su koyup içmeye başladım. Bir saat falan da orada oturdum. Ayaklarım üşümeye başlayınca kalktım.

Tteuran çay evindeki çayım ve tatlılarım - termosu da unutmayalım :D

Bağdaş kurduğum yerden

Bunları eve götüremiyoruz ne demek

Ben de çay evi işletsem olmaz mı

Tteuran çay evinin öbür girişi, allahım her yer sevimli her yer güzel

Ikseondong'tan çıkıp Samil-daero üzerinde yürümeye başladım. Hava iyice bulutlanıp, kararıyordu. Bir baktım Unhyeongung'un önündeyim. Burası da bir tür saray. Tam öyle Gyeongbokgung ve Changdeokgung kafasında olmasa da saray. Joseon'un 26.kralı Gojong'un, tahta çıkmadan önce beklerken yaşadığı saray. Bu türe Jamjeo deniyor. Açıktı ve öylesine bir park gibiydi. Öyle bilet almaca gibi bir durumu yoktu. İçeride birkaç insan, belki birkaç çalışan falan vardı. Böyle bir sonbahar öğleden sonrası, hava kararmış, üşümüşüm, şehrin her yeri kalabalık ama burası bomboş. Aynen böyle bir havası vardı. Daldım içeri. Diğer saraylara göre oldukça küçük sayılabilir burası. 4-5 tane binası ve bir ana bahçesi var gibi görünüyor. Bir bölümünde minik bir müzesi var, Kral Gojong ile Kraliçe Myeongseong'un evlilik töreni de burada yapıldığından bir de kraliyet düğününe dair canlandırmaların olduğu sergi bölümü de var.

Unhyeongung'un girişindeyim

Burası böyle bomboş olunca saray benim diyerek dolaştım

Bu kadarcık işte, diğerleri gibi düşünmeyin



Eve dönüş yolunca çilekler :)

Saat 6 buçuğa doğru artık eve doğru yürüyordum. Hava kararmış gibiydi. Eve varınca bahçede Shin amca ile karşılaşıp, bir süre muhabbet ettim. Odama girip ısınırım diye umutlanmıştım. Ama yer ısıtmasını bu mevsimde tabiki anca yatarken açıyorlardı. Tepede bir klima vardı, onu çalıştırmaya çalıştım ısıtır mı diye, beceremedim. Shin amca ile Lee teyze dışarı çıkmıştı, mesaj atıp, ısıtmayı açabilir miyiz ki dedim. Eve gelince açtılar benim için erkenden. Bu arada tuvalet ve banyo, sadece benim kullanmam içindi ama odamdan çıkıp, bahçeyi geçip öyle girmem gerekiyordu. Tuvalete gelip giderken, arada odamın önünde oturdum, bahçeyi seyrettim. Shin amca ile sohbet ettim. Fransız teyze dışarı çıkacaktı onunla sohbet ettim. Bir aydır burada kalıyormuş. Normalde doktormuş, Nice'te yaşıyormuş. 65 yaşındayım mı dedi, öyle bir şey. Seul'de bir adamla tanışmış, telefonundan resmini gösterdi bana. Onunla buluşacaktı ertesi akşam. Adam dediğim 70-80 yaşında, böyle bembeyaz uzun saçlı bir dede. Modellik yapıyor, defilelere falan çıkıyor. Teyze pek heyecanlıydı. O akşamı öyle muhabbetlerle ve odamın içini dışını keşfetmekle geçirdim. Mutluydum. Değişikti.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...