27 Ağustos 2012 Pazartesi

hayat böyledir çocuklar

How I Met Your Mother'ın 7.sezonunun 14.bölümü "46 Minutes"ta Marshall ve Lily, doğacak çocuklarını daha iyi bir çevrede yetiştirmek istediklerinden - ve başka birkaç nedenden dolayı - ünversiteden mezun olduklarından beri yaşadıkları New York'un merkezini terk edip, şehir dışında, bu bizim Amerikan filmlerinden tanıdığımız "suburban" evlerinden birinde yaşamaya karar verirler. Oysa değiştirmeye çalıştıkları sadece evleri olmaz, onların o birbirine adeta zamkla tutturulmuş olağanüstü dostlukları da değişmek zorunda kalır bu kararla. Neredeyse her gün tüm vakitlerini bir arada geçirmeye alışmış bu sımsıkı 5 dostun arasına artık mesafeler girmiştir. Artık her akşam toplaşıp, aynı masaya oturdukları McLarens'a aynı mesafede değildir hepsi. Ted ve Barney ikna etmeye çabalar Marshall ve Lily'yi. Öyle ya nasıl olacaktır  bu böyle ayrı gayrı? Ama olur - tamam sonradan çok daha başka da olur da konumuz o değil -, tüm bir bölüm boyunca hikaye onları savurur durur, sonunda 2030'daki Ted Mosby'mizin sesi ulaşır bize;
Beşimiz de o koltuğa beş dakika uzaklıktaki yerlerde mi oturduk peki hep?Hayır, hayat böyledir çocuklar. Ama başka bir şey keşfettim. Beşimiz nerede birlikteysek oturma yerimiz orasıydı.
Önümüzdeki 2 haftayı, işten kalan her bir saniyesinde şu artık arap saçına dönen tezimi yazmak için harcayacağım. Bu iki hafta içinde bu işi hallettim hallettim, yoksa ne olurum bilmiyorum. O yüzden bu arada size yeni yazmaya başlayan iki arkadaşımın bloglarını gösterip, birazcık da sözü onlara bırakmış olacağım.

Çünkü yan yana durabilmenin böyle bir yolunu denemeye karar verdik mecburen. Ne İstanbul, ne Ankara, ne de Santa Cruz, fark etmesin diye.
Çok doğru söyler nitekim Ted, biz nerede birlikteysek o cam önü de orası olur.


26 Ağustos 2012 Pazar

Parenthood (1989) - ebeveyn olmak üzerine uzunca (2 saat kadar) bir söylem

Film izlemeye uzun zaman önce başladığımı biliyorsunuz az çok. Baya bir uzun zaman önce hem de. Neyse, o zamanlar tv vardı tabi, sonraları sinemayı keşfettim belki tek tük. Ama sinema uzaktı, pahalıydı ve ben henüz 40 kilo bile yokken elime harçlık da verilmiyordu. Korsan piyasasının farkına vardım eve bilgisayar girmesiyle birlikte. Her hafta gazeteden yeni filmlere bakıyorum, not alıp babamın eline tutuşturuyorum, o da iş dönüşü maltepe pazarına uğrayıp korsan cdleri eve taşıyor şeklinde bir döngüyle baya film izledim (Titanic'i bile). Lise boyunca da devam etti korsan cdlerle mücadelem, salak saçma altyazılar sonucu İngilizce'yi kendim söktüm misal. Elde tutulan kameralardan zar zor seçilen sinema çekimleri gözlerimi bozdu belki de (evet miyopu ve astigmatı ona bağlıyorum ben). Üstüne bir de Johnny çıkınca karşıma, bu sefer film kiralayan dükkanlardan ikna kabiliyetimle nuh tarihinden kalma cdleri satın alıp (abi bu benim olsun mu hı?gibi) eve döndüğümü bilirim (ahh the astronauts wife).
Ama asıl film üniversiteye gidince koptu tabi. Mühendislik fakültesine adım atmışsan, hem de bilgisayar mühendisliğine düşmüşsen ilk birkaç ay içinde download nedir, megabitin hayati önemi nedir, torrent kimin icadıdır, bsplayer en iyi dostun mudur öğrenmemek mümkün değildi. Nitekim öğrendik. Ve bir başladık ki hem "download"a hem de izlemeye, bitiremedik.
Bir yerden sonra şeyin farkına vardık tabi, e ben indiriyorum, sen indiriyorsun, o da indiriyor. Öbür tarafa dönüyorum, bakıyorum, onlar da indiriyor. Dedik bari kaynakları bu kadar hor kullanmayalım, paylaşalım, iletelim, hepimiz faydalanalım. Zaten her gün okulda 24 saat beraberiz, eve gidip de indirmeye uğraşacağıma aynı filmi, senden alırım bir flash bellekle, olur biter.
Şimdi yıllar sonra, dvdlere ve harici belleğe kaydettiğim filmlerin arasında, bu sebeple, ne idüğü belirsiz bir ton film var. Özellikle bu bir oyuncuya delicesine tutulma ve uçurumdan atlasa peşinden sırıtarak yol alma durumunda olabilen tek insanın kendiniz olmadığını anlamanız baya aydınlatıcı olabiliyor. Ben nasıl liseden beri Johnny hangi kameranın önünden geçmişse o kameraya ulaşmaya çabalamışsam, bir arkadaşım Joaquin Phoenix ile Ewan McGregor'a, bir kuzenim de Lindsay Lohan'a aynı sadakati göstermiş. Film havuzlarını olduğu gibi kopya ettiğim için de elimde şu an neyi anlattıklarına dair en ufak bir fikrim bile olmayan bir sürü joaquin, ewan ve lindsay filmi var.
bu, 89'daki filmin ailesi
1989 yapımı Parenthood filmi de onlardan birisiymiş meğerse. Kimin oynadığını, kimin yönettiğini bilmeden açtım. Konusu hakkında isminden dolayı bir fikrim vardı gerçi. Ekranda yönetmenin Ron Howard olduğu, başrolde Steve Martin olduğu falan yazınca da birkaç birşey oluştu kafamda. Yalnız iki saat boyunca bunu aldığım insan, nesi için indirmiş onu çözmeye çalıştım (çok kötü olduğundan bilmem ne değil yahu, sadece dedim ya benim bu -koliklerden hangisi indirmiş bunu acaba diye düşündüm). Yılı 1989 olunca daha da zorlaştı tabi.
bu 90'daki tv dizisinin ailesi
Konuysa bildiğimiz ebeveynlik işte. Hepsi de evli-bekar-boşanmış ve çocuklu 4 kardeşin ve onların oluşturduğu geniş ailenin ebeveynlik üzerine durumlarını anlatıyor Ron Howard, Lowell Ganz ve Babaloo Madel. Gil, Sarah, Helen ve Larry birbirinden gayet farklı aileler kurmuş farklı kardeşler olsalar da temelde çocuklarıyla ve eşleriyle yaşadıkları oldukça benzer. Hangi yaşta olurlarsa olsunlar her şeyi çocukları için yapıyorlar, her çocuğun da farklı bir derdi farklı bir yönü oluyor. Tabi her bir ailenin de kendine göre değişik bir çocuk yetiştirme anlayışı olunca, biz de ondan ona atlayan içiçe geçen bu ailelerin hikayesini izlemiş oluyoruz.
Ama sıkılıyoruz. Sorun o. Komedi ve drama olarak geçen filmin draması bir yerden sonra sıkıcılaşıyor. Tamam hikaye çok samimi, çok açık, çok gerçekçi yönler taşıyor ama tempoyu ayakta tutamıyor. Parlak olduğu noktalar da yok değil elbette, her bir oyuncu şahane oynuyor, komediyi senaryo yazmışsa eğer dibine kadar yapıyorlar, gülmekten çatlıyoruz. Ama çok az oluyor bu ve geri kalan kısımda sadece yavaş geçen dakikaları sayıyoruz.
bu da bizim zamanın tv dizisinin ailesi
Steve Martin'i tabiki seviyoruz, zaten ilk dakikalarda onu gördüğüm için içim rahatlamıştı. Dianne Wiest ve Rick Moranis de işi garantilemişti. Ama daha 20'lerinde bir Keanu Reeves'i görmeyi hiç beklemiyordum. Ki acayip de güzel oldu. Yalnız şaşkınlığım büyüktü. Neye? Şuna : 

Film boyunca en çok güldüğüm ve düşündüğüm karakter Garry Buckman'dı. Annesiyle ve çevresiyle iletişimi (iletişimsizliği) ve kendi "storyline"ı beni iyi güldürdü. Bir yandan da kendime engel olamıyordum, ben bunu tanıyorum bir yerden diye. Çocukken çok meşhur olup sonradan dizilerde oynayıp duran aktörlerdendir dedim önce, oradan biliyorumdur. Baktım değil, sonra dedim o zaman kesin şu an çok meşhur ve bildiğim biri ama çıkaramadım. İzliyorum izliyorum bir türlü hah şu diyemiyorum. Sonunda film bitti, IMDb'ye baktım. Ve şoka giriyordum.

Buymuş. Bildiğiniz Joaquin'miş (Yuh Nihan, bu hali kendine bile benzemiyor niye indirdin :p ). Bir de şimdi bu Keanu'yla Joaquin aynı görünüyor, sene 2012. Ama sene 1989'da biri adam biri çocuk. Nesin sen Keanu nesin?
Tahmin edebileceğiniz gibi, film öylesine sıkınca beni böyle heyecanlar, eğlenceler aradım filmin içinde tabi. Çok kötü değildi belki ama benim gibi gelecek 50 yıllık kalkınma planınızda ne evlilik, ne de çocuk yoksa, pek bir ilginç yanı kalmıyor filmin. Hoş, olsa da sıkıyor da neyse. Ama öyle demeyelim, sonraki yıl kısa sürecek bir tv dizisi haline bile getirmişler filmi. Pek sevilmiş anladığım kadarıyla film. Bir de şimdiki, 2010'da başlayan aynı adlı diziyle de alakası var mı bilemiyorum. Olabilir, aynı mantıktır belki. Gerçi Lauren Graham var, ona da bir göz atmak lazım gelir.

there's a hundred ways of dyin, brother, and I'm pickin my own way

Böyle bazı resimler var, nutkum tutuluyor. Sebepsiz, öylesine. Herhangi bir fotoğraf, herhangi bir yerden, herhangi bir şekilde önüme çıkmış olabiliyor.
Bu kareye - ki bir filmden bir kare olduğunu daha sonradan öğrendiğim bu kareye - başka bir şeyi ararken rastlamıştım. Görür görmez bir şeyler oldu, anlam veremediğim. İçime dokundu bu bakış, bu eğik duruş, bu gevşekçe birbirine tutturulmuş tam da bir şey söylemek ister gibi duran dudaklar.
Gary Cooper'mış hepsinin sahibi. 1930 yapımı Morocco filminden.
Bu videodaki 1.44'üncü saniyedeki kare.
[dvdbeaver'dan resim bu arada]

25 Ağustos 2012 Cumartesi

3 Idiots (2009) - Hindistan, Türkiye, ora bura...fark etmezmiş.

Farhan : Bugün şu aptala olan saygım iyice arttı. Çoğumuz üniversiteye sadece bir diploma almak için gitti. Diploma olmadığında ne güzel bir iş, ne güzel bir eş...ne kredi kartı, ne de sosyal statü mümkün. Bunların hiçbiri onun için önemli değil. O üniversiteye sadece öğrenmekten keyif aldığı için gitti. O asla birinci veya sonuncu olmayı umursamadı.

Farhan : O gün biz "insan davranışı" konusunda bir ders aldık ; arkadaşın başarısızsa, sen  kötü hissediyorsun. Arkadaşın zirvedeyse, sen daha kötü hissediyorsun.

Farhan'ın babası: O alçak Rancho aklını karıştırıyor senin!
Farhan: Ben mühendislikten hoşlanmıyorum. Korkunç kötü bir mühendis olurum. Rancho'nun basit bir inancı var - Tutkunu mesleğin yapmalısın. Sonra işin oyun olur.
Farhan'ın babası: Ormanda ne kazanacaksın?
Farhan: Az bir para, ama çok şey öğreneceğim.
Farhan'ın babası: Beş yıl sonra ...Arkadaşlarını arabalar ve evler, alırken gördüğünde kendine lanet edeceksin.
Farhan: Mühendis olduğumda hayat bana hayal kırıklıkları getirir. O zaman sana lanet ederim. Ben kendime lanet etmeyi tercih ederim baba.
Farhan'ın babası: Herkes gülecek! Son sınıfta ayrıldığın için sana başarısız damgası vuracaklar.

Rancho: Köyümüzde yaşlı bir bekçi vardı, gece devriyesinde, Herşey yolunda diye bağırırdı. Ve huzur içinde uyurduk. Sonra bir hırsızlık oldu ve biz öğrendik ki o, geceleri göremiyormuş! Sadece "her şey yolunda" diye bağırıyormuş ve biz kendimizi güvende hissediyorduk. O gün anladım ki bu kalp kolayca korkabiliyor, onu kandırman gerekiyor. Ancak büyük bir sorun varsa kalbine, 'Her şey yolunda, dostum' dersen
Raju: Bu sorunu çözer mi?
Rancho: Hayır ama sen sorunla yüzleşmek için cesaretlenebilirsin.

Machine Class Professor: What is a machine? Why are you smiling?
Rancho: Sir, to study engineering was a childhood dream. I’m so happy to be here finally.
Machine Class Professor: No need to be so happy.Define a machine.
Rancho: A machine is anything that reduces human effort.
Machine Class Professor: Will you please elaborate?
Rancho: Sir, anything that simplifies work or saves time, is a machine. It’s a warm day, press a button, get a blast of air. The fan. A machine! Speak to a friend miles away. The telephone. A machine! Compute millions in seconds. The calculator. A machine! Sir, we’re surrounded by machines. From a pen’s nib to a pants’ zip- all machines. Up and down in a second. Up, down, up, down…
Machine Class Professor: What is the definition?
Rancho: I just gave it to you, Sir.
Machine Class Professor: You’ll write this in the exam? This is a machine- up, down, up, down… Idiot! Anybody else?
Chatur Ramalingam aka ‘Silencer’: Sir, machines are any combination of bodies so connected that their relative motions are constrained. And by which means force and motion maybe transmitted and modified as the screw in its nut or a lever range turnabout a fulcrum or a pulley by its pivot etc. esp a construction more or less complex consisting of a combination of moving parts or simple mechanical elements as wheels, levers, cams etc.
Machine Class Professor: Wonderful! Perfect. Please sit down.
Chatur Ramalingam aka ‘Silencer’: Thank you.
Rancho: But Sir, I said the same thing in simple language.
Machine Class Professor: If you prefer simple language, join an Arts and Commerce College.
Rancho: But Sir, one must get the meaning too. What’s the point of blindly cramming a bookish definition
Machine Class Professor: You think you’re smarter than the book? Write the textbook definition, mister, if you want to pass.

Give me some sunshine,
Give me some rain,
Give me another chance,
I wanna grow up once again... 
Aal izz well 

23 Ağustos 2012 Perşembe

"Greetings From Tim Buckley" diye bir şey çektiler

Hayır. Hayır. Hayır.
Ve evet, konu ona gelince daha da önyargılı oluyorum.
Ama. Hem de Lilac Wine.
Hayır.



(Durumu anlamak için : Bakınız ve IMDb)

21 Ağustos 2012 Salı

sooner

“Crying is all right in its own way while it lasts. But you have to stop sooner or later, and then you still have to decide what to do.” [C.S.Lewis]

Libba Bray'den Müthiş ve Korkunç Güzel

Bir kez daha önyargılarımı yutup, sezara hakkını teslim ettiğim bir kitapla karşı karşıyayım. Kapaklarına ve üstlerine yazılan tanıtım cümlelerine bakarak kitaplar hakkında belli düşünceler oluşturup, ona göre rafları gezmenin de kendine göre sakıncaları varmış belli ki.
Libba Bray'in bu Gemma Doyle Üçlemesi olarak adlandırılan serisinin ilk kitabı olan Müthiş ve Korkunç Güzel tam da böyle amanın etraftan nasıl görünüyor ki burası böyle diyerek kesinlikle yaklaşmadığım raflarda duran kitaplardan biriydi. Kitapçıda o kitapların durduğu bölüme yaklaşır, olur da önünde bir iki saniye duraklarsam diye ödüm kopardı normalde (Alacakaranlık kitaplarını nasıl kocaman sırt çantama tıkıştırıp da kasadan ödediğim gibi toz olduğumu anlatmış mıydım?). Tıpkı romantik komedi izlemeyi sevdiğin itiraf etmek gibi birşey bu da. İster istemez seviyorsun ve bu durum senin de hoşuna gitmediği gibi, etrafında yarattığı imaja tamamen ters olması işleri iyice zorlaştırıyor.
tabi iş sadece kapakta değil, böyle isimler koyan yazarı da ramazan davulu niyetine tokmaklamak lazım.
Bu noktada bence tüm suç kitap kapakları tasarlayanların. Hatta bence, Türkiye'de, tasarlamayanların. Google'ı açıp bir kız resmi diye aratıp karşılarına ilk çıkan resmi kitaba kapak yapanların. Diğer bir suç, bu genç-yetişkin kitapları denen türün reklamını başarısızca yapanların. Sırf onlar yüzünden içeriği gayet de ele gelir olanları bile misal Vampir Günlükleri'yle aynı kefeye koyuyoruz. Oysa her orta yaş-orta yaş üstü Amerikalı evli çocuk sahibi teyze aynı şekilde yazmıyor. Hepsi yüzyıllar sürmüş banliyö evliliklerinin içinde kurdukları ergen fantazilerini en basit biçimde anlatmaya girişmiyor.
Aksine, bazıları hakikaten düşünen, birşeyler ifade eden karakterler yaratabiliyor. Şiddeti, ergen psikolojisini, hayatı algılayış biçimlerini, hayatla olan meselelerini gayet iyi biçimlendirebiliyor.
Ben elime Müthiş ve Korkunç Güzel'i alana kadar bunu tahmin edememiştim. Kafamı dinlendirir, arada çerezlik gider, oo kapağı da renkli falan böyle içi mutluluk doludur diyerek başlamıştım. Tam tersi çıktığına üzülmedim gerçi. Gemma Doyle ve arkadaşlarının Spence Akademisi'nde yaşadıkları - tamam çok da abartmayayım ama - aslında belirli bir alt metni ve düşündürdükleri olan bir yapıya sahipti.
Peki Libba Bray'in önümüze açtığı bu evren neresi? Kitabın kapağında büyük bir iddiayla "Victoria Dönemi'nde geçen müthiş ve gotik bir yatılı okul macerası" mı? Bir kere böyle  birşeye karar verebilmemiz için bazı şeyleri bilmemiz gerekiyor. 1-Victoria Dönemi derken romalılara mı uzaylılara mı yakın birşeyden bahsediyoruz? 2-Gotik, bildiğimiz siyah giyinen ürkütücü abilere mi özgü birşey?
Yaş grubunuza göre bunları neden yazdığıma olan tepkiniz değişebilir tabi. Sonuçta kendimi, bu kitapların konulduğu rafların önünde biriken yaş grubundan biri gibi düşünerek yazmaya çalışıyorum (ve hayır kesinlikle kendi o yaştaki halimi düşünerek yazmıyorum, çünkü o yaşta bile dönemleri su gibi ezberlemiş, ajandalara not çıkarmakla meşguldüm ben. saçmalık tabi, çık dışarı oyna değil mi, ne zorum varmışsa).
Birincisi Victoria Dönemi, İngiltere'de Kraliçe Victoria'nın (ki Emily Blunt'ın oynadığı pek de güzel bir filmi vardır demeden geçmeyeyim) tahtta bulunduğu 1837-1901 yılları arasındaki döneme verilen ad. Tıpkı kendisinden önceki ve sonraki dönemler gibi bu dönemin de kendine özgü bir anlayışı var modada, edebiyatta, mimaride. Gotik dediğimiz şey ise - kökeni Gothlardan geliyor yanlış hatırlamıyorsam ama ne alaka değil mi - bu durumda gotik kurguya işaret ediyor. Bu da edebiyatta korku ve gerilim öğelerini romantizmle birleştiren bir tür. Çıkış noktası 1764'te Horace Walpole'un Castle of Otranto'su. Şimdi bunların hepsini bildiğimize göre kitap bize neleri vaadediyormuş : 1837-1901 arasında geçecek, korkutucu olacak ama bol bol aşk, duygusal sekanslar olacak bir de yatılı bir okulda geçecek.
fotoğrafların üstüne tıklayıp tam boyutta okumanızı tavsiye ediyorum ben bu noktada
Geçiyor da. 1895 yılında 16 yaşındaki Gemma Doyle, Hindistan'da yaşayan bir İngiliz genç kızı olarak annesinden onu ısrarla Londra'ya göndermesini istiyor. Eskiden çok iyi anlaştığı, pek sevdiği annesiyle arası haliyle ergenliğin verdiği hezeyanlarla açılmış durumda. Gemma hayatın kalbinin attığı yer olarak gördüğü Londra sosyetesine dalmak istiyor, annesi hayır diyor. Toz toprak içindeki Hindistan'da kaldığı için annesine atarlanıyor Gemma da. Ama kader ağlarını örüyor, annesi o gün ölüyor, Gemma bir sürü tuhaf şeyle karşılaşıp, kendini aylar sonra Londra'da buluyor. O çok istediği Londra'ya mutsuzluğun dibine vurmuş halde geliyor tabi. Bir de Spence Akademisi'ne gönderiliyor, dönemin gereklerine uygun şekilde evlenmeye hazır ve nazır leydiler yaratma-eğitme okulu burası.
Son tepeyi de aştık ve Spence bütün muhteşemliğiyle karşımızda belirdi. Benim beklediğim, taşrada sık rastlanan türde tatlı, küçük bir malikaneydi, hani pembe yanaklı genç kızların yeşil çimenler üzerinde tenis oynadıkları, fotoğraflarını broşürlerde gördükleriniz vardır ya...Ama Spence'in sevimli hiçbir tarafı yok. Devasa, geniş surları ve ince kuleleriyle deli bir adamın unutulmuş kalesi.
Gemma'nınsa leydilikle alakası bile yok, üstüne bir de gördüğü imgeler, duyduğu sesler var ve annesinin ölümünden bile kendini sorumlu tutuyor.
ciddiyim, açın bir şunları okuyun
Tüm bunların ortasında genç olmanın, 19.yy.'ın sonunda bir genç kız olmanın sorunları var. Düşünmemelisin, aklın olmamalı, var olmamalısın, sadece bir an önce münasip bir koca bulup onu memnun edecek şekilde yaşamalısın. Tam bir leydi olmalısın. Gemma bir şekilde arkadaş ediniyor bu gerekliliklerin arasında. Felicity, Pippa ve Ann. Birbirinden hep farklı karakterler olur ya böyle gruplar, onlar da kuralı bozmuyor. Farklılıkları birleştiriyor onları, bizi de düşünmeye sevkediyor. Her birinde kendimizi buluyoruz bazen, her birinin bir özelliğinde kendimize dönüyoruz bazense. Onlar kitap - seri - boyunca Diyarlar'ı keşfe çıkarken biz de onları keşfe çıkıyoruz. Kimimiz Felicity gibi gücü istiyor, kimimiz Ann gibi güzelliği ve fark edilmeyi istiyor, kimimiz Pippa gibi kendi özgürlüğümüzü kimimizse Gemma gibi yalnız kendimizi anlayabilmeyi, tanıyabilmeyi istiyor.
hala okumadınız mı? yok artık

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...