3 Eylül 2014 Çarşamba

yazarken



Bir süredir elime alıp da birşeyler yazamıyordum (gerçek anlamda "yazmak"tan bahsediyorum, blog yazmaktan günlük yazmaktan falan değil). Malum delirmekle, kendi kendimi yemekle ve mutsuz olmakla meşguldüm. Gerçi yazıyorsanız siz de biliyorsunuzdur, mutsuzluk genelde yazmaya iyi gelir. Ama nedense benimkisi bu sefer daha bir koyuydu, yazdıramayacak kadar.
Her neyse asıl bahsetmek istediğim, burnumu birazcık su yüzeyine çıkarabildiğim için şu sıra, yeniden yazmaya çabaladım. Sizde nasıl oluyor bu süreçler bilmiyorum (söyleyin ama yorum olarak bırakın aşağıya, gerçekten, bilmek isterim), ama benim yazma sürecim böyle bir karar verip de hah tamam ben en iyisi oturup da bir hikaye yazayım şeklinde olmuyor. Tüm hayatım boyunca kafamın içindeki hayaletlerle, diğer hayatlarla, diğer boyutlarla birlikte yaşadığım için ben genelde onlardan kurtulmak için yazıyorum. Herhangi birşey yaparken ne bileyim kahvaltı ederken, otobüste giderken, biriyle telefonda konuşurken birden kendimi başka bir hikayenin içinde buluveriyorum, sahnelerin içinde yaşıyorum bir nevi. Ve bu sahneleri yazmazsam, kelimelere dökmezsem onlardan bir türlü kurtulamıyorum. Tekrar ve tekrar, hiç bitmeyen bir film gibi gözümün önünde oynayıp duruyorlar. Ne zaman ki oturup yazıyorum, o zaman gidiyor. Yazdığım sahneyi, hikayeyi bir daha görmüyorum, yazdığım karakterin ağzından konuşmuyorum bir daha. Genel geçer kuralın tersine ben, unutmamak için değil, hatırlamamak için yazıyorum.
O yüzden oturup yazmaya karar verdim dediğimde anlayın ki birkaç sahne ya da bir hikaye beni artık dayanamayacağım kadar çok rahatsız ediyor, peşimi bırakmıyor, içine düşüp duruyorum. Önceden kurallarım vardı bu konuda. O parça parça alakasız sahneleri yazmak yerine, onların ait olduğu genel hikayeye en başından başlıyordum. En başından dümdüz yazmaya çalışıyordum. Gözümün önünde oynayan sahneleri de yeri geldiğinde katıyordum içine. Ama bunun sonucunda ya tamamını bitiremiyordum ya da bitirdiğimde önümde duran artık benim kafamdaki olmuyordu. Ondan kilometrelerce uzağa savrulmuş oluyordu. Üstüne çok daha fazla yoruluyordum ve hayaletlerim genel hikaye bitene kadar bana dadanmaya devam ediyordu. Ben de o arada herşeyi mükemmel yapmaya çalışıyordum. Yazmanın içsel birşey, kalıplara sokulamayacak birşey olduğuna sıkı sıkıya tutunmuş bir vaziyette, plan yapmaya, şablonlar, listeler çıkarmaya karşıydım. Kesinlikle bir oturuşta baştan sona yazılabilirdi bir kitap. Plan oluşturmak ruhuna çizik atmak gibi geliyordu. Herşey zaten kafamdaydı, neden kağıda dökemeyecektim? Tahmin edersiniz ki tüm bu kendini beğenmişlik, önyargı yumağı, beni sadece daha çok yıpratıyordu.
Peki şimdi ne yaptım? İçimden geldiği gibi bıraktım. Yani sahneleri aklıma geldiği gibi hemen yazdım. Ayrı ayrı, alakasız gibi görünen bölümleri içlerine hangi noktada düşüvermişsem o noktadan başlatıp yazdım. Mekanları, onları gördüğüm şekillerde çizmeye çabaladım. Oraya buraya çiziktirdim, kalemimim yeterli gelmediği yerde şurası şöyle olacak diye notlar düştüm. Karakterleri listeye döktüm, ilişki şemaları çıkardım. Ama zorlamadım onu yapayım bunu yapayım diye. Aklıma geldiği anda, geldiği şekilde not ediverdim. Defterlerin birkaçında, sayfaların kenarlarında, post-it'lerde, peçetelerde...Koca bir yığın var elimde ama en azından kafam rahat. Onlar orada, o kağıtlarda olduğu sürece günlük yaşantımın içine karışamayacaklar. Bu sefer elimdeki şeyleri sıraya dizip yazmaya çalışacağım. Parçaların arasını dolduracağım sadece, sahne geçişleri gibi. Bu arada Roman Atölyesi'nde öğrendiklerimi de uygulamaya çalışıyorum. Evet herşey kafamda ama açık açık da yazmam gereken, belirlediğim kendime de göstermem gereken şeyler var. Misal, bu hikaye ile anlatmak istediğim ne diye soruyorum kendime. Vermeye çalıştığım mesaj ne? Başka biri okuduğunda bundan alması gereken ne? Etrafına ördüğüm tema ne? Kahramanlarımın karakteristik özellikleri ne? Bir kişilikleri var mı? Burçları ne mesela? Bir olay karşısında yapacakları ilk hareket, hissedecekleri ilk şey ne? Yan hikayelerin ana hikayeme katkısı , alakası ne? Tüm bu soruları soruyorum ilk defa yazarken, açık açık cevaplar vermeye çalışıyorum. Önceden cevaplarını bildiğim sorular diye sormuyordum kendime. Şimdi zorluyorum cevaplar vermeye.
Bakalım bu yeni yöntem bende nasıl işe yarayacak? Siz ne yapıyorsunuz, nasıl yazıyorsunuz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...