mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
mitoloji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Eylül 2012 Çarşamba

Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta : Yanartaş tepelerinin ateşi Chimera ve onu yenen kahraman Bellerophon

Uzun vakitlerdir Dehşetengiz Mitoslar yapmamıştık. İşe girmeden önce büyük bir hevesle her hafta yazmaya çalıştığım Mitosları, hayatım memuriyetin zavallı köhne yollarına gömülünce tabiki yapamadım. En son tee aralıkta Altın Saçlı Lorelei'in pek dramatik hikayesini öğrenmişiz, sonra da ben gömülmüşüm depresyona belli ki. Çok da normal bu gömülmem, mitoslara başladığımda her hafta neşeyle, umutla arkeoloji bölümünün mitoloji derslerine konuk oluyordum. Kasımda işe girmemle birlikte küt diye pat diye çat diye kesildi o güzel, mutlu mesut günler (Bu ara böyle, devamlı surette hiç bıkmadan, üşenmeden şikayet edip durabilirim işten, duracağım da hatta, kötüyüm sonuçta. Neyse.).
Dönelim bu haftaki tüyler ürpertici mitosumuza. Bir süre önce Olmypos maceralarımı anlatmıştım. Orada her Olympos gezisinin olmazsa olmazlarından Yanartaş gezisini gerçekleştirmiştim. Yanartaş'ın diğer adı Chimera. Chimera'nın hikayesiyse bu alev saçan toprakların geçmişinde, çok eskilerde yatıyor.
Chimera, korkunç yüz tane kafası yıldızlara değen Typhon ile en az onun kadar ürkütücü eşi Echidna'nın çocuklarından biriymiş aslında. Şeytani gözlerinden zehir, kocaman ağzından kızgın lavlar dökülen Typhon'un çocuğunun da ondan aşağı kalır yanı yokmuş; Chimera da bir aslanın kafasına dişi bir geyiğin bedenine ve bir ejderhanın kuyruğuna sahipmiş. Çoğu zaman bir sürü kafası olduğu görülürmüş. O zamanlar Likya'ya korku saçarmış.
Esasında bu baba Typhon canavarların neredeyse en büyüğü, en delisiymiş vaktinde. Kükremesi bin aslan, tıslaması bin yılan kuvvetindeymiş. Dağları yerinden koparıp tanrıların önüne fırlatırmış. Sonunda Zeus dayanamamış ve gücünü toplamış, diğer tanrılarla birlikte dikilmiş tüm canavarların karşısına. Typhon tutmuş Aetna Dağı'nı koparmış yerinden, tam fırlatacakken Zeus göndermiş yıldırımlarını. Dağ düşmüş geriye, Typhon da altında kalmış. Güzel mi güzel bir perinin kafasına ama bir yılanın bedenine sahip eşi Echidna ise bu savaştan bir mağarada saklanarak kurtulmuş. Yanında da çocukları Nemea aslanı, Cerberus, Ladon, Chimera, Sfenks ve Hydra varken Zeus onların yaşamasına izin vermiş. Demiş ki bu savaştan, tanrıların bu yıkımından geriye bırakılan, yaşamları bağışlanan bu yenik canavarlar diğerlerine gelecekte örnek olsun, ayaklarını denk alsınlar.
Chimera ya da Khimera
http://www.theoi.com/Gallery/M14.3.html
Dedim ya, bu savaştan kurtulan Chimera tanrılara olmasa bile insanlara Likya'da eziyeti az görüyormuş. Dağların tepelerinde ateşler saçan bu canavara düzenli olarak kurbanlar sunmak zorundaymış insanlar. Onu yenecek, Likya'yı bu beladan kurtarak bir kahraman yokmuş henüz.
Bu sırada Corinth'te, kral Glaucus'un bir oğlu olmuş. Bellerophon - Belleros'u yenen adam - adını alan bu çocuk 16'sına geldiğinde maceralara yelken açmak üzere yola koyulmuş. Yolculuğunda Proteus'la tanışmış, arkadaş olmuş. Proteus Likya kralı Iobates'in üvey oğluymuş, Bellerophon'un her bir şeyini pek kıskanırmış aslında. Bizim saf Bellerophon onu kankası bilirken, Proteus bir yol bulsam da kurtulsam şundan dermiş.
Bunun için Bellerophon'un eline mühürlü bir mesaj vermiş, git bunu Likya kralına ulaştır demiş. Bellerophon Likya'ya ulaştığında görmüş ki durum içler acısı. Chimera adındaki bir canavar, her gece dağından inip kadınları, çocukları ve erzakları alıp, götürmekteymiş. Tüm krallık perişan ve korku içinde, dağlar taşlar canavarın kurbanlarının kemikleriyle doluymuş.
Bellerophon mektubu krala ulaştırmış gene de. Mektupta üvey oğlu, bu Bellerophon denen genci öldürmesini istemekteymiş kraldan. Düşünmüş Iobates, direkt öldürürsek biz bunu Corinth'le aynen savaşa gireriz sonu hiç iyi olmaz. En iyisi demiş, ben bunu şu canavarı öldürmeye göndereyim ki nasıl olsa kendiliğinden ölür gider biz de sorana bizi kurtaracak kahramanlık edecekti ama olmadı yazık deriz.
Bizim kanı kaynayan saf Bellerophon'umuz ise havalara uçmuş, yaşasın aksiyon macera olacak kahraman olacağım diye.
Gene de, belki o kadar saf değilmiş. Yola çıkmadan evvel Likya'nın en bilgin adamı Polyidus'a danışmış ne yapayım usta diye. Polyidus ise pek etkilenmiş bu zehir gibi delikanlının cesaretinden, gel bakalım genç demiş. Ona bir güzel kanatlı at Pegasus'tan bahsetmiş, onunla giderse canavarın üstüne, acayip akıllılık etmiş olacağını söylemiş. Ama ufak bir sorun varmış, Pegasus'u evcilleştirmek kolay değilmiş. Eğer Athena'nın  tapınağına gider, bir gece geçirir, ona adaklar hediyeler sunarsa tanrıça yardım edermiş.
Kaynak: Dr. Vollmer's Wörterbuch der Mythologie aller Völker.
Stuttgart: Hoffmann'sche Verlagsbuchhandlung, 1874.
Bellerophon da gitmiş Athena'nın tapınağında bir gece geçirmiş. Rüyasında tanrıça ona görünüp, demiş ki al bak sana altın yular (ya da dizgin, artık siz ne diyorsanız ata konulan o şeye, benim hiç atım olmadı bilemiyorum), bir de o at gider şuradaki kaynaktan suyunu içer. Sabah uyandığında Bellerophon, o altın yuları yanında bulmuş ve hemen koşmuş o suyun kaynağını bulmaya.
Ormanın içlerine doğru ilerlemiş, sonunda çalılıkların çok iyi gizlediği bir noktada pususunu kurup başlamış beklemeye. Pegasus gelip su içmek üzere dizlerinin üzerinde durunca da fırlamış hemen geçirmiş yuları boynuna. Kanatlı atların şahanesi uçmuş, uçmuş üzerinden silkelemeye çalışmış bu densizi. Ama boşuna, Bellerophon vahşi atları ehlileştirmede ustaymış. Sonunda kaderine razı olan Pegasus da bu kahramana hakkını teslim etmiş, yeni efendisi olarak bellemiş onu.
Eline upuzun mızrağını da alan kahramanımız ve atı, pis canavar Chimera'nın yaşadığı uçuruma gitmiş. Mızrağını kaldırıp saldırmış önce Bellerophon canavara ama ateşler saçan Chimera'nın alevlerinden kaçmak için hemen geriye çekilmiş Pegasus. Ama kahramanlar ya akıllılar da aynı zamanda, canavar yeniden nefesini toplarken o arada hemen saldırıp mızrağını canavarın şeytani kalbine saplamış Bellerophon.
Bir elinde canavarın kafası, kanatlı bir atın üstünde uçarak saraya dönen kahraman Corinth prensini gören krallık deliler gibi sevinmiş. Onun bu inanılmaz cesaretine hayran kalan kral da kızını Bellerophon'la evlendirmiş.
Kral Iobates ölene kadar mutlu mesut yaşamışlar Likya'da ama kral ölünce yerine geçmiş Bellerophon. Ve dayanamamış maceracı ruhu yine, duramamış durduğu yerde. Yeni yollar yeni maceralar peşine düşmüş. Karar vermiş en iyisi şu uçan atımla bir gideyim Olympos Dağı'na, tanrıları göreyim demiş.
O böyle kibirli kibirli uçarak yaklaşırken yüce dağlarına, Zeus sinirlenmiş. Böyle kendini bilmez bir ölümlü nasıl olur da bu şekilde bizi görmeye gelir ki diye yollamış bir atsineği üstüne. Biliriz ki her at bir sinekten muzdariptir ve zavallı Pegasus da önüne çıkan bu sineği kovalamaya çalışırken havada taklalar atmaya başlamış. Bizim akıllı Bellerophon'sa düşmüş üstünden, olduğu gibi yere kapaklanmış.
Ama ona en baştan beri yardımını esirgememiş tanrıça Athena dayanamamış gene ve düşüşünü yumuşak bir toprağa denk getirip hayatını bağışlamış. Bellerophon bundan sonra yalnız ve sakat olarak dünyayı dolaşıp durmuş, o şahane atının peşinde, belki bir gün bulurum diye.
Ama ne yazık ki Pegasus hiç dönmemiş geriye.

Ve bizim Olympos tepelerinde, Yanartaş'ın taşları arasından Chimera'dan kalan alevler hiç sönmemiş o vakitten bu vakte.

[Kaynaklarımız: http://www.pantheon.org/articles/t/typhon.html, http://www.theoi.com/Heros/Bellerophontes.html, http://www.pantheon.org/areas/mythology/europe/greek/articles.html]

5 Aralık 2011 Pazartesi

Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta : Altın Saçlı Lorelei'in Öldüren Melodisi

Uzun zamandır Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta yapamadım. Malumunuz, hayatım en salakça dönemeçlerinden birini yaşıyor. O yüzden dedim madem rastladım böyle birşeye, bu haftanın konusu da bu olsun.
Bu sefer o harikulade Yunan mitoslarından bir miktar sıyrılıp, kuzeye, Almanya'ya doğru gidiyoruz. Hatta yine Yunan mitolojisinden farklı olarak bu hikaye, başından beri mitoloji sayılabilecek bir durumda olmayan bir hikaye. 19.yy.da önce bir yazarın, ardından da bir şairin oluşturduğu bir hikaye ve bu hikayenin kahramanının yıllar içinde giderek efsaneleşmesi ve yaratıldığı zamandan çok daha öncesine atfedilmesinden ortaya çıkmış bir "efsane".
Efenim, bugünkü Orta Avrupa'da akmakta olan Ren Nehri'nin Almanya sınırları içindeki doğu kenarında, nehrin en dar olduğu geçit yerinde bir kaya yükselmekteymiş (gitmedim görmedim bilemem). Vakti zamanında güzeller güzeli bir genç kız olan Lore Lay, aşık olduğu adam tarafından kandırılıp ihanete uğrayınca o kadar üzülmüş, o kadar sinirlenmiş ki erkekleri büyüleyip, öldürmeye başlamış. Bunun üzerine yakalanmış, cezası verilmiş. Ancak onu öldürmeye kıyamayan rahip, yanına üç tane yiğit şövalye verip bir manastıra göndermiş. Cezasını orda çekiversin diye. Yolda giderlerken zavallı bahtsız Lore Lay, nehrin o kısmında durup, kayanın üzerine çıkıp, manastıra kapanmadan evvel son bir kez Ren Nehri'ni doya doya izlemek istemiş. Şövalyeler yiğit ya, peki demişler. Kayanın üzerinde manzaraya dalan Lore Lay ne olduysa olmuş, kayadan nehrin serin sularına düşmüş. Bundan sonra da bahtsız güzel Lore Lay'in adını alan kayanın önünden geçenler hep onun mırıltılarını duymuşlar. Ama buradan geçenler erkekse zaman zaman Lore Lay'in altın sarısı saçlarını kayanın üzerinde görüp, melodisini takip ederken güzelliğinden büyülenip nehrin orasında hep kaza yapıp, ölmüşler.
Tüm bu hikayenin nedeniyse 1801'de Alman yazar Clemens Brentano'nun kitabında yazdığı bir şiirdeki olay ile burdan yola çıkıp Alman şair Heinrich Heine'nin 1824'te "Die Lorelei" ismindeki şiirini yazması. Brentano, sevgilisi tarafından ihanete uğrayıp, kayalardan düşen kızın hikayesinden bahsetmiş. Heine de o genç kızı, altın saçlı Lore Lay olarak, denizcileri lanetleyen bir güzele çevirmiş. Ardından besteciler şiire benim de bu hikayeyi öğrenmeme sebep olan melodileri bestelemişler.
Eskiden, yani şiirlerin yazıldığı dönemde, ordaki o kayadan mırıltılar gelmekteymiş. Zaten tüm olayın çıkış noktası da bu. Kayanın iç tarafında eskiden var olan bir şelaleden ve nehrin orasındaki sert akıntıdan dolayı kayalardan mırıltıya benzer sesler yükseliyormuş. Tabi artık etraf ev falan filan dolduğundan duyulmuyormuş bu ses de, onların yalancısıyım.
Heine'nin ünlü şiirinin İngilizce - A.Z.Foreman -  çevirisi şöyle :
"I know not if there is a reason Why I am so sad at heart. A legend of bygone ages Haunts me and will not depart. The air is cool under nightfall. The calm Rhine courses its way. The peak of the mountain is sparkling With evening's final ray. The fairest of maidens is sitting Unwittingly wondrous up there, Her golden jewels are shining, She's combing her golden hair. The comb she holds is golden, She sings a song as well Whose melody binds an enthralling And overpowering spell. In his little boat, the boatman Is seized with a savage woe, He'd rather look up at the mountain Than down at the rocks below. I think that the waves will devour The boatman and boat as one; And this by her song's sheer power Fair Lorelei has done."
Peki ben nerden geldim altın saçlı Lorelei'in hikayesine derseniz, ben de size The Secret Circle'in o büyüleyen, sersemleten, gene yine hep dinlenesi jenerik müziğini - Lorelei'in altın saçlarına ve büyüleme özelliğine sahip Cassie Blake'in melodisini gösteririm :
Yepyeni bir Dehşetengiz Mitosla daha - umarım daha kısa bir aradan sonra - görüşmek üzere efenim.

31 Ekim 2011 Pazartesi

"Upon that night, when fairies light" ama nerden çıktı ki bu Halloween?

Üzerine tee 1900'lerin başından beri kitaplar, incelemeler yazılmış ama gene de tam olarak bir başlama noktası yok. Yani tam da hah şöyle olmuş, böyle birşeymiş de ordan beridir kutluyorlar diyemiyoruz. Çünkü bu dilimize "Cadılar Bayramı" diye çevirdiğimiz Halloween'e dair tüm elementler, simgeler tarih boyunca bir şekilde ordan burdan bir araya gelmiş şeyler.
En bilindik açıklaması şöyle : Günümüzde sadece İrlanda'yı oluşturan adada ve Britanya dolaylarında yaşamışlar gibi düşünülen ama aslında orta avrupa da dahil pek çok yerde yaşamış, iz bırakmış, hristiyanlık ve roma imparatorluğu gibi nedenlerle en son İrlanda kıyılarına çekilmek zorunda kalmış bir halk olan Keltler'in kendilerine özgü bir takvimi vardı. Hemen hemen her halk gibi. The Celtic Year'da da görülebileceği gibi, bir ekme-biçme yılı eylül ve ekimi içine alan son ay Cantlos (şarkı zamanı yani) ile son buluyordu. Bu ayın son gününden hemen önceki gün de Samhain adını verdikleri bir tür festival günüydü. Samhain esasında bir çeşit kötü-şeytani varlığın ismiydi. O günün gecesinde yaşayanlar ile ölüler dünyası arasındaki perdenin inceldiğini-açıldığını ve bu sayede Samhain ile diğer ruhların bizim dünyamıza geçebildiğini düşünürlerdi. Bu kötülüklerden korunabilmek için de korkutucu şeylerle döşerlerdi etraflarını. Ayrıca Jack ile şeytanın hikayesinin de bu halka ait olduğu düşünülüyor. Jack adındaki oldukça kandırıkçı bir kişilik, ölmemek için şeytanı kandırmaya girişmiş. Sonunda da bir anlaşma yapmış onunla, öldüğünde kendisine dokunmayacağına dair. Gel gelelim bu akıllı Jack ölünce, kimse ona dokunamadığından ruhu ne cennete ne de cehenneme girebiliyormuş. Öylece ikisi arasında dolanmaya başlamış. Arafta böylece dolanan Jack yolunu görebilsin ve ruhlara da yol gösterebilsin diye şalgamdan oyulup, içine ateş konulan fener vermiş şeytan. Bu gelenekler ve Samhain için tahmini tarihlerimiz en fazla M.Ö.1.binyıl ile en az M.S.1.binyıl. Ancak bunu öğrendiğimiz en erken belgeler milattan sonra 10.-11.yy.lardan kalma hristiyan papazların kaleme aldığı belgeler.
Yine aynı binyıl - milattan sonraki - içinde, hristiyanlık kilisesi daha öncesinde mayıs da dahil çeşitli tarihlere alınmış, azizler şehitler gününü 1 kasım tarihine aldı. M.S.800'lü yıllara rastlayan bu kararla geniş bir Avrupa coğrafyasında 1 kasım tüm azizler yani all hallows günüydü. Bu günün öncesindeki gece de doğal olarak all hallows evening oluyordu ki bu da ismin kökenine dair en mantıklı açıklamayı oluşturuyor (hallow-even-->hallow-een). Ancak bu isme de 16.yy.dan önce rastlamıyoruz.
Bu şekilde ortaya çıktığı düşünülen Halloween'de insanların neden korkutucu şeyler giyindiklerini veya evlerini bunlarla doldurduklarını söyledim. Ayrıca çocukların kapı kapı dolaşıp "trick or treat" yapması da yine aynı mantığın devamı gibi görülmüş. Yani Samhain ve kötü ruhlar kapılarına geldiğince onları memnun etmek ve göndermek için ya şeker verilir ya da korkutup kaçırmak için bir numara yapılırmış. Bu inanışın çocukların kapı kapı dolaşmasına dönüşmesi ise büyük olasılıkla, Noel döneminde yoksulların yiyecek için evleri dolaşması geleneği yol açmış olabilir deniyor.
İrlanda'da içi oyulan şalgamlara karşılık, 17.yy.da (emin değilim şu an 18 de olabilir araştırmam lazım) Amerika'ya göçenler orada daha iyi bulunan kabakları oyma ve lamba yapma yolunu tercih etmişler. Bildiğimiz Jack-o-lantern yani.
resim The Steampunk Home'dan.
Sonuçta hakikaten bir kelt festivalinin yansıması mı yoksa tanımadıkları ve inançlarına saygı duymadıkları halklar hakkında türlü ilginçlikler uydurmaya meyilli hikayeci papazların yaratması mı bilinmez, Halloween her yıl içi pagan kalmış dünyanın bir tuhaf festivali olmaya devam ediyor.
Ve bence bu geceye en yakışanı Practical Magic'in cadıları ile birlikte pencereden üfleyeceğimiz çiçek yapraklarının, yazın bittiğini haber veren gece ayazına doğru uçuşmalarını izlemek. İnanın veya inanmayın.

15 Ekim 2011 Cumartesi

Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta : Polyphemus'u Kör Eden Odysseus ve Tanrıların Doğuşu

Geçen hafta anlatmıştım Dehşetengiz Mitoslara neden başladığımı (burda.). Bu haftaki mitoloji dersimiz çok fena doluydu. Bir yığın resim, kabartma, vazo, amfora, resim gördüm, inceledim, hikayelerini dinledim, okudum.
Hesiodos'un bronz başı
İlk önce Yunan şiirinin milattan önceki zamanlarındaki bir diğer ve çok önemli şairinin varlığından haberdar oldum : Hesiodos. Homeros'u bilirdim elbet, herkes gibi. Roma dönemindekilere de rast gelmişliğim vardı şairlerin, ama Hesiodos'la hiç karşılaşmamıştım. Ya da karşılaşmıştım da belki, kim olduğuna dikkat etmemiştim. Kendisi M.Ö.8.yy.da yaşamış. Anadolu'nun batı ve kuzeybatısına o zamanlar verilen isimlerden biri olan Aiolia'daki Kyme (İzmir-Aliağa'da bugün) şehrinden Boiotia'nın (ki burası da o zamanın kıta Yunanistan'ında merkezde bir bölge, Attika'nın hemen yanı) Askra şehrine göç etmiş. Babası Dios ticarette başarısız olunca, topraklarını iki oğlu Hesiodos ve Perses arasında paylaştırıp, herkes kendi yoluna demiş bir saatten sonra. Bu Perses bildiğiniz arıza kardeşmiş, Hesiodos da düzgün kardeş. Perses har vurup harman savurmuş elindeki avucundakini, borca düşmüş, mahkemelere taşınmış. Hesiodos da yardım etmiş vaktinde. Anladığım kadarıyla bu Hesiodos Antik Yunan edebiyatının biraz şey figürü, hani Homeros tüm o tanrıların, ölümsüz-ölümlü kahramanların destansılığını anlatırken, Hesiodos zenginleri ve sistemi yeren şeyler söylermiş nerdeyse. Hatta Azra Erhat da yazmış "konu edindiği dünya öyle başka bir dünyadır ki; iki ozanı (homeros-hesiodos) karşılaştıran bir yarışma olduysa gerçekten, Hesiodos'a bağımsızlık ve özgürlük ödülünü vermemek elden gelmez." diye. Çiftçilikte, ekip biçmekle, günlük işlerle ilgili şeyler anlatmış bol bol. Kendi de çobanlık yaparmış zaten. Çobanlık yaparken zaten şiir yazmaya başlamış. Zeus'un kızları Muse'ler (bizim tabirimizle ilham perileri) görünürmüş dağda Hesiodos'a, o da şiir yazarmış böylece. Elimize tastamam ulaşan iki eseri var, daha doğrusu onun olduğu düşünülen. Bir "Work and Days" diye eseri ki bahsettiğim üzere günlük işleri, çiftçiliği falan anlatıyor; bir de "Theogonie" yani adından da anlaşılacağı üzere - teoloji gibi yani - tanrıları anlatıyor.
"Doğrusu başlangıçta sonsuz uçurum (Kaos) vardı, sonra da Yer (Gaia) ve Aşk (Eros)...Gaia yıldızlı Gök'ü, Uranos'u doğurdu, kendisine eşit ve kendisini tamamen kaplayacak biçimde. Gaia' nın Uranos'la birlikteliğinden altı erkek yani Titan'lar altı kız yani Titanid'ler, tek gözlü Kikloplar (Cyclops tekili, Cyclopes çoğulu), yüz kollu Hekatonkheir'ler doğar. Bunlar öz babalarınca sevilmiyorlardı. Çocuklardan biri doğunca, Uranos onu Gaia'nın derinliklerine gömüyor ve huzur duyuyordu; oysa Gaia inildiyordu. Dolayısıyla Gaia bir kurnazlık tasarlar : Çocuklarını ayaklanmaya teşvik eder. Korku tümünü sarar. Bir tek Kronos annesine yardımcı olacağına söz verir. Annesinin yapımı bağcı bıçağıyla Kronos babasının cinsel organını keser ve denize atar. Ölümsüz tohumdan Afrodit doğar; bu ad köpükten doğmuş anlamındadır. Kronos, erkek ve kız kardeşlerini Gaia'nin derinliklerinden kurtarır. Uranos'un yarasının kanından Erinyalar ve Devler doğar."
Bir başka anlatımı da şöyle :
"Hesiodos’a göre başlangıçta yalnızca Khaos yani esneyen boşluk vardı. Sonsuz ve karmaşık Khaos bir gücülükten başka bir şey değildir, böyle olmakla kavranılamaz bir şeydir. Khaos’tan Nyks (Gece) ve Erebos (Yer altı ya da ölülerin bulunduğu dipsiz boşluk) oluşmuştur. Nyks, Khaos’un kızı, Erebos da oğludur, Nyks’den ve Erebos’tan Eros (Aşk) olmuştur, onun olmasıyla düzen ve güzellik karmaşanın yerini almıştır. Eros, Ether’i (Işık) ve Aitheros’u (Gün) oluşturmuştur. Bu arada “her şeyin sarsılmaz temeli” Gaia (Yer) ortaya çıkmıştır. Gaia da Uranos’u (Yıldızlı gök) oluşturmuştur. Daha sonra Gaia ve Uranos başta Okeanos olmak üzere pek çok varlığı oluşturmuşlardır, bu varlıkların başında Kyklops ve Titan’lar gelir. Gaia’yla Uranos’un çocukları Kronos ve Rea tanrıların başı Zeus’un ana-babasıdır. Kyklops denilen devler alnının ortasında iri bir gözü olan yaratıklardır. Dağlar kadar iri olan bu yaratıklardan sonra Titan’lar gelmiştir. Titan’lar da üstün güçleri olan varlıklardır, bunlardan tanrılar oluşmuştur." (Düşünce Tarihi, Afşar Timuçin)
Eleusis amforası, proto-attika işi,M.Ö.650. Eleusis Müzesi'nden.
Hesiodos'un da bahsettiği Gaia ile Uranos'un çocuklarından olan bir çeşidi de Kikloplar. En ünlüleri Poseidon ile bir Nymph olan Thoosa'nın çocuğu olan Polyphemus. Bizim Odysseus vakti zamanında Troia'daki savaştan dönerken, yolu bu kiklopun mağarasına düşmüş. Daha doğrusu kiklopların adası olarak bilinen adaya rast gelmiş gemisiyle ve adamlarıyla birlikte yiyecek ve içecek bulmak amacıyla keşfe çıkmış. Polyphemus'un mağarasındalarken, kiklop gelip mağaranın ağzını kocaman bir taşla kapamış ve Odysseus ile adamları içerde kalmış. Sonra her gün iki adamı yemeye başlamış Polyphemus. Bir gün bir koyununu aramaya çıkınca kiklop, Odysseus bir plan hazırlamış. Bir sopanın ucunu ateşte kızdırıp, bir kenara saklamışlar adamlarıyla. Polyphemus geri döndüğünde Polyphemus'a bir yemek hazırlamış ve Maron'dan aldığı şarabı ikram etmiş kiklopa. Polyphemus şarabı kana kana içmiş, yavaş yavaş uyuşup, uyuklamaya başlamış. Bu arada Odysseus'a ismini sormuş, o da "Hiçkimse (Nobody)" demiş (sanki Jim Jarmusch da Odyssey mi okumuş ne :p ). "Öyleyse bir dahaki öğüne seni yiyeceğim Hiçkimse" demiş Polyphemus da uykuya dalarken.
Atina siyah figürlü oinochoesi M.Ö.6.yy. Louvre Müzesi'nde şimdi.
O öyle dalınca, Odysseus da adamlarının yardımıyla kızgın sopayı tutup, kiklopun alnının ortasındaki tek gözüne sokuvermiş. Kör olan Polyphemus deliler gibi bağırıp, diğer kikloplardan yardım istemiş, "Hiçkimse beni kör etti!" diye. E tabi onlar da bu bizimle dalga mı geçiyor diye bakmamışlar haline. Ertesi sabah Odysseus yine o dahice fikirlerinden (hiç eksik olmaz o fikirleri zaten. Koskoca Troia yerle yeksan oldu senin yüzünden Odysseus mutlu musun şimdi ha? Deli oluyorum ben bu Ody'ye. Bir git, düşünme sen diyesim geliyor.) birini hayata geçirmiş. Kendini ve adamlarını, kiklopların koyunlarının altına bağlamış. Sabah da koyunlar otlatmaya çıkarılırken, Polyphemus özellikle sırtlarını yoklamış koyunların. Hani bu serseriler beni kör etti görmeyim diye, koyunlara binip gitmesinler gibisinden. Ama tabi hayvanların sırtında bulamayınca adamları, çıkartmış koyunları otlatmaya. Odysseus ve adamları kaçmayı başarıp, gemilerine atladıklarında Odysseus geriye bağırmış Polyphemus'a, "Ben hiçkimse değilim. Odysseus'um. Leartes'in oğlu, Ithaca kralı!" diye. O kadar zekice plan yap, kurtul, sonra ettiğine bak Ody. E adını öğrenen Polyphemus, babası Poseidon'a yakarmış tabi. Poseidon da deli olmuş Odysseus', eve dönüş yolunda fırtınanın belanın bini bir para olmuş Odysseus'a. Ama tabi kocaman bir destanın, Odyssey'in konusu.
Sperlonga Mağarası
Bu Polyphemus'un kör edilişi meselesine dair önemli bir heykel eser Sperlonga mağarası diye bir yerde bulunmuş. Sperlonga bugün İtalya'da Lazio'ya bağlı, Roma ile Napoli arasında bir sahil kasabası. Roma döneminde o zamanlar pek moda olan bir sahil kasabasında bir de dağlık yörede villa sahibi olma durumuna uygun düşerekten imparator Tiberius'un bir villası varmış. Villa kompleksi üç kısımdan oluşuyor; bir villanın kendisi odaları falan, bir de sahile yakın bir teras ile mağara. Mağara asıl anıt kısmını oluşturuyor. Girişin hemen arkasındaki bir kare tabanla iç mağara kısımlarından oluşuyor mağara da. Bu giriş kısmında dikdörtgen bir ada var, yemek odası olarak kullanılan. Burda durulduğunda iç kısımdaki heykellerin ve sanat eserlerinin görülebildiği şekilde yapılmış. Orda bulunan heykeller günümüzde Sperlonga Müzesi'nde görülebiliyor.
Odysseus ve adamları Polyphemus'u kör ederlerken, mağaradan bulunan heykel. Sperlonga Müzesi'nde.

7 Ekim 2011 Cuma

Aidoneus, Arachne ve Polyxena'nın Dehşetengiz Mitosları

Bayılıyormuşuz bu uzak geçmişle ilgili dehşetli, tehlikeli, efsanevi, inanılmaz, kanlı, vahşi ve bol aksiyonlu, doğaötesi hikayeleri yaratmaya. Dinlemeye de bayılıyoruz ki, bu hafta dinleyici makamından katıldığım lisans dersleri arasında en rağbet göreninin mitoloji dersi olması oldukça anlaşılır.
Ders baya eğlenceli aslında, yıllar yılı kitapçılardan arayıp tarayıp eve getirdiğim ve utana sıkıla roman niyetine okuduğum kitapları ders kitabı olarak, derste okuyorlar ve güzelim sanat eserlerini, vazolarını, tablolarını ders konusu olarak inceliyorlardı. 5 yıl boyunca mühendislik fakültesinde neden dolanıp durduğuma inanın akıl sır erdiremedim.
Bu mitolojinin Theseus'u
Her neyse, bundan sonra bu şekilde düzenli olarak derslere girebilirsem her derste deli gibi not aldığım şeylerden yola çıkarak öğrendiğim hikayeleri paylaşmaya karar verdim. Çok eğlenceli olacak, ciddiyim.
Bu haftaki ilk hikaye Aidoneus'un Hikayesi. Epirus'taki Molossianların kralıymış ve Persephone'nin kocası olarak bilinirmiş. Epirus bugünkü İtalya ile Arnavutluk arasındaki bir bölge. Molossianlar da orda yaşayan bir kabile. Persephone ise Zeus ile Demeter'in kızı, şimdilik öyle diyeyim. Bu kasımda sinemada da izleyeceğimiz ünlü Atinalı Theseus vakti zamanında Pirithous'un da yardımıyla, yine bildiğimiz hani şu güzeller güzeli olan Helen'i Aphidnae'ye götürüp, sakladıktan sonra Epirus'a gitmiş. Aphidnae, Atina'nın kuzeyinde bir yer bu arada.  Amaçları, onca yorgunluktan sonra gidip, Aidoneus'un kızı Kore'yi Pirithous'a almak, kendilerini bir nevi ödüllendirmekmiş. Saf kral Aidoneus önce bu iki misafiri iyi, namuslu adamlar zannetmiş. Kötü bir amaçları olduğunu düşünmemiş, bir güzel kızı Kore'yle Pirithous'un evlenmesini onaylamış. Ama bir şartı varmış, Pirithous kralın Cerberus adındaki köpeğiyle dövüşüp yenerse.
Bu da bizim Theseus-Henry Cavill
Ancak sonradan kral, bu iki serserinin kızını kaçırıp, gönül eğlendirmek için oraya geldiğini keşfetmiş. Tabi küplere binmiş ve Pirithous'u köpeğine öldürtmüş, Theseus'u da rehin almış. Theseus'u sonradan ancak Heracles'in (yani bizim Herkül oluyor kendisi) ricasıyla serbest bırakmış. Schmitz'in 1876'da yazdığına göre Aidoneus esasında Hades'in (yeraltı tanrısı diyelim şimdilik)  bir başka ismiymiş. Yani normalde Zeus'la Demeter'in Kore ismindeki kızını, Hades kaçırır ve yeraltına götürür, ona Persephone ismini verir ve karısı yapar.
Velasquez'in Las Hilendras tablosu. Soldaki Athena, sağdaki Arachne.
İkinci hikayemiz Arachne'nin Hikayesi. Arachne, Lydia'da yaşayan Colophonlu Idymon adındaki bir ip-kumaş boyama işi yapan bir normal adamın kızıymış (Colophon şehrinin kalıntıları günümüzde İzmir-Menderes'te). Ama o kadar güzel ip eğirir, dokurmuş ki herkes hayran kalırmış. Yalnız belli ki pek de alçakgönüllü bir kız değilmiş, çünkü gayet övünerek gezermiş. Benden daha iyisi, daha güzel dokuyanı yok diyerek. Tabi dokuyucuların tanrıçası olarak da bilinen Athena bunu duymaz mı? Hırsından köpürmüş.
Tizian'dan devşirme Rubens tablosu, Abduction of Europa
Hemen yaşlı bir kadın kılığına girip, Arachne ile bir dokuma yarışmasına girişmiş. Athena dokumasında gayet de övündüğü, Poseidon'a (hani deniz ve fırtına tanrısı olan, Percy Jackson ve Olimposlular da vardı ya) karşı kazandığı bir zaferi resmetmiş. Arachne ise Zeus'un ölümlü üç kadınla, Leda, Europa ve Danae ile olan aşk ve ihanet maceralarını anlatan bir dokuma yapmış. İkisinin dokuması da mükemmelmiş bu arada. Öyle ki Athena bile vay bea, en az benimki kadar iyi, hatta nerdeyse benimkinden bile iyi demiş kendi kendine. Ama Arachne'nin seçtiği konuya sinirlenmiş, sonuçta kendisi de bir Olimpos tanrıçası ya, gücüne gitmiş. Tanrıça haline geri dönmüş hemen ve Arachne'yi iplere asmış öldürmek için. Ama dayanamamış böylesi yetenekli bir ölümlünün ölüp gitmesine, örümceğe çevirmiş genç kızı. Ki böylece asılı olduğu o ipleri gittiği her yere, dokunduğu her şeye örsün dursun diye. Bu sebepten Yunanca'da Arachne örümcek demek.
Attika işi siyah figürlü amfora, M.Ö.570-550. Neoptolemus'un Polyxena'yı kurban edişi.
Ve bu haftanın son hikayesi Polyxena'nın Kurban Edilişi. Ünlü Troya Savaşı'na uzanıyoruz şimdi de. Hikayeye girmeden önce savaş sırasında yaşanan birkaç şeyden bahsetmek gerek. Savaş sırasında, ünlü kahramanımız yenilmez Achilleus, Troya kralı Piriam'ın kızlarından biri olan Polyxena ile karşılaşmış Apollon Tapınağı'nda (hayır filmdeki Bruseis yalan, ama onun 'storyline'ı bundan mı çalıntı, evet kesinlikle.). Gel zaman git zaman sohbet, muhabbet ilerletmişler ve hatta Achilleus'un hoşuna gitmiş bu hanımkız ve onun yarenliği. Gereksiz insan Patroclus'un ölümünün ardından da teselliyi Polyxena'da bulmuş Achilleus mesela. Ama ağzından da kaçırıvermiş bir ara bu tek zayıf-ölümlü noktasının topuğunda olduğunu. Vatansever ve de pek gururlu Polyxena da ağbilerine yetiştirmiş bu bilgiyi. Kandırıp Achilleus'u evleneceğiz diye, kumpasa getirmişler ve Paris atmış okunu Achilleus'un topuğuna. Achilleus'un hayaleti görünmüş Yunanlara sonra, şu biip kadını mezarı başımda öldürün demiş. Savaş bitip, Troya da düşünce evlerine ailelerine dönme hevesindeki Yunanlar denize açılacakları vakit, yelkenlerine rüzgar doldursun diye tanrılara insan kurban edeceklermiş. Önemli bir kurban vermek gerekmiş ki rüzgar bir uçurmaya Ege'nin karşı kıyısına atıversin onları diye. Polyxena kendisi çıkmış öne, nasıl olsa Troya düşmüş, onlar da rehine olmuşlarken, bir de üstüne köle olarak yaşamak istememiş. Annesi kızkardeşleri ağlamış, yalvarmış ama ne fayda. Polyxena kararlıymış, sadece birşey rica etmiş Yunanlardan, bir köle gibi değil de olduğu üzere, bir prenses gibi ölüme gitmek. En güzel giysisini giymiş, saçını başını güzelce yapmış. Çıkmış Yunanların önüne. Herkes hayran kalmış ona, güzelliğine, asaletine. Dokunmaya cesaret edememişler. Ama yapılması gereken kaçınılmazmış, Achilleus'un oğlu Neoptolemus da babasının intikamını ne olursa olsun alacakmış.  Askerlerin tuttuğu Polyxena'nın boğazına sokuvermiş hançerini, kanlar olduğu gibi toprağa fışkırmış. Ölürken tek dileğini kendi gerçekleştirmiş Polyxena, kanlar içinde yere yığılırken giysisiyle sarıp sarmalamış kendini, kapamış göğsünü. Görenler onuruna hayran kalmış.
Böylece Dehşetengiz Yunan Mitolojisi'nden bu haftalık bu kadar.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...