27 Eylül 2014 Cumartesi

all the luck in the world

Nerdeydim, nerdeydim...En son kararımı vermiş yoluma devam ediyordum. O vakitten beri, önce Ankara'da bir düğün yaptık, onun curcunasıyla eylülün ilk haftası sabahlara kadar uykuya direnip bir arada olmanın verdiği keyfi çıkarmakla, evin içinde istediğimiz gibi koşturup boğuşmakla, gecenin bir yarısı dağılmış düğün saçı ve makyajıyla saçma sapan fotoğraflar çekmekle, çay demlenirken dostlarla dostların elinden çiğ köfte dürüm yemekle-gene gecenin bir yarısı, ortalığı sel götürürken çamura bulanmış elbiselerle düğüne yetişmeye çalışmakla, gelinin başından duvak tokalarını işkence edercesine çıkarmakla geçti. Bir pazar günü ise gecenin 5'inde yatıp, üç beş saatlik uykudan kalkıp ertelenen otobüs biletlerine yetişmeden önce mangal kokusuna bulandım, ki mangal gününün gecesinde sabaha kadar yolculuk ettikten sonra otobüs ineceğim yeri es geçti. Geçip gidiyordu ki bir amca arkadan öne koşturdu, durdurdu otobüsü, uyandırdı şöforü muavini, attık kendimizi yola. O elinde çantası yürüdü gitti geldiğimiz yöne. Bense yine bir gecenin 5'inde yağmur çiselerken dikildim bir yol kenarında. Bavullarım ve ben, sokak köpekleri geçmeye başladı önümüzden. İki tane büyük köfteci tabelasının ortasındaki bir apartmanın önünde. Arkadaki balkonda bir abla belirdi. Annemler almaya gelene kadar benimle birlikte bekledi orada. Hava karanlıktan bulutluya dönerken, yağmur şiddetini artırırken, apartmanın altındaki açık garajın betonuna oturuverdim. Annemler gelmeleri gerekenden 2 saat sonra geldi. Çünkü tam da o sabah, tam da beni almak için yola çıktıklarında araba bozuldu. Eve başka bir tanıdığın kullandığı bir arabada, önde 'ama adamlar da şimdi iyi şeyler yaptılar' başlığı altında dönen politika muhabbeti sürerken arkada annemin kucağına kıvrılmış olarak gittim.
Üst üste iki gün patlıcan közlemesi salatası yedim. Üçüncü gün mangalda balık vardı. Köy ben gittim diye yazı bıraktı, fırtına çıkardı, rüzgar esti, hava soğudu. Ama kış soğuğu değil, onun en azından bir adı var ve ona göre davranıyor herkes. Bu böyle yazı bıraktım soğuğu, ben ölesiye üşürken diğer herkes hiçbir şey olmamış gibi davranır soğuğu. Gene her yer yeşil, bazı yeşiller gerçekten çok yeşil. Bir haftayı da yeşile boğduktan sonra bu sefer bir cuma gecesi Ankara bozkırına inip, ertesi sabah daha da bozkıra, çölün içlerine, Niğde'ye doğru yola çıktım.
İnsan onca yeşilin, virajın, dağın uçurumun arasından birden bire öylesine boş bir araziye yol alınca içine düştüğü boşluk o arazinin ağaçsız çalısız düzlüğünden daha fena oluyor. Bir ara yola bakarken aslında ilerlemediğimizin farkına vardım. Bir serabın içinde gibi, yanlardan akan ve önümde beliren görüntü hiç değişmiyordu. Tek bir ot yok etrafta, tek bir kıvrım belirmiyor yolda. Boşluğa düşen hayalet otobüs gibi. Sonra sonra alışmaya başladım, insan her yeni gördüğü şeyde bir mutluluk duyabiliyor, ben de Hasan Dağı'nın o muhteşem siluetiyle karşılaştım. O bomboş yolda öylesine fırlayıveriyor ki önünüze, aman yarabbi, her şey bir anda fantastik bir film setine dönüşüyor.
Niğde'ye indikten hemen sonra bir iki saat içinde hazırlanıp bir düğün daha hallettim. Artık ömrüm boyunca o 'dualarrr eder insaaan' diye başlayan melodiyi duymak hatta kilometrelerce ötesinden bile geçmek istemiyorum. Misket, roman, halay ve onun gibi şeyler de duymak istemiyorum. En alternatif ne varsa onu dinlemek istiyorum artık mümkünse. O yüzden de Niğde'de geçirdiğim ikinci günün güzelliğinden bahsetmek istiyorum. Öncelikle Gümüşler Manastırı'na gittik, kendimi Eco'nun cümlelerinin arasında dolaşırken buldum. Denize güneşe kuma herkesle gidebilirsiniz, yanınızdakilerin önemi yoktur. Orada herkesle eğlenebilirsiniz. Ama gerçek insanların, arkadaşların belli olduğu yer böyle tarihi, kültürel gezileri yaptığınız yerlerdir. Ben o pazar günü bir M.S.1.yy.dan kalma bir manastırın taşı toprağı içinde dostlarla nasıl gezilir, eğlenilir, her basamak arşınlanır, gözün gördüğü bittikten sonra girilecek yeni delikler aranır, bir indiana jones macerasındaymışçasına nasıl aksiyon yaşanır, tozlu deliklerden küflü buz gibi mağaralara inilir, bir su kemeri nasıl güzel olabilir, bir su havuzu nasıl çocukların keyifli çığlıklarıyla bir piknik yerine dönebilir onu öğrendim. Ben o pazar günü daha bir günlüğüne tanıdığım ve belki bir daha hiç karşılaşmayacağım iyi insanların evine konuk oldum, yemeğini yedim, yorgunlukla yataklarında yattım, çaylarını içtim. Ve bir pazar gününün gecesi birde, daha önce bir kere karşılaştığım ve birkaç saat İstanbul'da bir sahilde kayaların üzerinde oturduğum bir genç insanla, pırıl pırıl bir genç insanla, Niğde-Ankara yolculuğu yaptım. Yorgunluktan baygınlık geçiren gözlerimizi açık tutabildiğimiz vakitlerde ettiğimiz muhabbetlerde ben hep kendimi yaşlanmış hissettim. Üniversitenin ikinci senesinde, hayatının o kadar başında bir insanın arkadaşlarıyla interrail planlarını, adalara gitme, çadır kampı yapma heveslerini anlatışını dinlemek kendimi o kadar yaşlı ve o kadar...anlatamayacağım şekilde hissettirdi. Karşımda yüzyıllar önceki halimi dinliyor gibiydim. O anlatırken ben uçtum, uçtum, yüz milyon yıl önce kağıtlara çiziktirdiğimiz bisiklet turu, interrail rotalarına, malzeme listelerine uçtum. Planlayıp da gidemediğimiz tatiller, hiç hesapta yokken atlayıp gittiğimiz havlu üstünde yattığımız çadırlar, bir dağın tepesinde kocaman ateşin başında korku filmi klişeleri tartıştığımız geceler belirdi gözümün önünde. Fark ettim ki yapmadığım yapamadığım kaçırdığım onca şey var diye etrafa saldırırken aslında yaşamış olduğumu hiç görmüyorum. O kadar hatıra o kadar güzel gün biriktirmişim ki. Bazen durup da sadece gülümseyerek hatırlamam gerekiyor belki.
O yolculuğun AŞTİ'de soğuk, yağmurlu ve karanlık bir pazartesi sabahında 5'te son bulmasıyla terminalin taş gibi gerçekliği suratıma çarptı tabi. Yerlerde yatanlar, paçavralar arasında ısınmaya çalışanlar, metal koltuklar üzerinde rahat bir uyku tutturmaya çabalayan engelliler, her türden her yaştan kaybetmişler. Ben ufak, soğuk, sıkış tıkış bir yolculuktan sonra sıcak evime, dolu buzdolabıma, rahat yatağıma kavuşmak için bir yarım saat onların arasında oturuyorum. Birlikte uyukluyoruz ve ben zamanım dolduğunda kalkıp gidiyorum. Hiçbir şeyden yakınmaya hakkım yok, sizin de hiçbir şekilde bu dünyada adaletten bahsetmeye hakkınız yok.
Tüm bu kafamdaki ruhlarla, bir haftayı da abimlerde, şehrin diğer ucunda, yepyeni, tertemiz bir hayatın büyümesi için geçirdim. İznimin son günlerinde yeğenimle yoruldum, ben tvdeki komedi programına kahkalarla gülerken 1970 stili saçlarımla, o kucağımda uyuyakaldı.
Ve işe başlayalı bir hafta oldu. Nerdeydim dersem, sizinleydim, yıllık iznimi arkadaşlarıma dostlarıma aileme ayırmıştım. Kendim için hiçbir şey yapmadığımı söylemeyeceğim çünkü aslında bunların hepsini kendimi unutmak için yaptım. Bilemiyorum, belki de hatırlamak için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...