5 Ağustos 2012 Pazar

Şu Olympos'un taşları çakılları : Bölüm III-son artık

sahile giden yol-soldan ha,sakın şaşırmayın
Baya uzattım, farkındayım. Ama bitiriyorum, neredeyse. Ne dedim en son? Olympos'taki ilk gecemizin sonundaydık. Tamam, ikinci günümüzün sabahına uyandığımızda - tabi yine bir koşu gidip kahvaltı sırasına girdikten sonra - eh artık yapmaya geldiğimiz şeyi yapmanın vaktidir dedik. Çantaları, fotoğraf makinelerini yüklenip antik kente doğru yola çıktık. Olympos'ta hemen hemen çoğu pansiyonun olduğu kısımdan itibaren denize ve dolayısıyla antik kente mesafe aynı sayılır. Taşlı çakıllı toprak bir yoldan üstünüz başınız kah toprak kah yolu sulayan pansiyon ve gözlemecilerin oluşturduğu çamur yüzünden çamur olarak ilerliyorsunuz. Zaten eline sırtına havlusunu almış herkes yürüyor, kaybolmak mümkün değil.
Yolu bitirdiğinizde karşınıza antik kente giriş kapısı, bilet gişesi, onların sağında bir ufak yapıda hediyelik eşya dükkanı, onun da yanında tuvaletin olduğu bina var. Biz bir adet öğrenci ve bir adet öğretmen olduğumuz için müze kart daha uygundu girişimize, ondan alıp kapıdan geçtik. Çeşitli geçiş yolları da varmış tabi, müze kartın dışında normal giriş bileti ya da sırf sahil için günübirlik bir biletten alabiliyormuşsunuz. Öyle duydum, denemedim.

Giriş noktasından itibaren kalıntılar başlıyor sol tarafta. Sağ tarafta ise ilk başta küçük işletme tarzı birşeyler var, yiyecek içecek ve sahil malzemesi satıyorlar. Kalıntıların ortasından, binlerce yıl önce Olympos'un sakinlerinin yürüdüğü yolda yürüyüp, koydukları taşlara basıyorsunuz, bir miktar ilerledikten sonra sağınızda güzel güzel akan nehre gözleriniz dalarak yürümeye devam ediyorsunuz. Nehir şu mevsimde oldukça sığ, biz birkaç kere içinden yürüdük. Karşı kıyısında da kalıntılar var ama o sırada çalışmalar devam ettiğinden o tarafa pek geçen yoktu.
İyice yürüdükten ve kıyıyı görebilir hale geldikten sonra lahitlerin olduğu kısım ve sahile giriş kapısı görünüyor. Bu sırada hemen önünüzde sağ tarafınızda kalan nehre dökülen bir ufak su beliriyor. Zaten insanlar orada birikmiş, kimisi suya dalmakla çıkmakla meşgul, kimisi üzerinden geçmeye çalışıyor oluyor. Taşların arasından akan bu su öylesine soğuk ki ayakları uyuşuyor insanın. Şöyle güzel bir şey var ama yapılabilecek ki biz denedik, Kalıntıların içinde ilerleyip, bu suyun başladığı noktaya yakın bir kısmından kanala girip, dizinize - tabi benim dizime geliyordu da sonuçta ben hobbitim - gelen suyun içinde yürüyerek bu bahsettiğim nehre döküldüğü yere kadar ilerleyebilirsiniz. Acayip zevkli ve mutlu edici bir şey bu, su dediğim gibi buz gibi ve bir yerden sonra ayakları hissedemez hale geliyorsunuz ama gene de yapmadan dönmemek lazım. Hatta tepenizdeki yolda ağaçların arasından ilerleyen amca ve teyze suyun içinde su yılanı falan olabileceğini söyleseler de dinlememek lazım.
kaptan eudomus'un lahti
Sahil, kalıntıların yanında beni pek cezbetmese de yaz tatillerinin bu ayağını da yerine getirmek gerekli. Olympos sahili neyseki M.Ö. ilk yüzyılda ya da artık sonraki yüzyıllarda Cenevizliler nasıl bıraktıysa öyle korunmaya çalışılıyor. Hiçbir yapılaşmaya izin yok. Bir kısmı taşlık bir kısmı kumlu. Sağ tarafta tepede Ceneviz Kalesi'nin kalıntıları yükseliyor ağaçların arasında. Üşenmeyip, tırmanın. Taşların tepesinde dikilip tüm manzarayı görmeden dönmemek gerek. Bir de sahilde gölge bir yer bulabilmek biraz güç oluyor o yüzden önceden yanında şemsiye götürmeyi falan unutmayın derim ben.
eskiyeni'nin ateşi
İkinci gün tüm öğleden sonramızı sahilde geçirdikten sonra artık gecelerde ne oluyor ona bakma sıramız gelmişti. Pansiyonların neredeyse hepsinde akşam oldu mu bir müzik sesi yükselmeye başlıyor. Çoğunda eline bir gitar tutuşturulmuş genç bir arkadaş oturanlara oradan buradan şeyler çalıp söylüyor. Onlar dışında sırf bar-kafe olarak hizmet veren yerler de çok. Misal biz önce servisin penceresinden sarkıp ikna edici şeyler söyleyen elemanın peşine takılıp EskiYeni'ye gittik. Orada birşeyler içtikten sonra geri gelip, Kaktüs'te Takatuka'yı dinledik, deliler gibi oynayanları izledik. Ki şahaneydi Takatuka. Mutlaka görmenizi, dinlemenizi öneririm. O bitince hemen birkaç pansiyon sonraki bir yerde - adını unuttum şimdi - kapalı bir mekanda rock parçaları söyleyen bir grubu dinledik. Yani Olympos'ta isteyen istediği gibi her türlü müziği, eğlenceyi bulabilir.
kemer
Sonraki gün akşamdan kalmaydık biraz ama yine de atladık, Kemer'e gittik. Tamamen spontane ve tamamen bilgisiz bir şekilde. Sadece yataklarımızda oturmuş haritaya bakıyorduk ve orayı görüp hadi gidelim dedik. Yine o toprak yoldan geçen minibüslerden birine binip yukarı, kavşağa çıktık önce. Tabi pansiyondan çıkmadan önce saatlerini sorduğumuz ve "her saat başı yarım saatte bir" diyen eleman sağolsun atv kiralanan yere kadar yürüdükten sonra zar zor yakaladık minibüsü (Biz aval aval bakakalıp aa gidiyor diyerek ağzımızı açarken anında durumu kavrayıp bir ıslıkla minibüsü bizim için durduran atvciye sonsuz teşekkürler ediyoruz bu arada). Sonra kavşakta Kemer'e giden başka bir minibüse bindik. Otogarda inip, merkeze nasıl gideriz diye sorduk. Merkezin neresi olduğunu falan bildiğimizden değil, zaten ardından bindiğimiz minibüsün sürücüsüne de sorduğumuz ilk soru buydu. Otogar üst kısımda ana yolun olduğu yerde. Oradan binip, Kemer'in içine gidiliyor. Merkez olarak bizi Atatürk Bulvarı üzerinde Münir Özkul Caddesi'ne açılan orta noktada indirdi minibüs. Trafiğe kapalı cadde boyunca yürüyüp tourist information tarzı birşey aradık. Bu arada o caddede yürümek kadınsanız hakikaten zor. Biz tamamen şoka girerek fark ettik bunu. Kemer gibi bir yerde iki tarafa sıralanmış dükkanların önünde oturan insanlar oldukça rahatsız edici bir şekilde bakıyor ve davranıyorlar.
Tourist Information'ı görmeden, caddenin sonunda zabıta gibi küçük bir kulübedeki polis memuru ya da güvenlik görevlisine rastladık. Taa Olympos'tan buraya böyle çıkıp gelmiş olmamıza şaşırsa da çok yardımcı oldu, harita - Rusça mecburen başka yokmuş - verip yerimizi gidebileceğimiz yerleri işaretledi, gösterdi, anlattı. Ona da ne kadar teşekkür etsek azdır.
saat kulesi
Sonradan fark ettiğim üzere ise o kadar aradığımız Tourist Information bürosu o kulübenin hemen arkasında yer alıyordu. Biz o noktadan devam edip tüm sahili yürüdük, bir yanımızda sıra sıra oteller, diğer yanımızda sereserpe yatmış turistlerle dolup taşan sahil şeridi uzanırken denizi seyrede seyrede tüm Kemer sahilini yürüdük. İçinde o adını unuttuğum heykelin olduğu parkın içinden geçerek yukarıya saptık ve otogarda da sorduklarımızdan da duyduğumuz saat kulesine doğru dimdik yürüdük. Saat kulesinin en tepesine çıkıp, o saatte bomboş olan restaurantta oturduk birkaç saat. Elektrikler kesik olduğundan merdivenden çıktık tabi, içeceklerimizi de en alt kattan taşıyan garson arkadaşa da üzülmedik değil. Saat kulesinden Kemer manzarası oldukça güzel tabi, denizin üzerinde su sporlarını deneyenleri izlemek, püfür püfür rüzgarı hissetmek güzel. Ama bunun dışında Kemer'de yapılabilecek birşey yoktu bizim için. Dönerken tüm sokaklarda azınlık durumuna düştüğümüz gerçeğini görüp şaşırdık ve pansiyona aynı yoldan geri geldik.
Sondan bir önceki günümüze gelmiştik böylece. Artık iyice yorgun ve bitkindik. Sabah kahvaltıdan sonra sahile giden yolda bir gözlemeci bulup oturduk, midemize oturan patatesli kaşarlı gözlemeden yedik. Sonrasında sahile gidip, tam öğle güneşi altında kayalıkların dibine kıvrıldık. Tüm öğleden sonrayı yarı uyuklayarak, yarı kitap, gazete okuyarak, arada gözlemeci teyzeden karışık gözleme alıp - aman yarabbi o ne lezzetliydi öyle bir bilseniz -, içecek satan çocuktan da kola alarak geçirdik. Denize bile girmedik. Öylece miskin miskin yatıp, hayatı yavaşlattık bir günlüğüne.
saat kulesinin arkasındaki atatürk heykeli
Akşamında kalkıp bu sefer de son günümüzü geçireceğimiz Antalya'ya gittik. Geceyi arkadaşımın kuzeninin evinde - couch surfing ettik sayılır biraz - geçirdikten sonra sabah Konyaaltı Plajı'nı bulmak üzere yola çıktık. Tabi otobüs gözlerken yolda, rastladığımız simit fırınında yediğimiz simit-peynir ve içtiğimiz çayın tadı hala damağımda. Salak gibi oranın da adını hatırlamıyorum. Neyse, planımız plaja giden otobüse binmekti ama beceremedik. Otobüsü sora sora baya ilerledikten sonra plajdan geldikleri belli olan iki teyzeye yolu sorduk. Geldiğimiz noktada artık otobüse ihtiyacımız olmadığını direkt yürüyüp plaja ulaşabileceğimizi söyleyip yolu tarif ettiler. Plajı bulduk bulmasına da, tam öğle vaktiydi, ölmüş, bitmiş, erimiştik. Bulduğumuz ilk yere girip, şezlonglara bıraktık kendimizi. Deniz güzeldi, su iyiydi, sahil biraz taşlık sadece o kötü. Bir de deniz hemen derinleşiyor, alışık değilseniz zor olabiliyor. Ya da benim gibi kaplumbağa hızında yüzüp hemen yoruluyorsanız.
Akşam da sahile tepeden bakan bir noktada olan o meşhur büfede oturduk, ki tahmin edin ne yapamıyorum. Hatırlayamıyorum adını. Ama artık bu noktada açıklamam gerek neden bu kadar salakça davrandığımı. Her yeri kaydetmemi sağlayan biriktirdiğim nesneler, kağıtlar, fişleri koyduğum poşeti annem odamda dururken çöp sanıp sallamış gitmiş. Sinir krizi geçiriyordum poşeti aradığımda ama yapacak birşey yok, anne bu. Atıyor. Kumrusu tabiki gerçek kumru değildi ama açlığımıza iyi geldi. Sonrasında eve ve otogara yürümemizden tecrübe edindiğim kadarıyla da gece vakti Antalya'nın merkezi de hiç tekin değil. Kemer'den halliceydi diyeyim siz anlayın.
"we should buy a bar!" ehehe
Böylece 4 günlük Olympos tatilimi - pek de sıkıcı bir şekilde - anlatmış oldum. Ama en azından hiç gitmemiş olan ve gitmeyi düşünenlere birkaç fikir vermek ya da hiç düşünmeyenlerin aklına sokmak istemiştim. Bir de çok sevdim ben Olympos'u, onu demek istedim :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...