21 Ağustos 2012 Salı

Libba Bray'den Müthiş ve Korkunç Güzel

Bir kez daha önyargılarımı yutup, sezara hakkını teslim ettiğim bir kitapla karşı karşıyayım. Kapaklarına ve üstlerine yazılan tanıtım cümlelerine bakarak kitaplar hakkında belli düşünceler oluşturup, ona göre rafları gezmenin de kendine göre sakıncaları varmış belli ki.
Libba Bray'in bu Gemma Doyle Üçlemesi olarak adlandırılan serisinin ilk kitabı olan Müthiş ve Korkunç Güzel tam da böyle amanın etraftan nasıl görünüyor ki burası böyle diyerek kesinlikle yaklaşmadığım raflarda duran kitaplardan biriydi. Kitapçıda o kitapların durduğu bölüme yaklaşır, olur da önünde bir iki saniye duraklarsam diye ödüm kopardı normalde (Alacakaranlık kitaplarını nasıl kocaman sırt çantama tıkıştırıp da kasadan ödediğim gibi toz olduğumu anlatmış mıydım?). Tıpkı romantik komedi izlemeyi sevdiğin itiraf etmek gibi birşey bu da. İster istemez seviyorsun ve bu durum senin de hoşuna gitmediği gibi, etrafında yarattığı imaja tamamen ters olması işleri iyice zorlaştırıyor.
tabi iş sadece kapakta değil, böyle isimler koyan yazarı da ramazan davulu niyetine tokmaklamak lazım.
Bu noktada bence tüm suç kitap kapakları tasarlayanların. Hatta bence, Türkiye'de, tasarlamayanların. Google'ı açıp bir kız resmi diye aratıp karşılarına ilk çıkan resmi kitaba kapak yapanların. Diğer bir suç, bu genç-yetişkin kitapları denen türün reklamını başarısızca yapanların. Sırf onlar yüzünden içeriği gayet de ele gelir olanları bile misal Vampir Günlükleri'yle aynı kefeye koyuyoruz. Oysa her orta yaş-orta yaş üstü Amerikalı evli çocuk sahibi teyze aynı şekilde yazmıyor. Hepsi yüzyıllar sürmüş banliyö evliliklerinin içinde kurdukları ergen fantazilerini en basit biçimde anlatmaya girişmiyor.
Aksine, bazıları hakikaten düşünen, birşeyler ifade eden karakterler yaratabiliyor. Şiddeti, ergen psikolojisini, hayatı algılayış biçimlerini, hayatla olan meselelerini gayet iyi biçimlendirebiliyor.
Ben elime Müthiş ve Korkunç Güzel'i alana kadar bunu tahmin edememiştim. Kafamı dinlendirir, arada çerezlik gider, oo kapağı da renkli falan böyle içi mutluluk doludur diyerek başlamıştım. Tam tersi çıktığına üzülmedim gerçi. Gemma Doyle ve arkadaşlarının Spence Akademisi'nde yaşadıkları - tamam çok da abartmayayım ama - aslında belirli bir alt metni ve düşündürdükleri olan bir yapıya sahipti.
Peki Libba Bray'in önümüze açtığı bu evren neresi? Kitabın kapağında büyük bir iddiayla "Victoria Dönemi'nde geçen müthiş ve gotik bir yatılı okul macerası" mı? Bir kere böyle  birşeye karar verebilmemiz için bazı şeyleri bilmemiz gerekiyor. 1-Victoria Dönemi derken romalılara mı uzaylılara mı yakın birşeyden bahsediyoruz? 2-Gotik, bildiğimiz siyah giyinen ürkütücü abilere mi özgü birşey?
Yaş grubunuza göre bunları neden yazdığıma olan tepkiniz değişebilir tabi. Sonuçta kendimi, bu kitapların konulduğu rafların önünde biriken yaş grubundan biri gibi düşünerek yazmaya çalışıyorum (ve hayır kesinlikle kendi o yaştaki halimi düşünerek yazmıyorum, çünkü o yaşta bile dönemleri su gibi ezberlemiş, ajandalara not çıkarmakla meşguldüm ben. saçmalık tabi, çık dışarı oyna değil mi, ne zorum varmışsa).
Birincisi Victoria Dönemi, İngiltere'de Kraliçe Victoria'nın (ki Emily Blunt'ın oynadığı pek de güzel bir filmi vardır demeden geçmeyeyim) tahtta bulunduğu 1837-1901 yılları arasındaki döneme verilen ad. Tıpkı kendisinden önceki ve sonraki dönemler gibi bu dönemin de kendine özgü bir anlayışı var modada, edebiyatta, mimaride. Gotik dediğimiz şey ise - kökeni Gothlardan geliyor yanlış hatırlamıyorsam ama ne alaka değil mi - bu durumda gotik kurguya işaret ediyor. Bu da edebiyatta korku ve gerilim öğelerini romantizmle birleştiren bir tür. Çıkış noktası 1764'te Horace Walpole'un Castle of Otranto'su. Şimdi bunların hepsini bildiğimize göre kitap bize neleri vaadediyormuş : 1837-1901 arasında geçecek, korkutucu olacak ama bol bol aşk, duygusal sekanslar olacak bir de yatılı bir okulda geçecek.
fotoğrafların üstüne tıklayıp tam boyutta okumanızı tavsiye ediyorum ben bu noktada
Geçiyor da. 1895 yılında 16 yaşındaki Gemma Doyle, Hindistan'da yaşayan bir İngiliz genç kızı olarak annesinden onu ısrarla Londra'ya göndermesini istiyor. Eskiden çok iyi anlaştığı, pek sevdiği annesiyle arası haliyle ergenliğin verdiği hezeyanlarla açılmış durumda. Gemma hayatın kalbinin attığı yer olarak gördüğü Londra sosyetesine dalmak istiyor, annesi hayır diyor. Toz toprak içindeki Hindistan'da kaldığı için annesine atarlanıyor Gemma da. Ama kader ağlarını örüyor, annesi o gün ölüyor, Gemma bir sürü tuhaf şeyle karşılaşıp, kendini aylar sonra Londra'da buluyor. O çok istediği Londra'ya mutsuzluğun dibine vurmuş halde geliyor tabi. Bir de Spence Akademisi'ne gönderiliyor, dönemin gereklerine uygun şekilde evlenmeye hazır ve nazır leydiler yaratma-eğitme okulu burası.
Son tepeyi de aştık ve Spence bütün muhteşemliğiyle karşımızda belirdi. Benim beklediğim, taşrada sık rastlanan türde tatlı, küçük bir malikaneydi, hani pembe yanaklı genç kızların yeşil çimenler üzerinde tenis oynadıkları, fotoğraflarını broşürlerde gördükleriniz vardır ya...Ama Spence'in sevimli hiçbir tarafı yok. Devasa, geniş surları ve ince kuleleriyle deli bir adamın unutulmuş kalesi.
Gemma'nınsa leydilikle alakası bile yok, üstüne bir de gördüğü imgeler, duyduğu sesler var ve annesinin ölümünden bile kendini sorumlu tutuyor.
ciddiyim, açın bir şunları okuyun
Tüm bunların ortasında genç olmanın, 19.yy.'ın sonunda bir genç kız olmanın sorunları var. Düşünmemelisin, aklın olmamalı, var olmamalısın, sadece bir an önce münasip bir koca bulup onu memnun edecek şekilde yaşamalısın. Tam bir leydi olmalısın. Gemma bir şekilde arkadaş ediniyor bu gerekliliklerin arasında. Felicity, Pippa ve Ann. Birbirinden hep farklı karakterler olur ya böyle gruplar, onlar da kuralı bozmuyor. Farklılıkları birleştiriyor onları, bizi de düşünmeye sevkediyor. Her birinde kendimizi buluyoruz bazen, her birinin bir özelliğinde kendimize dönüyoruz bazense. Onlar kitap - seri - boyunca Diyarlar'ı keşfe çıkarken biz de onları keşfe çıkıyoruz. Kimimiz Felicity gibi gücü istiyor, kimimiz Ann gibi güzelliği ve fark edilmeyi istiyor, kimimiz Pippa gibi kendi özgürlüğümüzü kimimizse Gemma gibi yalnız kendimizi anlayabilmeyi, tanıyabilmeyi istiyor.
hala okumadınız mı? yok artık

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...