4 Eylül 2018 Salı

The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society (2018)

II.Dünya Savaşı'nın ardından yazar Juliet Ashton Guernsey Adası'nda yaşayan Dawsey Adams adında birinden bir mektup alır. Dawsey adalarındaki kitap kulübü için çok sevdiği bir kitabı nerede bulabileceğini sorar mektubunda. Merakını cezbeder bu mektup Juliet'in ve kitabı alıp kendisi gönderir, bir de sorularla dolu cevap mektubunu iliştirerek. Savaş herkesi çok ama farklı yollardan yaralamıştır; Juliet de hayatının tam olarak neresinde olduğunu, kim olduğunu, ne yazdığını bilemediği bir noktasındadır. Dawsey'nin ikinci mektubunda anlattığı hikayesi öylesine içine işler ki Juliet'in ve bu kitap kulübü öylesine aklına düşer ki kendini gemiye atlamış, Guernsey Adası'na giderken bulur. Kulübün toplantısına katılacaktır; Elizabeth'in Eben'ın Isola'nın Amelia'nın ve Dawsey'nin kurduğu bu "The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society" gibi ilginç bir isme sahip kitap kulübü sanki Juliet'i çağırmaktadır.
Film bu öyküsünü Mary Ann Shaffer'ın (ve Annie Barrows'un) 2008'de yayınlanan aynı adlı kitabından almış (Bizde de Epsilon Yayınevi taa 2009'da Fazıl Şimşek çevirisiyle yayınlamış kitabı "Edebiyat ve Patates Turtası Derneği" adı altında). Hikayesi gibi biraz üzücü bir yolculuğu var kitabın da. Shaffer yıllarca kütüphaneci, editör, kitapçı gibi hep kitaplarla iç içe bir şekilde çalışmış ama hep bir gün kendi kitabını yazabilme hayaliyle. Tam bu kitabı yazarken hastalığı ortaya çıkmış ve kitabı tamamlaması için yeğenine, Annie Barrows'a devretmiş. Hayatı boyunca yazdığı bu ilk ve tek kitabının yayınlanmasından 5 ay önce ise hayatını kaybetmiş.
Spoiler gibi olmaz herhalde o yüzden diyebilirim bence, neyseki yazarının bu içimizi biraz da olsa burkan yazma yolculuğuna nazaran kitaptan uyarlanan filmin hikayesi çok daha gülümsetici, çok daha umut verici. Savaşın önce Juliet üzerinden ana karadaki halini, etkilerini izliyoruz. Sonra hikayemiz ilerledikçe adadaki halini, açtığı yaraları, insanlara yaptıklarını görüyoruz. Yıllarca Nazi işgali altında yaşamlarını sürdürmeye çalışmış bir grup insanın, arkadaşın tek tek ve ortak hikayeleri etrafında insan olmanın ne demek olduğuna dair, kitapların ve kelimelerin umutla dolu birleştirici gücüne dair pek sevimli bir film bu. Esasında çok acı, çok yürek burkan şeyleri sevimli bir incelikle ve insanın yüzüne içten bir gülümseme oturtarak anlatıyor. Kitapla filmin hikayesi arasında çeşitli farklılıklar olduğuna dair referanslara rastladım ama kitabın da bu sevimlilikte olduğuna eminim ben.
Bunun yanında muhteşem bir doğa, şahane bir ada resmediyor filmin görüntüleri. Keşke olsa da biz de gitsek orada öyle bir ufak kulübede yaşasak dedirtiyor film boyunca hikayeye mekan olan yerler. Hayalimize böyle bir Guernsey Adası yerleştirmelerine rağmen filmde izlediğimiz yerler Birleşik Krallık'ın başka yerlerinden, Devon ve Cornwall'danmış. Yine de sanıyorum Guernsey'nin kendisi de bu görüntülerden aşağı kalır şekilde değildir.
ama ben sizi yerim ya (ama turtayı yemem ıhıh)
Peki bu kadar güzellikler barındıran, bu derece sevimli ama bir o kadar da düşüncelere sevk eden bir film için çok çok sevdim çok etkilendim diyemediğimi, ama ne filmdi yahu diye yazamadığımı bilmem fark ettiniz mi? İnanın çok isterdim öyle diyebilmeyi. İstedim de. Hiç bir tahminle açmamıştım halbuki filmi. Şöyle hafif, sevimli bir şeyler izleyeyim diye bulmuştum. Sonra film ilerledikçe, Juliet ile birlikte adım adım her bir hikayeye daldıkça kendimi böyle isterken buldum, filmi çok ama çok beğenmek istiyordum, çok büyük umutlar oluştu içimde. Ama iki saatin sonunda elimde kalan sevdiğim, izlediğime sevindiğim ama tam vuracakken vuramamış bir filmdi. Yani elinde çok daha etkili olabilecek bir şeyler varmış da bunu o kadar vurucu yapamamış gibi. Oysa tonu, anlatışı, duygusu her şeyi çok iyi, çok yerindeydi. Direkt bir şeyine de diyemedim hah işte bu yüzden olmamış diye. Yanlış olan bir şey de yoktu bakınca. Ama işte damakta bıraktığı tat böyle hissettiriyordu.
Gene de bence izleyin diyeceğim bir film The Guernsey Literary and Potato Peel Pie Society. Hakikaten şöyle bir pazar öğleden sonrası ya da kafanızın çok bozulduğu, boğulduğunuzu hissettiğiniz bir iş gününün akşamı açın izleyin. (Ama keşke şu Lily James olmasaymış. Bunu da böyle bir yerlerde sıkıştırmam gerekiyordu. Çünkü çok ama çok kötü. Acayip kötü. Bu kadına neden birisi sen bu işi bırak dememiş, demiyor? Halbuki pek de sevimli bir insan, güzel bile derim yani. Downton Abbey'de rolü öyle gerektirdiği için öyledir diye izlemiştim senelerce ama sonra diğer filmlerde de izledikçe - ki neden her filmde o var?! - dayanılacak gibi olmadığını fark ettim. Siz etmediniz mi ya, nasıl olur ya, hakikaten ama neden?)
Ben de gayet possible olduğunu düşünüyorum ahh ahh Juliet ama işte kader bir izin vermiyor


Bu arada filmin, hikayesi gibi insana geçirdiği değişik bir enerjisi var sanırım. Çünkü filmi izleyip, kapattıktan dakikalar sonra takip ettiğim bloglarda yeni yazı var mı diye açıp bakarken daha az önce izlediğim film hakkında Austenzede'nin de yeni yazmış olduğunu görmüştüm o gün. Böyle ilginç bir film bu. Bu arada Austenzede'nin film hakkındaki düşünceleri de şurada.

2 yorum:

  1. Kitap sevenlerin çok hoşlanacağı bir film, çok etkileyici değil ama çok naifti.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet kesinlikle en uygun kelime bu film için naif, yorum için teşekkürler.

      Sil

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...