Okumaya başlamadan önce hemen aşağıdaki videoyu başlatın, müzik kulaklarınıza dolarken, bir yandan da benim dediklerime bakın.
"Rosemary's Baby" 1967'de bir çok-satan olmuş aynı adlı Ira Levin kitabından uyarlanmış, Roman Polanski'nin Amerika'da yaptığı ilk film olma özelliğini taşıyor. Öncelikle bunları söylememiz gerek. Çünkü filmi, sırf kendisiyle değil, çekildiği dönemle, dahası kitabın yazıldığı dönemle değerlendirmek en sağlıklısı.
Roman Polanski hem senaryoyu yazıp, hem de yönetmiş. Birçok yerde yazdığına göre kitap metni üzerinde değişiklik yapabileceğini düşünmediği için sayfaları olduğu gibi senaryoya dönüştürmüş, diyaloglar bile aynı diyor kitabı bilenler. Yani önümüzde oldukça sadık bir uyarlama var.
Manhattan Upper West Side'daki Dakota Binası, filmde kullanılan bina. |
Peki neyi izliyoruz bu 2 saati aşkın filmde? Rosemary ve kocası Guy Woodhouse, genç mutlu bir çift. Yeni bir ev ararlarken New York'ta, Bramford apartmanında bir daire buluyorlar, Rosemary'nin pek hoşuna gidiyor daire, hemen taşınıyorlar. Yan komşuları yaşlı Minnie ve Roman Castavet çifti. Çiftin evlerinde misafir ettikleri Terry'nin bir akşam camdan atlayarak intihar etmesiyle birlikte, bu yaşlı çiftle görüşmeye başlıyor Woodhouselar. Önceleri yaşlı ve yalnız olduklarını düşünüyor, acıyorlar. Sonrasında ise Guy sevmeye başlıyor onları, Rosemary ise pek de bayılmamasına rağmen katlanıyor. Çünkü tahmin edebileceğimiz gibi komşunun bu kadar sıkı fıkısı bir yerden sonra kabak tadı verir.
Minnie Castavet olarak Ruth Gordon |
Yaşlı Minnie Castevet de oldukça meraklı, geveze, temizlik hastası ve görgüsüz. Olur olmadık zamanlarda zili çalıp, hop damlayıveriyor diğer ihtiyar arkadaşlarıyla. Oturup örgü örüp, nefes almadan konuşuyorlar. Her şeyin fiyatını sorup, oo ne de güzelmiş diye etrafı inceleyip duruyor (Minnie bizden, bildiğiniz Türkiye yaşlı teyze tipi--evlerden ırak aman yarabbi).
Rosemary'nin kocası Guy ise ayrı bir alem. Küçük çağlı bir oyuncu olarak, piyasada tutunmaya çalışıyor ve oyuncu kaprisi-havası denen herşey üstünde oldukça fazla var. Rosemary ne kadar saf, masum, düşünceli olursa o da o kadar odun davranıyor. Tripler yapıyor, kaba davranıyor. Sonrasında hep hatasını anlayıp özür diliyor ama temelinde odun olmaya devam ediyor.
Tüm bunların ortasında ince, narin, masum bakışlı Rosemary var. Çocuk yapmaya karar vermeleri ve hamile olduğunu öğrenmesi ile birlikte etrafındaki herkes her şeye karışmaya başlıyor. Gittiği doktoru meraklı komşuları ayarlıyor, içtiği vitamin içeceğini Minnie hazırlıyor. Ağrılar çekiyor Rosemary, kilolar kaybediyor, neredeyse zombiye dönüyor ama onlar hep birşeyi olmadığını, hepsinin geçeceğini söylüyorlar.
Film Rosemary'nin hamilelik sürecinde tüm bu insanlarla yaşadıklarını anlatıyor. Bir korku filmi değil, kesinlikle. Daha çok rahatsız edici bir gerilim. Türünün en iyisi olarak adlandırıyorlar, hatta sonraki tüm gerilim filmlerinde ondan bir parça bulabiliyoruz.
Ben tek oturuşta izleyemedim filmi. Önce bir 15 dakika izledikten sonra bunaldım, bir türlü içine almadı film. Aradan bıraktım günler geçsin. Sonra bir daha açtım ve sonuna kadar izleyebildim. Bir noktadan sonra hakikaten sardı, izlemek istedim. Ama beni germekten, korkutmaktan çok rahatsız etti. Hatta diyebilirim ki hiçbir şekilde gerilmedim. Sadece merakla dolu olarak her dakika kendimi daha da rahatsız hissettim. Haa, ama farkındayım, bu film ben doğmadan 19 yıl önce yapılmış. Ve benim gibi 90'ların 2000'lerin bol bütçeli, aksiyon patlamalı, kanlı bıçaklı korku filmlerini izlemiş jenerasyon için ürkütücü olmaması çok normal. 68'de bir genç insan olarak, ya da bir çocuk olarak bunu izleseydim herşeyin daha farklı olacağını biliyorum sonuçta. Ayrıca bu rahatsız ediciliği, Polanski'nin muhteşem kamera açılarından, mekanları kullanıp bize hissettirdiklerinden kaynaklanıyor. Bu konuda ondan öğrenilecek çok şey var.
Mia Farrow'un ultra süper masumiyeti ve narinliğinin yanında filmin en büyük performansı Minnie gibi bir kadına hayat veren Ruth Gordon'a ait. O kadar gerçek, o kadar yuh artık bu kadar da olmaz dedirten bir hali var ki, bunun için kendisine ödüller verilmesi gerekirmiş kanımca. Ben böyle pasta servis eden, yiyen bir karakter daha görmedim sinemada, göremem de.
Film, Korkunç Ekim filmi olarak beni pek tatmin etmese de ve hiç benim tarzım olmasa da sezarı öldürür hakkını yemem. Siz siz olun, çocuk sahibi olmayı falan düşünüyorsanız bunu hiç izlemeyin.
Kitabın-filmin geçtiğimiz sene yayınlanan bir 4 saatlik mini serisi de yapıldı bu arada. Zoe Saldana'nın başrolünde olduğu dizinin fragmanına şurdan ulaşabilirsiniz: link
Korkunç Ekim'in diğer filmleri: House of Frankestein, Pyscho, Nightwatch, Plan 9 From Outer Space, Bram Stoker's Dracula
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder