6. xikers (싸이커스) - BREATHE
28 Mayıs 2025 Çarşamba
Nisan '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim
6. xikers (싸이커스) - BREATHE
27 Mayıs 2025 Salı
Mart '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim
26 Mayıs 2025 Pazartesi
Şubat '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim
Like a child, I’m stillYoung and clumsyBut why does the worldKeep telling me to grow up?It’s okay to be a little lateYou’ve been running nonstopIt’s okay to take a momentTo soothe your weary heartThe clumsy version of me I’ve seen over and overForces me to lower my head that only lookеd forwardIt feels like I keep walkingIn the opposite dirеction of my heartSo I wait for someone to lift me up from where I’ve fallen
25 Mayıs 2025 Pazar
Previously on Neverland { 12.05 - 25.05 }
En son görüştüğümüzden bu yana iki hafta geçti. Farkındayım. Her hafta sonu yazıyor gibi olmuştum geçtiğimiz iki seferde, bu son iki haftada neden böyle oldu? Bilinçliydi, bu haftamdan önceki haftam nispeten olaysız geçtiği için biriktirip yazayım istedim.
En son doktor ameliyatı bir ay daha ileriye attı demiştim ya tahlillere göre. Hah işte hemen sonraki pazartesi yine ilaca geri dönmüş oldum. Salı günü gene kontrolüm var. Bakalım bu sefer neler göreceğim?
O haftanın son iki gününde koordinatörüm izinliydi, o yüzden biraz daha rahat, biraz daha kendimle ilgilenebildiğim bir hafta oldu. 19'u da tatil olunca biraz kendime gelebildim 3 günlük bir haftasonu yaparak. Ama ne fayda, bu hafta sonu finallere girdim iki günde de sabahın köründe. Geçen hafta 3 gün hafta sonu yapabilmenin rövanşı olarak bu hafta hiç hafta sonum olmadı.
Ayağımdaki acı ve morluklar hala tam olarak gitmedi. Evet iki hafta daha geçti ve ayağım hala yürürken acıyor. Topuk tarafındaki morluk geçti gibi ama parmaklarımın altındaki kısım olduğu gibi duruyor. Kemiğimin etrafı da hala şiş. Bu kadar zamandır bir türlü iyileşememiş olmak sinirimi gerçekten bozuyor. O yüzden bu son iki gündür deli gibi yürüdüm. Sinirle, hırsla, sanki ayağımla inatlaşırcasına. Dün sabah sınava yürüyerek gittim. Öğleden sonraki sınava da yürüyerek gidip döndüm. Bu sabahki sınava da yürüdüm. Yanımda telefon olamadığı için tam hesaplayamıyorum ama yaklaşık 9 km yol yürüdüm bu iki günde. Neredeyse bir buçuk aydır yatıp oturmaktan başka bir şey yapmadığımı da düşünürsek şu an ağrıyan tek yerim burktuğum ayağım değil.
En son Boys Over Flowers izliyorum demiştim ya, nasıl azmettim bitirdim anlatamam. Bir yandan çok keyifliydi, bir yandan da acayip sıkıcıydı. Daha geniş anlatırım fikrimi sonra. Birçok yeri sardıra sardıra izledim yalan yok. Yoksa 25 bölümü, bu kadarcık sürede - sınavlara da çalışmak zorundayken - bitirmek mümkün olmazdı yoksa.
Boys Over Flowers'ın gazıyla Heirs'ı açtım sonra. Zerre yakışıklı bulmadığım Lee Minho'yu bile izleme ister hale getiren insanı işte hep bu hikayeler, karakterler, k-drama dünyası. Neyse, Heirs çok kötüymüş, ilk bölümü zor bitirdim. Bıraktım tabiki.
"Dear Hongrang"a başladım sonra. 11 bölümlük, ilginç bir bölüm sayısı. Ama Lee Jae Wook'u yeniden hanbok içinde ve kılıç savururken göreceğim için çok heyecanlıydım. Tüm bu sınav hengamesi içinde 4 bölüm izleyebildim şimdilik. Çünkü böyle oturup, sakin bir kafayla, her detayına dikkat ederek, müthiş görüntülerinin tadını çıkara çıkara izlemek gerekiyor. Onu da ancak sınavlardan sonra yapabilirim dedim. Müziklerine aşık olmuş olabilirim dizinin bu arada.
Öyle olunca ders çalışmalarımın arasında kafamı yormadan ama eğlenceli bir şekilde izleyebilmek için Smallville'e geri döndüm. İkinci sezonu bitirip, üçüncü sezona geçtim. Onu da tabiki hatırladığım bölümleri geçerek ya da ileri sararak izledim. Bugün son sınavı da atlattıktan sonra eve geldiğimden beri üçüncü sezonu bitirmeye çalışıyorum. Gördüğüm kadarıyla ilk 3 sezonda hemen hemen her bölümü izlemişim tvde yayınlanırken. Bölüm başlarken aaa bunu izlememişim herhalde diyorum, sonra bir yer geliyor mesela hah beynimde ışıklar yanıyor, hatıralar gözümün önüne akın ediyor. Bölümü izlediğim hatırlasam da çoğu zaman çok eğlendiğimden geçemeyip, izlediğim için uzun sürdü üçüncü sezonu izlemem. Smallville'den sonraki 10-15 yıl içinde birçok başka yerde oynamış, sonrasının tanınan yüzleri olan pek çok oyuncuyu her bir bölümde ergen bir ucubeyi oynarken gördükçe gülümsedim durdum. Şimdi hepsini tanıdığım isimleri o zamanlar Smallville'in saçma bir bölümünde gördüğümü hiç hatırlamıyordum mesela. Bu arada anladığım kadarıyla tvde yayınlanırken ilk 4 sezonu baya izlemişim. 5.sezondan da aralama aralama anılarım var. 6.sezondan birkaç Arrow (karakter olan arrow dizi olan değil) görüntüsü var ama o sezonda bir şeyler kopmuş sanırım bende. Dizi final yapana kadar bir daha hiç izlememişim. Final yaptığından bile sonrasında haberim olmuştu.
Hafta başında Smallville izlemeye geri döndükten hemen sonraki gün öğle arasında dışarıda karşımdan gelen bir adamın üstündeki tişörtte Superman işareti gördüm. Siyah bir tişört ve siyah beyaz bir işaretti ama sonuçta Superman'in simgesiydi. Öylesine, bir anda, durup dururken önümde beliriverdi yani. İzliyor olduğum için dikkatimi çekmiş değildi. Normalde herkesin ne giydiğine bakarım dışarıda dolaşırken, yargılamak veya dalga geçmek vs. gibi şeyler için değil. Güneş gözlüklerimi takınca kimse onlara baktığımı göremediği için rahatça bakabiliyorum da. Yürürken bir moda eleştirmeniymişim gibi hayal ederek, kendime böyle oyunlar oluşturarak yürüyorum. Bu yüzden tam da öyle bir günün ertesinde o adamın o simge ile önümde belirmesi...ilginçti.
Sonra perşembe günü daha ilginci oldu. Sabah servisin camında dışarı bakarken bir kız gördüm, yol kenarında yürüyordu. Pek çok insan da yürüyordu o sırada, ilginç olan o değil. Kızın üstündeki bluzda kocaman bir yüz gördüm, Jeff Buckley'nin hüzünlü gözleriyle dağınık saçları yolun karşısından bana bakıyordu. Sabahın o saatinde görmeyi, karşılaşmayı, hatırlamayı beklediğim bir şey değildi. Allak bullak oldum. Buckley'nin sesiyle hüzünlendiğim onca zamanı düşündüm üniversitedeyken. Tüm o umutsuz gibi görünen günlerin hatırası üstüme hücum etti. Ne dinlerdim dedim kendi kendime, ne çok dinlerdim. Sonra birden bire, dinlemedim. Ne zaman ya da nasıl dinlemeyi bıraktığımı hatırlayamadığım için birden bireymiş gibi geliyor. Yüzümde acı bir gülümsemeyle kızın bluzunda gözlerim, kafam servisin camında işe gittim. O gün akşam instayı açtığımda takip ettiğim bir oyuncunun hikayesinde birden bire bu sefer sesiyle karşı karşıya geldim Buckley'nin. Oyuncuyu takip ettiğim bunca zamandır, neredeyse yıllardır hiç onu paylaşmamıştı halbuki. Bir sebebi olmalı dedim, her şey de evrenin bana vermeye çalıştığı mesajlarla ilgili olamaz dedim. Kesin ölüm yıldönümü falan bir şey olmalı dedim. Bu zamanlarda olduğunu hatırlıyordum çünkü, gecelerce karanlıklarca dinlemiştim çünkü sesini. 29'undaymış bu ayın. Demek ki onun da günü gelmemişti. O zaman cidden bu sefer evren bana ne demeye çalışıyordu? Bilemedim.
Neyse sinirimi bozan şeyi ise anlatmayacağım. Yine salaklık, yine para kaybetmek, yine kendi kendime oturduğum yerde zarara uğrayış. Ama kendime hatırlayıp, yeniden sinirimi bozmayacağım. Sadece bu artık son salaklığım olsun istiyorum. Öyle dua ediyorum. Bu sonuncusu olsun. Böyle salak ben'e son bir veda ediş gibi. Hadi bunu da yaptım, olsun ders aldım, olsun.
16 Mayıs 2025 Cuma
Ocak '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim
Aslında geçen sene başlamıştım böyle her ay yeni çıkan müzikleri gün gün çıktığı gibi dinlemeye ve oo ne varmış ne yokmuş diye bakmaya ama tam sistemli bir şekilde neyi beğendim diye kayıt tutmaya başlamam bu senenin başında oldu. Sonra dedim madem tam kayıt altında tutmuş olayım, burada paylaşayım. Ama tabi araya hayat girdi, kader girdi, Ocak ayının son gününde tamam yazayım diye düşündüğüm şey her ay birike birike bugünlere geldik.
Ocak ayı içinde çıkan yeni "k-music" parçalarından hoşuma gidenler böyle o zaman. Yargılamayın. Dinlemeye çalışın (ya da izlemeye işte her neyse).
1. 석매튜 (ZEROBASEONE), 박건욱 (ZEROBASEONE) - Backpacker (스터디그룹 OST)
3. GoT7 – PYTHON
5. Crezl – Hakuna Matata
"Who else but me?"
7. Wei – Not Enough
8. Ari k – in the wake of losing you
11 Mayıs 2025 Pazar
Previously on Neverland { 05.05 - 11.05 }
Cuma akşamı yediğim keşkül. Çünkü keşkül severim. |
Kendimle gurur duyayım mı? Tam bir hafta sonra yine blogun başına oturabildiğim için. Neyse, hayatımda yolunda giden tek şey olarak dursun burada.
Geçen hafta boyu işe gittim tabiki. Ofisteki masamın altına sehpa çekip, ayağımı onun üzerine uzattım bu tüm hafta boyunca. İlk gün öğlende bir çıkayım yürüyeyim bakayım parka kadar dedim, daha parka ulaşamadan ayağım acıyordu. Zar zor döndüm ofise topallayarak. Bir an geliyor geçmiş gibi hissediyorum, yürüyüp gidesim geliyor. Ama yürümeye başlayınca da iyileşmemiş olduğunu görüp, sinirim bozuluyor. Sonraki günler binanın önündeki ağaçların altında oturabildim yalnızca. On beş adım. Maksimum dayanabildiğim mesafe oydu. 3 hafta oldu neden hala geçmedi kırılmamış çatlamamış bir şey, delirtici.
Yine doktor kontrolüm vardı bu hafta. Kontrol sırasında her şey iyi gibiydi, sonra kan sonuçlarım çıkınca doktorum işlemi bir ay daha ileriye attı. Bu iyi bir şey mi kötü bir şey mi bilemiyorum. Tüm bu durumun psikolojisiyle de baş edebildiğimi sanmıyorum açıkçası. Doktorun muayenehanesinde herkesle gülüşüp, konuşuyorum, iyiymişim gibi oluyor. Yani üstüne düşünmediğimi düşünüyorum. Ama oradan çıkıp, sokaktaki insanları, gökyüzünü ağaçları, dükkanları falan görmeye başlayınca bir şey oluyor. Cumartesi günü de oradan çıkıp eve gelene kadar ağlamamak için kendimi nasıl tuttum yollarda bilmiyorum. Yolun ortasında çöküp ağlamak istedim. Eve kadar tutup sonra, evde saatlerce hıçkıra hıçkıra ağladım. Belirli bir şekilde düşünerek değil, bilmiyorum, öyle geldi.
Aynı cumartesi işte, doktora bu sefer arabayla gitmedim. Dedim ki hava güzel, ayağım da bence fena değil, şöyle bir hava almış olurum he olmaz mı? Çıkışta Kızılay'a yürümeye başladım. Başta iyi bir fikirmiş gibiydi ama ilk on beş dakikadan sonra topallamaya başladım yine. Tabi bir de yukarıda da dediğim gibi ağlama isteğiyle yutkunarak yürümeye çalışmak hiç güzel bir deneme olmadı haliyle. Üstüne bir de bu uçuşan şeyler var ya her baharda, hah işte onlardan da bana bir şeyler olmaya başlamasın mı? Burnum musluk gibi su halinde akmaya başladı. Cuma akşamı da Ce ve N ile dışarı çıkmıştım. Üniversiteden sonra herhalde ilk defa 12'ye kadar falan oturmuş olduk. Ama bu ihtiyar beden kaldıramadı herhalde, ertesi gün - doktora gittiğim gün işte - başım tuttu bir de. Ağrıdan bayılmak üzereydim bir yandan eve geldiğimde. Hem ayağım acımış, hem ağlıyorum, hem de başım çatlıyor. Yeteri kadar ağladıktan sonra yapılması gerekeni yaptım, duş aldım, çay demledim ve açıp en eskilerden bir tane kore dizisi açtım.
Boys Over Flowers'tı açtığım dizi cumartesi günü. Hallyu fırtınasının başlangıcında ben çok başka şeylerle uğraşıyor olduğumdan konunun asıl temellerini izlememiş durumdayım. Ekranda karşımda görünce açtım başladım. En başta çok çok çiğ geldi tabi. Sene 2009, kameralarda filtre yok, oyuncuların gözeneklerine dolmuş fondötenleri falan görebiliyorum. Şimdiki gibi herkese beyaz kapatıcıyı basmamışlar, herkes doğal esmer. Saçlar dayanılacak gibi değil, saçma sapan. Şimdinin kelli felli oyuncuları daha 20lerinin başında, zerre rol yapamıyorlar. Herkes repliğini söyleyip, duraklıyor bakıyor. Sahnelerde hiç bir akışkanlık yok, komik karakterler karikatürden daha karikatür. Ama yine de bir şeyler var, insan kendini izlemekten alamıyor. Mantığımı, aklımı, dikkatimi kafamın içinden çıkarıp, kanepede yanıma koyup izledim mi acayip keyif alıyorum. 6 bölüm falan izledim o gün tek oturuşta. Toparlanmamı sağladı.
Hafta başında da Another Simple Favor'ı izledim. 2018'deki ilk filmi ben 2019'un başında izlemiş, şurada da anlatmışım. O zamanki durumla şimdikinin bu kadar değişmiş olması ne tuhaf değil mi? 6 yıl önce izlediğim filmde neler olduğunu zerre hatırlamıyordum bu devam filmini açtığımda. Sadece keyif aldığımı hatırlıyordum ama olayları, hikayeyi tümden silmişim. O zamanlar Blake Lively hakkında herkes ne düşünüyormuş, ben ne düşünüyormuşum, şimdi ne hale geldi değil mi? Neyse, bu film ilki gibi hissettirmedi tabi. Anna Kendrick dışında ilk filmde beğendiğim herkes burada bana ıyk dedirtti mesela. Habire bir her karakterin küfretmeye çalışması, habire bir bel altı, her şeyin saçmalık olması falan...dayanılacak gibi değildi benim açımdan.
Haa bir bölüm de Resident Playbook izledim arada. Son zamanlarda çok önüme düşüyordu editleri, sanki aşırı tutulmuş gibi görünüyor. Bir de Kore'de çok beğenilen, sezonlarca yapılan Hospital Playlist dizisinin spinoff'u olduğundan merak etmiştim. Hospital Playlist'leri de izlemedim gerçi, 2020'de denk gelmemişti işte bir türlü. Neyse, bu Resident Playbook pek sarmadı açıkçası. Bir bölüm izledim diyorum ama o bölümü de bitiremedim ne yalan söyleyeyim. Karşımda çok iyi bir dizi olduğunu görebiliyordum ama içim almadı ne bileyim.
Bugün de tüm gün evi topladım. Ayağım ağrıdıkça oturup, The Haunted Palace'tan yayınlanan bölümlere yetişmeye çalıştım. Dediğim gibi en azından bu hafta da buradayım, bir iki satır da olsa yazabiliyorum ve şimdilik bu kadarı bile kendimle gurur duyabilmek için yeterli.
4 Mayıs 2025 Pazar
Previously on Neverland {24.04 - 04.05}
Bu bir dondurma. Marketten aldım. Yediğim en mükemmel limonlu dondurmaydı. Göstermek istedim :) |
23 Nisan'da anlattıklarımın ardından ertesi sabah işe gittim tabiki. Öyle saçma bir halde topallayarak dolaştığım için odadakiler yeter artık dedi, hastaneye gitmem için ısrar ettiler. Kime ne kanıtlamaya çalışıyorum bilmiyorum böyle. Yani uzaydan yeryüzüne düşsem, çarptığım yerden kendi başıma kalkıp, yok yok bir şeyim yok hallettim ben deyip yürümeye devam edecekmişim gibi. Ayağım kocaman olmuş, ayakkabıya zor sığdırıp, bir de üstüne topallayarak servise binip işe gidiyorum. Kimse de yakama yapışıp, işe niye gitmiyorsun demiyor yani böyle bir durumda. Salaklığım işte, diyorum ya neyi ispatlamaya uğraşıyorsam.
Taksiye atlayıp, hastaneye gittim. Odadaki kimsede araba yoktu o saatte. Sabah trafiğinde taksi bulmam da kolay olmadı. Dedim artık bu trafikte kaç saatte gidersem gitti benim maaş. İşte bazen de evrenin bir şeyler yapası tutuyor herhalde, durakta taksi kalmadığı için ana yoldan çevirdiğim taksinin sürücüsü amca bastı gaza, en kısa yollardan, dominic torretto misali bulduğu en ufak boşluklardan ilerleyerek beş dakikada beni hastaneye attı.
Hastanede ortopedi doktoru haliyle bir hafta rapor verdi, hiç üstüne basmaman gerek, hep yukarıda tutman gerek, 3 haftada ancak geçer dedi. Doktorun yanından çıkıp, elimde raporumla bekleme yerindeki banklara oturup, boş boş etrafa bakındım önce. Sevinmekle ne yapacağım ben ulan arasında gidip geldiğim bir beş dakikanın ardından haber vermem gerekenleri hatırladım. Annemi aradım, tam rapor verdi doktor ama bir şey yok merak etme diyordum ki o da ben otobüsteyim zaten bir saat önce bindim geliyorum dedi. Tabiki annemin gelmesine çok sevinirim normalde, sevindim de zaten ama bir iki saniyeliğine o anda bir hayııır olmadım da değil. Çünkü öncesinde birkaç dakikalığına elimdeki rapora bakarken aklımda beliren görüntü nihayet evimde bir hafta şöyle sereserpe yattığım bir görüntüydü. Annem de yatabilmem için geliyordu zaten bunda sorun yok da, işte bir an böyle kendi başıma olacak olmamın bir değişik huzuru gelmişti üstüme. Birkaç saniyeliğine bile olsa öyle hissettiğim için kötü bir insan mıyım ki gene?
Annemin telefonunu kapatıp, ofistekileri aradım. Odadakilerden biri diğerinin arabasını alıp geldi, hastaneden alıp eve bıraktı beni. Evet dışarıdan acayip çaresiz görünüyorum. Akşamına annem geldi, başladım salondaki kanepenin üstünde anlamsızca yatışıma.
Pazartesi gibi ayağımın şişi inmeye başladı. Öyle olunca tüm morluklar sarılıklar yeşillikler daha belirgin göründü ve ilk günlerde hissetmediğim tüm acıyı hissetmeye başladım. İlk burktuktan sonra hoplaya hoplaya yürüyebilmemin sebebi ayağımın ve bileğimin davul gibi ödem tutmasından hiçbir şey hissetmeyişimmiş meğerse. Pazartesi'den itibaren acıyı ve ağrıyı hissetmeye başlayınca hiç güzel olmadı tabi. Doktorun verdiği merhemi sürüyordum ama hapları içmek istememiştim. Büyük ihitmalle haplar bunun içindi.
Annemle her gün sabahları önce müge anlı izleyerek başladı. Kahvaltıyı hazırlayıp kaldırırken sen yat kalkma dur sen yapma diye savaşarak geçti. Öğlenleri ne yapacağım diye etrafa bakındım her gün yattığım yerden. O birkaç saniye üzüldüm gibi oldu demiştim ya annem geliyorum deyince, hah işte o geçmek bilmeye gündüzlerde gizliydi onun sebebi. Kendi başıma olsam uyandığım andan itibaren açar bir şeyler izlemeye başlardım, saran bir şey bulmuş olursam da nasıl akşam olduğunu anlamadan sezonlarca dizi izlemiş olurdum. Oysa annemle otururken kendi başıma bir şey açıp izleyemedim haliyle. O yanımda sıkılırken ben bilgisayara bakacağım, olmaz yani. Zaten yıl boyu çok az görebiliyorum kadın muhabbet etmek istiyor, ben de yüzüne bakmak istiyorum yani. Aynı sebepten kitap da okuyamadım. Onun da izleyebileceği bir şeyler bulmaya çalıştım ama o kadar sarmıyor haliyle, 65 yaşında, filmi açtıktan on dakika sonra başka şeylerle uğraşmaya başlıyor ya da konuşmaya başlıyor. Tabiki bunlardan şikayet etmiyorum ama zaman geçmek bilmedi öyle olunca. Akşam üstü olunca da esra erolu açıp izledi. Akşam haberlerinden sonra da kanallardaki dizileri izliyordu survivorla senkronize bir şekilde. Bir onu açıyor, bir diziyi, ikisini de kaçırmamak için.
Arada birkaç bir şey yapmaya çabaladım tabi. Prime'daki Atatürk filminin ilk bölümünü açtım mesela, gün içinde otuz kere durdurup, bölük pörçük izledik bir şekilde. Bir gün de artık esra eroldaki salak insanların sesine bile dayanamayacak hale geldiğimde açtım kulaklıklarımı takıp, Lupin III : The Castle of Cagliostro'yu izledim. Uzun zamandır Hayao Miyazaki animasyonlarını en baştan kronolojik olarak izleme planım vardı, onun ilk adımı bu filmdi. Böyle bir zamana kısmetmiş demek ki deyip izledim.
17 Mart'tan bu yana okumaya çalıştığım kitabı - Jung Myung Lee'nin Cennetten Kaçan Çocuk'unu - bitirebildim yine de. Hevesle bir başka kitaba başladım, aldığımdan beri okumak için can attığım M.Ö.1177'den Sonra: Medeniyetlerin Kurtuluşu'na başladım. Bugün de annemi sabah evine dönmek üzere otobüse bindirdikten sonra açtım Stranger Things'in ilk sezonunu soluksuz izleyip bitirdim.
Neyse bunları da tarihime not düşmek istedim. Ayağım üstüne basarken birazcık acıyor. Ama en azından o derece topallamıyorum. Önceki akşam sırtım tutulmuştu, o da geçti gibi. Yarın artık işe dönmem gerekiyor. Şimdi birazcık kaçırdığım müzikleri dinleyeyim. Arayı kapatayım.
Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim
1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...

-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...