Cuma günü dediğim gibi ufak bir haftasonu gezisi için İstanbul'a atlayıp gittim. İnsanın arada böyle kaçamaklara ihtiyacı oluyor, 5 gün 8er saat çalışıyor da olsanız. Hele hele öyle çalışıyorsanız çok daha güzel oluyor. Geçtiğimiz sene içinde çok yaptım, oradan biliyorum. Cuma akşamları işten çıkıp, otobüse koşup, tüm gece yol aldıktan sonra arkadaşlarımdan birinin olduğu bir şehre gidiyordum. Cumartesi pazar oradan oraya koşturup, eğlendikten sonra pazar geceleri yine bir otobüse binip, pazartesi sabahı aşti'den işyerine yürüyordum. İşyerinde henüz kimse gelmemişken tuvalette üstümü değiştirip, haftama başlıyordum. Yoruluyordum, uykusuz kalıyordum ama mutlu oluyordum. Tahmin edebileceğimden de fazla hem de.
O yüzden işten ayrıldıktan sonra yapmak istediğim şeylerin başında - ve en çok - seyahat etmek geliyor. Bu umudumun ilk durağı Bandırma'ydı, şimdi de sırada İstanbul.
Denk geldiğim tarihlerde İstanbul'da hava resmen alacakaranlık kuşağı gibiydi. Ankara'da herkesin yaşadığı bahar yaza dönüyor günlerinin aksine İstanbul buz gibiydi, karanlıktan neredeyse gün hiç doğmamış gibi geliyordu. Gene de ilk gün, cumartesi günü dışarı çıkalım dedik. İstanbul Oyuncak Müzesi'ne gittik. Geçen sene Sunay Akın'ın Ankara'daki gösterisine gittiğimizde haberimiz olmuştu oyuncak müzelerinden (Ankara'da da var, Ankara Üniversitesi bünyesi içinde, orası da farklı bir müze.) Müze Göztepe'de, biz zaten o tarafta olduğumuzdan kolayca gittik. Müzenin girişinin karşısında kocaman bir zürafa var. Girişin iki yanında da oyuncak asker heykelleri. Bahçesindeki Nasreddin Hoca'yı ve eşeğini de unutmayalım. Müze hatırladığım kadarıyla 3 kattı, hatırladığım kadarıyla diyorum çünkü bir noktadan sonra katları çıkmaktan ve neye bakacağımı şaşırmaktan beynim dönmüştü. O kadar çok incelenecek oyuncak ve hayran kalınacak şey vardı ki. Çok güzeldi, tüm o oyuncaklar tüm o hikayeleri. Hele bir de en alt kattaki tuvaletlere giden yolun bir denizaltı gibi yapılmış olması falan şahane detaylardı. Biz oyuncaklara bakarken bu kadar detaylı yapılabilmiş olmalarına, bu kadar özen gösterilmiş olmalarına şaştık kaldı. Tepkimiz hep "vay be adamlar taa o zaman neler yapmış"tı. Bir de tabi hatırladığımız oyuncaklar olunca üzüldük, acı verici be o kadar yaşlandığının kanıtının önünde durması. Yalnız şöyle bir durum da var, çoğu kişi sıkılıyor müzenin konseptinden sanırım. Çünkü sadece dolaşıp, camekanların ardından oyuncaklara aç gözlerle bakıp duruyorsunuz. Birkaç odada - uzay odası ve demiryolu odası diye tanımlayabileceğim odalarda - bir değişiklik bir hava var ama diğer tüm odalarda sadece bakıp duruyorsunuz. Başka bir şeyler de yapılabilirmiş, ne bileyim (diyorum yüksek lisansta bir dönem boyunca müzecilikte çağdaş yaklaşımlar dersi alıp müze tasarlamış insan olarak ben).
Oyuncak Müzesi'nden sonra vapura binip (bayılıyorum vapura binmeye allahım ne görmemişim ben böyle ya) Eminönü'ne gittik. Hava yine buz gibi, olabildiğince dışarı kalmamaya çalıştık. Mısır Çarşısı'nı dolaştım, oradan çıkıp etrafında biraz yürüdük. Sonra Eminönü'ndeki tarihi balıkçılarda balık ekmek yedik (her bir şeye sevindirik oluyorum ben ya). Lezzetli tabiki, işyerinde yediğim hamsi ekmekler gibi değil ama güzel. Özellikle o atmosferde yemek güzel. Oturup teknelerin önünde ufak taburelerde, bir bardak turşu da masada, ohoo. Şahane.
Cumartesi akşamı eve bitmiş olarak döndükten sonra oturup bir güzel film izleyelim dedik. Karşılıklı IMDb listelerimizi gözden geçirdikten sonra eh madem Underworld'ü izleyelim, diye karar verdik (anlatacağım). Sonrasında o gece sabaha kadar muhabbet ettiğimiz için pazar günü resmen günün ortasında kalktığımız için kendimizi hiç kasmadık. Rahat rahat kahvaltı ettik, ardından kanepede yayıla yayıla konuştuk, twilight günlerimizi yadettik youtubela. Akşama doğru gene bir film izleyelim dedik ama bu sefer biraz yumuşak gidelim dedik, Two Night Stand'i izledik (anlatacağım).
İstanbul'da ufak bir haftasonum böyleydi, gördüğünüz gibi her gittiğim yerde film izlemeye devam ediyorum, sinema kanımda var herhalde :)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder