20 Aralık 2014 Cumartesi

rationabili warantia

Bu haftanın konuşması da daire başkanından geldi. Önceki hafta şube müdürü yanına çağırıp bir konuşmuştu. Ne oldu bizden mi birşey gördün, neden gidiyorsun diye. Kötü bir şekilde konuşmadı, anlayışlı bir ifadeyle beni anlamaya çalıştı. Onunla konuşmamız latin danslarına, dans kurslarına, doğa yürüyüşlerine uzanırken bu hafta daire başkanıyla yaptığım konuşma müzelere, sanatın ruhuna, espresyonistlere (aman yarabbi bu kelime böyle mi yazılıyor onu bile bilmiyorum bu yaşımda!), Floransa'ya uzandı. Şube müdürüme bu işyerinde boğulmak üzere olduğumu anlatırken boğazıma dolan gözyaşlarımı belli etmemeye çalışıyordum, daire başkanıyla konuşmam sırasındaysa içimden dedim yahu koskoca görmüş geçirmiş adam benimle böyle teke tek konuşurken bu ne biçim kadın, çocuk resmen diye düşünüyordur, vay halime. Hakikaten yazık adamcağıza, o beni ciddiye alıp, ciddi bir neden gitmek istiyorsun ne oldu konuşması yapacağını zannediyordu doğal olarak. Ama bunun yerine karşısında, evde eşinin tıp oku doktor ol diye baskı yaptığı ergen oğlunun bir arkadaşını buldu resmen. Çocuk çocuk konuşup durdum, ben aslında şunu olmak istiyorum macera istiyorum gideceğim yatacağım evde, gezeceğim dolaşacağım, hayallerimin peşinden gideceğim arkeolog olacağım amca diye sırıtarak anlatıp durdum. Yeminle, ne dalga geçmiştir ama içinden. Siz seviyor musunuz ki yaptığınız işi bile dedim adama. İtalya'da, Amerika'da yaşadığı yılları anlatırken de yüzüne karşı içim giderek ama çok şanslısınız bile dedim. Evet dedi, çok şanslıyım.
Sana gitme demiyorum dedi, hele burada bir gelecek düşün de demiyorum dedi. Sadece kendini garantiye al, işini gücünü okulunu ayarla, öyle git diyorum dedi. Haklısınız dedim, haklı çünkü. Mantıklı olan bu ben de biliyorum. Ne kadar mantıksız, salakça, çocukça bir şey yapmaya karar verdiğimi de biliyorum. Ama başka türlü bu kafa karışıklığının, bu allak bullak ruhun içinden çıkamıyorum. Annem bile geçende dayanamadı, yeter artık dedi, bence seni şöyle bir uzak bir şehre başka bir yere gönderip, bir süre kafa dinletmemiz lazım diye çıkıştı. O da haklı olabilir, bazen ben de kendimi tanıyamıyorum, saçma sapan git-geller yaşıyorum, sen şimdi bunu dedin ama şunu demek istedin aslında biliyorum ben tamam öyle olsun gibi romantik-komedi filmlerindeki ağlak kadın karakterler gibi tepkiler verebiliyorum. Hem de ortada hiçbir şey yokken. Tek bir düşünceye odaklanıp, diğer şeyi ona bağlıyorum. Ve bu durduğum yerde durup, yaşadığım hayatı yaşamaya devam edersem bu döngünün içinden çıkamayacakmışım gibi geliyor. O yüzden sıyrılmaya çalışıyorum ama bunun da bir tür zoru görünce kaçmaya çalışmak olup olmadığını bilmiyorum. Bilemem ki. Sadece varsayımlarım var, şöyle olacak böyle yapacağım diyemiyorum. Bu olursa şunu yaparım o olmazsa şunu şeklinde düşünüyorum. Daire başkanının da işaret ettiği nokta buydu zaten, bir plan niye çizmiyorsun dedi. Planlar hiç tutmuyor ki. Hem 9 yaşından beri plan yapmanın bana çığ gibi her defasında daha da devasa bunalımlar getirdiğini gördükten sonra niye plan yapayım ki.
İşyerinde hemen hemen herkes artık gidiyormuşsun hayırlı olsun ne yapacaksın diye muhabbet ediyor şu günlerde. Yakın olduklarım son yemeklere götürmeye çabalıyor, gidince bizi unutmayacaksın arayacaksın değil mi diye sözler almaya çalışıyorlar. Bilmiyorum belki sandığım kadar da iletişimi kötü, insanlardan nefret eden, sıkıcı, kimsenin arkadaş olmak istemeyeceği, hiçbir işe yaramayan bir insan değilimdir. Belki cehennemde bile insanların beni sevmesini sağlayabilecek, arkadaş edinebilecek bir ruha sahibimdir. Belki de insanlar sadece abartmayı seviyordur. Bu yaşıma kadar hep insanların benimle neden arkadaş olduklarını, dahası neden böyle bir şeyi isteyebileceklerini düşünüp durdum, anlayamadım. Ben olsam, kendimle arkadaş olmazdım. Sıkıcıyım, eğlenceli değilim. Korkağım, yaratıcı değilim, karşımdaki benim nelerden hoşlanabileceğimi kolayca çözerken ben karşımdakilerin pek çok şeyine dikkat etmem. Sıfır dikkate sahibim, sevgimi belli etmem, kolumu kesseniz karşımdakine onu sevdiğimi söylemem. İnsanlara onları önemsediğimi gösterirsem ölürüm diye korkuyorum, güçsüz olurum zannediyorum. Birine değer verdiğimi, sevdiğimi belli edersem üstünlüğüm sona erermiş gibi, yenilirim, onun boyunduruğu altına girerim sanıyorum. Eğer hiç kimse umrumda değilmiş gibi olursam, güçlü görünürmüşüm gibi geliyor. O zaman fiziksel güçsüzlüğümü örtebilirmişim, yenilmezmişim gibi.
Bu yüzden de insanlara sevgimi göstermiyorum. Öyle olunca düşünüyorum, niye biri gelip de benimle arkadaş olmak istesin? Doğru düzgün konuşmuyorum bile. Telefon edip hal hatır sormam, yüz üstü bıraktığım o kadar çok insan oldu ki. Hep iki sebepten bana yanaştıklarını düşünürüm, ya saf gördükleri için lazım olur bunu kolay idare ederiz diyorlar ya da mecburiyetten, diğerlerini istemediklerinden-diğerleri onları istemediklerinden bana, son seçeneğe kalıyorlar. Hep öyle düşündüm, başka yollar da aramaya çalıştım. Gerçekten. Bir insan beni niye sever diye makul sebepler bulmaya çalıştım. Hala arıyorum, bulamadım. Anlayamadım.
Oysa ben bazı insanları gerçekten değerli buluyorum, sadece onların da beni değerli bulmaları için bir sebep göremiyorum. Çok tuhaf geliyor insanlar böyle bizi özleyecek misin dediğinde. Ama sanırım bunu beni önemsemelerinden çok, kendi bencilliklerinden söylüyorlar. Hani biz çok önemliyiz, öyle değil miyiz, öyle görmüyor musun diye.
İnsanlardan nefret etmiyorum, gerçekten. Sadece anlayamadığım şeyler var. Bir de ilişiğimi kesene kadar bu konuşmaların ardı arkası kesilmeyecek gibi.

1 yorum:

  1. Yav Hikayeci... Komik misin, şapşik misin, saf mısın, sevimli misin nesin kızım sen : )

    Askerdeyken bi arkadaşım şöyle bi anısını anlatmıştı. "Çevremdeki insanların çoğunun benim kadar akıllı olmadığını anaokuluna başladığımda anladım" demişti. Okulun iki kıdemli oğlanı bizim arkadaşın okula başladığı ile aynı gün antibiyotik kullanmaya başlamış. 2-3 gün sonra bizimkini kenara çekip tartaklamışlar "sen geldiğinden beri çişimiz sapsarı, naaptın bize pis çocuk" diyerek :D Anlatmaya çalışmış bizimki, ne alakası var, ilaçtandır o diye. İnanmamışlar. O gün idrak etmiş bizim oğlan halkın genelinden farklı olduğunu.

    Hiç tanışmadığın Hikayeci'yi nasıl tanırsın diye sorsalar;

    Aklı bedeninden hızlı çalışan...

    Bir başkasıyla iletişime girdiğinde bilinçdışı olarak onu çözmeye/kontrol etmeye değil, kendisi olmaya odaklanan...

    Karşındakiyle yeteri kadar ilgilenmiyor göründüğü için bazen asosyal yaftası yiyen...

    Halbuki ilgi duyduğu konularda oldukça dikkatli, detaycı ve analitik...

    Ne yazık ki az ya da koşullu sevilmiş, o yüzden de sevilebilir olmak için "if X then Y" şeklinde mantıksal önermeler gerektiğine inanmış...

    Muhtemelen nüfusun çoğunluğundan farklı olduğunu benim arkadaş gibi komik değil trajik şekilde deneyimleyip, çapsız kitap uyarlamalarına benzeyen sinematik dış dünyadan ziyade; engin, zengin ve edebi iç dünyasına çekilmiş...

    Küçük Prens gibi, ciddilerin dünyasını anlamakta zorlanan, hatta genelde anlamsız bulan...

    Yıllarca pekiştirdiği pısırıklık döngüsünü kırmak için kör bir cesaretle yola atılmak üzere olan...

    Ama bu exodus hareketi, muhtemelen içsel bir büyümeden değil de dışsal bir değişiklik arayışından tetiklendiği için ilk başlarda heyecanlı gelse de ileride yıpratıcı bir hale bürünecek olan...

    Fakat yıpratıcı yollarda "hard seas make good sailors" sözünü unutmadan yürüyebilirse aslında büyüyüp kocaman hale gelecek olan...

    Hiç kimseye bir faydası olmasa bile, benim haftada bir kaç akşamıma keyif katan bir güzel insan derim ! ^_^

    YanıtlaSil

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...