11 Mart 2024 Pazartesi

beatha


 Vay. En son tam bir ay önce yazmışım. Yuh bana. Oysa bu bir ay içinde çok defa yazmalıyım dediğim oldu. İçimden böyle yazma isteğiyle taşarak eve geldiğim oldu. Ama niyeyse her defasında bir şekilde başka işlere daldım. Evde iş bitmiyor ki. Eve girince ne ara gece yarısı oluyor anlamıyorum. İş yerinde de işler yavaş bu ara aslında. Çok meşgul değiliz. Ama ne hikmetse sekiz buçukta masama oturuyorum, ne ara akşam oldu, ne ara servise koşturuyorum anlamıyorum. Serviste eve doğru gelirken düşünüyorum ben bugün ne yaptım, bunca saat ne ile geçti, hiçbir fikrim olmuyor. Koca bir boşluk. Hafızam bomboş oluyor. Neyse. En son görüştüğümüzden bu yana neler hissettim, neler düşündüm, neler oldu?

Çin takvimine göre Ejderha yılına girdik. İlk o oldu evet. Kaplan yılı olan 2022'de hevesle, bir kaplan olduğum için mükemmel şeyler olacak diye düşündüğümde ve o yıl - yine - sihirli değnek ortaya çıkmadığı için, çok da sallamıyorum ama neyse. Kaplanlar için ejderha yılı fena değil diyorlar, hadi bakalım.

Ejderha yılına girmemizin ertesi gününde bir pazartesi akşamı, serviste, hepimiz eve doğru yol alırken konu ilerledi, muhabbet gelişti ve bir baktık, eh hadi inince avmye gidelim derken bulduk kendimizi. Bir arkadaşımızın yeni bebeği olduğu için ona hediye alacaktık. Bir ara almamız gerekiyordu, neden o akşam olmasındı ki? İndik, arabayı aldım, 4 kız akşam trafiğinde baya da uğraşarak (benim üstün araba kullanma becerilerim sayesinde) avmye gittik. Hediyemizi aldık, yemek yedik, tatlı yedik, çay içtik. Ama en önemlisi muhabbet ettik. Kahkahalarla, keyifle, merakla, coşkuyla muhabbet ettik. O akşamki kadar mutlu hissettiğim çok az akşam vardır, öyle söyleyeyim. Şimdi böyle her gün okuluna gidip, tüm gün arkadaşlarıyla dışarıda olan, tüm gün birilerini gören, konuşanlara çok tuhaf geliyordur böyle bir şeyi böylesine olağanüstü şekilde anlatmam. Yalnız bir hayat geçirmeyen herkes için tuhaf gelebilir. Tek başınıza yaşıyor olup, yalnız olmayabilirsiniz, o zaman da tuhaf gelebilir bu dediklerim. Öyle bir akşamın, enerjinin tuttuğu hemen hemen yakın yaşlardaki diğer 3 insanla yalnıza muhabbet edip, eğlenebilmenin benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu nasıl anlatabilirim ki? Yalnızca keyifle sohbet edebilmek, bir şeyler yiyebilmek, fikirler paylaşabilmek...Çok mutlu hissettim o akşam. Mutlu hissedebilmek de olağanın üstünde bir durumda benim için. Ben 2019'dan beri kendime ne yaptım, hayatıma ne oldu yeni yeni algılayabiliyorum böyle şeyler hissettiğimde. Ne kadar değiştiğimi fark ediyorum. Bu kadar değişebilmek için kaç kere ölüp geri dirildiğimi hatırlıyorum. O masada oturup, kızlarla sohbet ederken kendime baktım dışarıdan. Eskisi gibi değildim. Artık kimseye rol yapmıyordum. Başka biri, başka bir şey olmaya çalışmıyordum. Hissettiklerimi gizlemeye çalışmıyordum. Her hareketimi kontrol etmeye çabalamıyordum. En ufak bir şey belli etmemek için büyük büyük hareketler etmeye çalışmıyordum. Beni sevsinler diye uğraşmıyordum, sevimli olmaya çalışmıyordum, ilgi çekmeye, saçma bir şekilde de olsa ilgiyi kendimde toplamaya çalışmıyordum. Bendim artık. Sadece kendimdim. İçimden geldiği gibi muhabbet ediyordum. Değiş diye yazmıştı biri bir sabah bir kapının ardına yapışmış bir kağıdın üstüne büyük harflerle. Bu kadar zaman almasını ummuyordum.

O sabah aslında Nihan da öyle durup dururken haydi bu akşam buluşalım demişti. Sonra iptal olmuştu buluşmamız gün içinde. Akşamına serviste bu defa böyle bir anda haydi gidelim diye bir şey olunca vay dedim hayatın tesadüfü. Sonra ofiste oda arkadaşlarımla gün içinde Leo'nun ayıyla güreşip, Oscar almasından konuşmuştuk. Akşam kızlarla konuşurken konu yine Leo ve ayıya geldi. Allah allah dedim. Öğlende odadakilerin canı pide çekmişti, pide söyleyip yediler. Ben istemedim. Akşam da kızlar haydi pide yiyelim dedi. Güldüm, yedim. Yolda avmye giderken Çin burçlarından bahsettik, çünkü hani yani Çin yeni yılıydı. Sonra avmde alakasız bir şekilde kocaman peluş kaplanlarla karşılaştım. Büyü olayını çözmeme şu kadar kaldı.

14'ünde "The New Look" diye bir dizi yayınlandı. Christian Dior'la Coco Chanel'in II.Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında yaşadıklarından esinlenmiş gibi bir hikaye. Hem tarihi, hem moda devleriyle ilgili falan derken büyük bir hevesle açtım ilk bölümü. 15-20 dakika ancak dayanabildim sanırım. Hiç sarmadı. Hem de o kadar her şey benlikmiş gibi dururken.

15'inde bir otelde seminer gibi bir şey vardı. Ona gittim. Bir otel dedim ama, şimdiye kadar gördüklerimin en en en'iydi yani. Daha önce de yazdıklarımı okuduysanız çok da otel görmediğimi, oteller hakkındaki bilgimin sınırlı olduğunu biliyorsunuzdur. Bu defa gördüğüm en devasa olanıydı benim için. Böyle de hayatlar var dedim. Böyle de şeyler var. Kendimi yine 10 yaşında hissettim. Tek başıma orada olmamalıymışım, annemin elinden tutuyor olmalıymışım gibi. Üstüm başım, saçım, her şeyim bir yetersiz gibi geldi. Bir eğreti duruyor gibi hissettim yine. Sosyal sınıfların çizgileri çok kesin çocuklar. Çok derin.

O gün KitapYurdu'nda YKY kitaplarında indirim vardı. Yıllardır okuyacağım okuyacağım dediğim Amin Maalouf'un kitaplarından Doğunun Limanları ile Arapların Gözünden Haçlı Seferlerini ve Binbir Gece Masalları'nın ciltli halini, bir de Frances Hodgson Burnett'in Gizli Bahçe'sini sipariş ettim.(Amin Maalouf'un yazdıklarıyla tanışmamı şurada anlatmıştım.) Görünene göre yarı fiyatlarına aldım ama zaten en başında o kitapların fiyatları bu şekilde mi olmalıydı, orasını da bilemiyorum. Gizli Bahçe bu arada benim için ayrı bir yere ve öneme sahip. Neverland'de de bahsetmişimdir, çocukluğumu etkileyen filmlerden bir tanesiydi 1993 yapımı filmi. Neverland'e ilk başladığımda hevesle yaptığım listelerden "Ben Masumum" serisinde yazmıştım hatta. Hatta blogun sağ şeridine bir göz gezdirirseniz filmin üçlüsünün bahçedeki bir fotoğrafını da bulabilirsiniz. İşte taa o zamanlardan ruhumda olan hikayeyi ancak bu yaşta kitap olarak elime alıp, okumaya da başlayabildim. Ocak başladığında hevesle başladığım Elizabeth Kostova'nın Tarihçi'si aynı hevesle bitirebildim şükürler olsunki (bu ki birleşikti değil mi). Goodreads'te işaretlediğime göre 2015'te okumak istiyorum demişim Tarihçi'yi. Her şeyin bir zamanı var demek ki. Hemen ardından da elime Gizli Bahçe'yi aldım. Tarihçi'yi bitirebilmem bir buçuk ayımı aldı ama olsun.

16'sında Cey'e gittik. İş çıkışı, cuma akşamı, üç kız oturup ev yapımı pizza yedik nostaljik müzikler eşliğinde. Nihan doğum haritalarımızdan senelik çıkarımlar yaptı (bu sene gene hiçbir şey olmuyor hayatımda, kendi içime dönme senemmiş, hangi sene değildi ki). Pasta kestik, Neredeyse 1 ay olmuş olabilirdi ama hala doğum günümdü. O masada oturmak tuhaftı. Normalde o evde, salondaki masada yemek yemek için yetişkin olmam gerekiyormuş gibi hissediyordum. Hissediyorum yani. Ama yetişkin değildik. Öyle miydik? Üniversitedeymişim gibi oluyorum çünkü Cey'in evine gidince. Doğruca odasına gidip, yine ödev yapacakmışız gibi. Annesi yiyeceklerimizi odaya getirecek, biz de halının üstünde yiyecekmişiz gibi. Salondaki masada küçük kalıyormuşum gibi hissettim, boyum yetmiyormuş gibi. Oysaki annemin benim bu yaşımda olduğu yaşta, liseye giden bir çocuğu vardı. Bense 37 yaşında liseyi yeni bitirmişim gibi hissediyordum. Salondaki koltuklarda oturduk sonra. Gözümde hep Im Juli izlediğimiz gece vardı. Çünkü salondaki koltuklarda da oturmazdık öğrenciyken. Tek bir sefer, sabahına ne sınavı olduğunu hatırlamadığım bir sınav olduğu o gece, sabah 4'e kadar salonda oturup, o filmi izlemiştik.

17'si Neverland'in doğumgünüydü (Tam 13 yaşında artık) ama çok meşgul, pek sosyal bir hafta geçiriyordum. O cumartesi sabahı koştur koştur pasta aldım mesela, hayır Neverland'i kutlayabilmek için değil, Tuğba'ya sürpriz yapacaktık. Sonra bebek görmeye gittik, yeni doğan bir bebeğin doğumunu kutlamanın adı bu. Kısa sürmesi gereken oturma tüm günümüzü aldı. Saatlerce oturup, konuştuk çünkü Emrah'ların evinde. Çaylar doldu doldu boşaldı. Güldük, konuştuk, ben yine kendimi tuhaf hissettim. Çünkü yine mutluydum. Keyif alıyordum. İnsanlarla bir arada olmaktan. Muhabbet etmekten. Bir şeylerin parçası olmaktan. Yalnız olmamaktan.

Akşamüstü benim eve geçtik kızlarla. Bu sefer Tuğba'nın pastasını kestik. Kahve eşliğinde iş yerinden yakındık, insanlardan yakındık, dedikodu yaptık. Birbirimizin renk analizini yaptık, çok güldük, çok eğlendik. Sadece mutluydum. İlginç bir şekilde mutluydum. Saf bir halde. Bir yetişkinin ortamında ama gene de çocuk olarak. Bunun üzerine düşünmeyerek. Yine sadece kendim olarak. Kızlar gittikten sonra evin ortasında durup, bu değişik duyguyla ne yapacağımı bilemez halde dikildim.

18'inde pazar günü tüm gün bilgisayarın başında, yıllardır yazmaya çalıştığım bir şeyi yazmak için oturdum. Tüm gün. Sabahtan akşama. Gidip gelip yazdım. Çünkü perşembe günü, öylesine bakarken bir şey görmüştüm. Kader gibiydi. Tam benim düşündüğüm ama o kadar da olmayacak bir şeydi. Ona başvurabilmem için aylardır ertelediğim bu şeyi bitirmem gerekiyordu. Uzun zaman sonra ilk defa bu kadar motive bir halde tüm gün uğraştım. Sonunda bitirdiğimde o şeye başvurmamın bile bir önemi kalmamıştı. Çok uzun zamandır aklımda olan, benimle omzumun üstüne her yere gelen, ağırlığıyla süründüğüm bir şeyi yere bırakabilmişim gibi oldu. Sırf o sayfayı yazıp, kaydete basınca bile bir ferahlık geldi üstüme. Sanki o sayfanın yapacağı, o sayfanın bana açacağı yolun hepsi olmuş da hayatım istediğim gibi olmuş hissi geldi üstüme. Sadece o satırları yazabilmek bile yetti bana neredeyse yani. Gerçi az önce cevap geldiğini gördüm, olmamış ama olsun.

Marry My Husband bitti 20'sinde. Bu senenin ilk dizisiydi benim için. Başından sonuna iyi gitti, kararında bir hikaye anlatıp, bitirdi. Onu da yazacağım umarım bir ara.

Sonraki hafta tamamen Avatar The Last Airbender'la geçti. 22'sinde 8 bölüm birden yayınlanınca ve aylardır onu bekliyor olduğum için perşembeden pazara yemeden içmeden bölümleri izledim. Güldüm, eleştirdim, karşılaştırdım ama bolca ağladım. Evet. Bir çizgi filmden uyarlanan bir fantastik diziye, çocukların oynadığı bir diziye bakarak salya sümük ağladım. Çünkü hem çizgi filmin kalbimdeki yeri ayrı, hem de dizi için yer yer çok özenli, çok nokta atışı sahneler, monologlar yazmışlar. Off. Keşke çizgi filmi ilk defa görüyor olsaydım. Keşke ilk defa izliyor, ilk defa karşılaşıyor olsaydım.

24'ünde cumartesi günü Avatar izlemekten şaşılaşmış gözlerimi dinlendiririm hem, hem de güneş manyak parlıyor dışarıda diye çıktım kaleye gittim. Çook küçükken, Ankara'ya ilk geldiğimiz zamanlarda sanki bir annemlerle kale yoluna doğru gitmiştik arabayla. Çok bellli belirsiz bir görüntü gözümün önünde. O kadar. Sonraki 25 yıl boyunca hiç gitmedim. Çünkü ben büyürken kalenin olduğu yer biraz fazla tehlikeli, fazla ücraydı. Canına değer veren kimse yanaşmazdı. Sonra oraları da düzelttiler, kaleyi de. Hep doğru bir zaman, doğru bir fırsat oluşsun diye bekleyince de böyle oldu. Çıktım gittim o cumartesi. Pırıl pırıl güneş. Yeni makinemi de denedim. Hiç başarılı değilim ama olsun. Kalede de çok görülecek bir şey yok ama ona da olsun.

27'sinde salı akşamı "Mehmed Fetihler Sultanı" dizisi başladı. Trt'nin tarihi dizilerinin izlenemez olduğunu fark edeli yıllar oluyor. Ama her defasında aynı heyecana kapılıyorum, elimde değil. Hepsinin ilk bölümü izlemeye oturuyorum bir, böyle sanki her defasında aynı şeyi yaşamamışım gibi. Bir türlü akıllanmıyorum. İçimde hep o umut. Ama bu sefer biraz işe yaradı o umut. Bu dizi iyi başladı. Gerçekten iyi. Henüz ilk iki bölüm yayınlandığı için o kadar gözüme batmadı ama propaganda olayları herhalde bir 4-5 bölüm sonra bunda da kafayı yedirtir hale gelir. Şimdilik mutluyum. Sadece o kadar uzun ki haftaya yayarak izleyebiliyorum.

28'inde çarşamba akşamı bu sefer aynı ekip - 4 kız olarak - Korelee'ye gittik iş çıkışı. Çok lezzetliydi yine her zamanki gibi. Ne varsa yedik. İkramlar da başlamış, aylar oldu herhalde gitmeyeli oraya. Önündeki sıra her zaman insanı bir geri geri götürüyor, en lezzetlisi olmasına rağmen Kore yemeği yemek istiyorsam direkt bomboş olan diğer yerlere gidiveriyorum. Yemeklerle de birlikte yine çok güzel bir akşam geçirdim o akşam da. Deliler gibi yedik, sonra kahve içmeye oturduk, güle oynaya muhabbet ettik.


"The Impossible Heir" dizisi başladı 28'inde ayrıca. Lee Jae Wook'a artık Alchemy of Souls'dan sonra neredeyse tapıyor olduğumuz için (abartıyorum da demeye çalıştığımı anladınız) dört gözle ondan sonraki ilk dizisini bekliyorduk. Fragmanlar da acayip gaza getiriyordu zaten. İlk bölümü izledim. Çok iyi bir hikaye seçmiş tamam, ekip aşırı iyi o da tamam. Jae Wook zaten manyak görünüyor, daha ne olsun derken başrole uygun gördükleri kız hikayeye dahil oldu ve her şey bitti. Gözümde tüm dizi çöpe dönüştü. Çünkü kız çöp. Nasıl anlatabilirim ki. Yaşamanız lazım. Neyse.

Ocak'ın 26'sında başlayan "FlexXCop" dizisine bakabildim sonunda o hafta. Ahn Bo Hyun için daha önce de yazmıştım "Ondan da bahsetmişimdir, hep söylüyorum, daha bu kadar ünlü olmadan, başrollere taşınmadan evvel youtube'da kendi kendine kampa gidip, videolar çekerdi ve ben kaçırmadan izlerdim. O da mesela Shin Hye Sun gibi, öyle bakınca bence yakışıklı/güzel değil ya da bana çekici gelen bir yanı yok. Ama yine tıpkı onun gibi bana iyi hissettiriyor, görünce kanım kaynıyor, böyle bir dostumu görmüşüm gibi, oturup muhabbet ediyormuşuz gibi, derdimi paylaşabiliyormuşum gibi hissettiriyor. O videolardaki samimiyeti, o hali gönlüme yerleşen. Sonra oyunculuk ve ün anlamında patladığı Itaewon Class'ı izlemedim (ilk bölümün bir yerlerinde bırakmıştım), 2019'daki Her Private Life'taki yan rolünden beri hiçbir şeyini izlemedim esasında." diye. O yüzden severim, her yeni dizisine bakmak isterim. Bu dizi de değişik aslında. Böyle çekim görüntüsü de ilginç, hikayesi de değişik. Anlatım tarzı da. Aslında izlemek isterdim diye düşündüm ilk bölümü bitirirken. Ama sanki daha bir çok motivasyona ihtiyacım varmış gibiydi. Çok çok boş vaktim olsaydı belki dedim.

Mart'ın birinde Dune geldi. Benim Dune'um. Kitaplığımın köşe taşı, 20li yaşlarımın uzun gecelerinin sayfaları, korkularımın duası...İlk kitabın ikinci yarısının filmi nihayet geldi. 3'ünde pazar sabahı çıktım gittim sinemaya. İlk defa 4DX'i deneyeyim hem diye. Çok yanlış bir seçim olmuş. Ben Dune'u izlerken kendimden geçiyorum zaten. Ama koltuklar habire sallanıyor, etrafa tutunuyorum, kilo da aldım halbuki yetmiyor zıplıyorum koltuğun üstünde. Filme konsantre olamıyorum, yüzüme yüzüme rüzgar üflüyor, koltuk durmuyor. En kötüsü de koskoca salon neredeyse bomboşken hemen iki adım öteme düşen bir gencin, tüm film boyunca burnunu çekmesiydi foşur foşur. Ters ters baktım, üfledim püfledim ama anlamadı çünkü hiçbirinizin aklına gelmiyor burun çekmenin pis ve sinir bozucu ve hatta terbiyesizce bir şey olduğu. Hayır söylesem biliyorum ki iki dakika sonra gene unutup çekmeye devam edecek çünkü daha önce yaşadım. Bir daha sinemaya gitmeyeceğim ya. Valla. Çekmek zorunda değilim ben bu pisliği.

Filme gelirsek...Okurken hayal ettiğim tam olarak buymuş, izleyene kadar, önümde kanlı canlı bir şekilde görene kadar fark edememişim. Paul'ün ilk solucan çağırışını ve sürüşünü izlerken baştan ayağa titredim. Rahibe Ana Mohiam'a sesi kullandığı sahnede her şey tam olarak hayal ettiğim gibiydi. Sanırım Timotee Chalamet, hayal ettiğimi bile bilmediğim Paul'müş.

Bu hafta da pek bir şey olmadı. 8'inde cuma günü, günün de bahanesiyle öğleden sonra izin aldım. Tuğba'yla çıktık dolaştık. Dizilerde izlediğim gibi "arcade" olan bir yer var Next Level'da, oraya gittik. Her yerimizi yara bere içinde bıraktık, ihtiyar bedenlerimizin her yanı tutuldu. İlk defa öyle bir yere gitmiş oldum (çünkü tüm okul hayatımı katıksız bir inek olarak geçirdim). Minik bir atış poligonunda bilye mermilerle hedeflere atış yaptık ondan da önce. Hiç de fena değilim bu arada, bu kadar iyi olmayı beklemiyordum. Tüfekle iyiydim en azından, tabancayı denemedim. Eğlenceli bir gündü, değişik bir gündü. Böyle günlerim daha çok olsa aslında ben de daha iyi olurdum diye düşündüm.

Kitapçıya da uğradık tabiki cuma günü. D&R'da ikinciye yüzde 60 indirim yazınca gaza geldik haliyle. Daha doğrusu Koridor Yayınları'nın bez ciltli Orhan Veli Bütün Şiirleri baskısını görünce kendimden geçtim, onun etkisi olabilir. Onu elime alınca yanına da haydi indirimden yararlanmış olayım diye bir kitap daha seçtim. Steven Roger Fischer'ın Yazının Tarihi kitabını kaptım. İnternetten daha mı ucuza gelirlerdi, evet. Olsun.

Yine Ocak'ın sonunda başlayan bir dizi var "Doctor Slump". Onu izliyorum birkaç gündür. Park Shin Hye ile Park Hyung Shik. Depresyon ve hayatta yolunu bulma ile ilgili bir alt metin dönüyor karşımda ama o kadar parmak ucunda izliyorum ki diziyi...Biliyorum bir an kaptırırsam kendimi, bir anlığına da olsa hikayeye girmeye karar verirsem salacağım kendimi. O yüzden hiç öyle kendimi kaptırmadan izlediğimden pek hafif geliyor. Park Shin Hye de ne güzel yahu diye bakıyorum, Park Hyung Shik'in komedik zamanlamalar konusundaki yeteneğine hayran hayran bakıyorum. Onu gördükçe aklıma Taetae geliyor, bir hüzün çöküyor ama silkeleniyorum.

5 yorum:

  1. İşlerin güzel gidiyor olduğuna sevindim, dilerim daim olur. :) Sanki birinin günlüğünün sayfalarını gizlice aralamışım gibi hissettim okurken.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazıp bitirdikten sonra ben de aynen ne oldu bu böyle resmen sevgili günlük diye yazmışım dedim :D
      Ayrıca da işlerin güzel gidiyor olduğunu düşünmemiştim ama okuyunca öyle geldi gibi.

      Sil
    2. Bir de şu burun çekme mevzusunda, yıllar yıllar evvel dershaneye gidiyor iken, deneme sırasında yine öyle saniye başı burun çeken, odagimi hiç eden bir oğlan oturmuştu da arkama, ben de artık dayanamayıp o istemeden peçete bırakmıştım masasına. Ve tabii ki sadece tip tip baktı ve peceteye elini bile surmeyip burun cekmeye tam gaz devam etti, rezil insan :D Nasil sinir olmuştum nasıl, insan olan teşekkür edip de kullanırdı o peceteyi. Ama onun yerine aptalca gurur yapmayı tercih etmişti velet :P

      Sil
  2. Ben de benzer şeyler söyleyeceğim Küçük Kara Balık ile, gerçekten mutlu olmana, bir gruba kendini ait hissetmene, en önemlisi de kendin olabilmene çok sevindim. Bu arada yıllardır sinemaya gitmiyorum ben de, en son Bir Zamanlar Hollywood ile jübilemi yaptım sanırım ya da Drive My Car mıydı tam emin olamıyorum hahahah.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ben böyle uzuuun uzun aralar verip de gidiyorum gibi sanki sinemaya. Her gidişimde de ahh burada film izlemek ne güzel bir şeydi diyorum kendi kendime. Evde her an kapatıp, kalkıp gidebilirim hissi filmi ciddiye almamı engelliyormuş gibi. Keşke diyorum eskisi gibi, her istediğimiz anda istediğimiz şeyi izleyebilecek imkanlarımız olmasaydı.

      Sil

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...