24 Aralık 2013 Salı
21 Aralık 2013 Cumartesi
17 Aralık 2013 Salı
7 Aralık 2013 Cumartesi
Audrey Tautou ile beklentilerin dışında, "Coco avant Chanel"
Gabrielle Bonheur Chanel, dünyanın bildiği ismiyle Coco Chanel, tartışmasız 20.yy.'ı, 20.yy.kadınını etkilemiş bir insan. 1883'ten 1971'e kadar süren hayatı boyunca korseli, süs bebeği kadın imajının üstüne kocaman bir çizgi çekip bir moda imparatorluğu kurmuş, bir marka yaratmış; hem de tüm bunları sıfırdan var etmiş bir inatçı kadın.
Anne Fontaine'in Edmonde Charles-Roux'un kitabından uyarladığı 2009 tarihli film "Coco avant Chanel" Chanel'in yetimhaneye bırakılışından kendini moda dünyasına kabul ettirişine kadarki bir zaman dilimini anlatıyor. Film daha çok 20li yaşlarına ve 30lu yaşlarının başına denk gelebilecek bir döneme odaklanmış, genç Gabrielle ve kız kardeşi Adrienne bir kabare-gazino türü yerde akşamları şarkı söyleyip, gündüzleri dikiş dikiyor. Burada Adrienne'in aşığı bir baronun tanıştırdığı Etienne Balsan isimli tekstil zengini aristokrat ile bağlantıyı kuran Gabrielle - ki Balsan'ın Gabrielle'in söylediği şarkıdan yola çıkarak ısrarla ona Coco demesi ile ismi bundan sonra Coco kalıyor - kendini Balsan'ın şatovari malikanesine atıp, bir güzel yerleşip, yavaş yavaş üst sınıf çevresine giriyor. Büyük aşkı İngiliz Arthur 'Boy' Capel ile tanışması, yaşadıkları, şapka tasarlamaktan yola çıkıp, moda devine giden yolu...filmin 105 dakikasını oluşturuyor.
coco olarak audrey tautou ve capel olarak alessandro nivola |
Bundan anlamanız gereken, bunun bir moda filmi olmadığı. Bir biyografi evet, bir moda imparatoriçesinin biyografisi evet, ama onu bu devliğe götüren yolu anlatan bir biyografi. Gabrielle'i Coco yapan, Coco'yu da saygı gören Chanel'e çeviren yolun öyküsü. Tabi Anne Fontaine bunu yaparken sade, yavaş, çoğu zaman boğucu bir sıkıcılığa varan bir tempo seçtiğinden, aralara serpiştirip gözümüze sokmaya çalıştığı mesajlar yeteri kadar tenimize nüfuz etmiyor. Çok daha çarpıcı olabilecek bir öyküyü, sadece Audrey Tautou'nun Benoît Poelvoorde'nin Alessandro Nivola'nın performansları ile büyülenerek idare ediyoruz. Alexandre Desplat'ın müzikleri bile o tempoyu kurtaramıyor.
gerçek Coco-Balsan-Capel |
Fontaine'in anlatmayı seçtiği yol kadar anlattıkları da beni hayal kırıklığına uğrattı. Sonuçta bir biyografi, gerçek bir kişilik analizi yapıyor diye düşünmemem gerekiyor ama elimde değil, bu izlediğim bu tanıştığım Chanel benim yıllarca saygı duyduğum, örnek aldığım, ilham aldığım kadın değildi. Benim gözümde gayet gururlu, kendi ayakları üstünde durup dünyaya meydan okumuş, öncülük etmiş, tam bir arıza kadındı Chanel. Ama Fontaine'in anlattığı Chanel'de bunların hiçbirini bulamadım ben. Filmin içinde habire gururundan dem vurulan Coco, ben her "tamam şimdi posta koyacak" dediğim yerde alabildiğine gurursuz hareketler yaptı. Bir kere gururlu bir insan atlayıp da Balsan'ın evine gitmez, oraya da bir güzel yerleşip tüm hakaretlere, aşağılanmalara, hor görülmelere karşı orada durmaz. Film, her ne kadar Audrey Tautou müthiş sevimli görünse de, Coco'yu çirkin, kara kuru, kadınsılıktan uzak, erkeklerin beğenmeyeceği, habire ters cevaplar veren, aksi biri olarak göstermeye çalışıyor. E hal böyle olunca da insanın kafası soru işaretleriyle doluyor. Hadi gurursuz olduğuna kanaat getirdim, o yüzden de Balsan'a kendini yamadığını kabullendim e ama böyle bir kadını herhangi bir erkek neden nasıl istesin? Kadın adama doğru düzgün bir cilve bir işve bir sevimlilik göstermiyor ki adam kansın. Hadi tamam yatağına giriyor, sonuçta metresi oluyor bir nevi ama o karakterde bir kadının nasıl olup da bir adama kendini sevdirdiğini, hele ki evinde çöreklenip kendine baktırttığını algılayamıyorum.
Onu geçtim, Coco'nun o kendi ayakları üstünde durma öyküsü ise tamamen yalan. Filmin anlatışına göre, bir kere önce kendini Balsan'ın kanatları altına zorla aldırtıyor zaten. İlk amacı da Paris'te şarkıcı olmak, ama o kadar cazibeden uzak ki bu işe alınmadığından Balsan'ın evinde bulduğu imkanları denemeye başlıyor, ne bileyim at binmeyi öğreneyim, kitap okuyayım akıllı görüneyim vs. Bir noktada misal, Balsan'ın yanından ayrılayım diyor hah diyoruz işte bu o gururlu olacağı yer ama ne gezer. Coco, Balsan'ın yanından ayrılıp, bu sefer de başka bir tanıdığının, oyuncu olan Emillienne D'Alençon'un yanına gidiyor. Kadına yalvarıyor oyuncu olmak istiyorum ben diye. Yani Coco'nun bir hayali bir emeli yok esasında. O sadece zengin olmak, aristokratların arasına girebilmek istiyor. Bunun için de kimi bulursa yamanıyor. Emillienne bir şey yapamayınca da tıpış tıpış Balsan'ın yanına geri dönüyor, gene büyük bir gurursuzluk örneği sergileyerek. Güya erkeklere karşı, aşka karşı, güçlü bir kadın olması gerekirken Boy Capel'e aşık da oluyor, onun metresi olmayı da kabul ediyor. Adam göz göre göre adı sanı için başka bir kadınla evlenirken, Coco onun tavsiyelerini dinleyip bir de üstüne ondan sermaye parası alıp butiğini açıyor. Coco'nun hiç evlenmemiş olması da bir anarşist duruş değil bu bağlamda, bir kabulleniş, bir zayıflık. Aşık olduğu adam onunla evlenmedi, o da ona sadık olmak için başka kimsenin olmadı gibi bir durum.
orijinal coco |
Coco'yu moda konusunda devliğe götüren o ufak nüansları anlatışları da beni deli etti. Zamanın süslü tarzını, kafalarında kocaman şapkaları bellerindeki sımsıkı korselerle taşımaya çalışan süs bebeği görünümlü kadınlarıyla habire dalga geçiyor Coco. Eh şimdi bu noktada, siz de benim gibi Candy ekolünden gelmişseniz aferin ona diyorsunuz ama bir dakika durup mantıklı bir şekilde düşündüğünüzde durum hiç de öyle değil, göreceksiniz. Evet o dönemde kadınların hali içler acısı, bence bu bir gerçek. Chanel'in dizaynları da fevkalede, getirdiği yenilikler takdire şayan ama filmde öyle görünüyor ki Coco, kendisi sıska bir oğlan çocuğu gibi olduğundan yani biraz da o dalga geçtiği kadınlar gibi olamadığından, önüne gelene öldürücü eleştiriciler yağdırıyor. İzlerken aklıma işyerindeki bir arkadaşımın söyledikleri geldi. Ben normal halimde, pantolon kazak taranmamış saç şeklinde bir insanken bu arkadaşım her sabah işyerine rengarenk özenli giysiler, takılar içinde gelir. Saçı makyajı hep yapılmıştır, herkesin dikkatini çeker. Benim tam tersim olmasına rağmen ve her gün onu şaşkınlıkla karşılamama rağmen, beğenirim de. Bunu ona söylediğim bir seferinde, yani "ya sen nassı böyle her sabah hazırlanıyorsunz üşenmiyor musun" dediğimde bana şöyle demişti: "E napıyım seviyorum". Hah işte tam olarak söylemeye çalıştığım bu, o arkadaşım böyle olmayı seviyor, süslenmeyi seviyor, o giysiler ve o takılar içinde kendini mutlu hissediyor. Bunu bir zorunluluk olduğu için değil, içinden geldiği için seviyor. Ben hayatta o şekilde giyinemem, rahat hissetmem, içimden gelmez. Ama onu o şekilde görünce güzel bulduğum, hoş olduğu gerçeğini değiştirmiyor bu. Dalga geçmemi gerektirmiyor.
Oysa Coco kendi gibi olmayanları çok sert eleştiriyor. O kadınların hepsinin acı çektiğini düşünüyor, oysaki Emillienne'in de bir yerde dediği gibi bazıları o takılar o şapkalar olmadan kendilerini çıplak hissediyor. Tamam belki çoğunluğu o şapkaları toplumdaki yerlerini belli etmek için giyiyor ama bazıları da seviyor işte, süslü olmak istiyor toplumdan bağımsız olarak.
Çok rahatsız oldum ben film boyunca böyle. Coco'nun her gurursuz adımında, her sert eleştirisinde ruhum daraldı. Bu kadın, bu haliyle benim örnek aldığım, kadın olarak gurur duyduğum insan değil dedim. Ya da Anne Fontaine öyle gösterdi, ben ona gıcık oldum.
1 Aralık 2013 Pazar
The Beach
"I still believe in paradise. But now at least I know it's not some place you can look for. Because it's not where you go. It's how you feel for a moment in your life when you're a part of something. And if you find that moment... It lasts forever."
[The Beach'i lise 1'deyken izledim ben. Yeni taşındığımız, liseme yakın ara sokak apartmanının en üst katındaki evimizden bakınca karşı apartmanın altında bir film kiralama yeri vardı. Oraya gidip tamamen bilinçsizce seçmiştim filmi. Leonardo o zamanlar hala "genç kızların sevgilisi" diye tabir edilen durumundaydı, e ben de bir genç insandım haliyle. Kapakta kocaman bir Leo'yu gördüm diye almıştım. Ama film...film öyle birşey çıktı ki. Düşünsenize. O yaşta o kumsalı yaşayan halimi.]
[The Beach'i lise 1'deyken izledim ben. Yeni taşındığımız, liseme yakın ara sokak apartmanının en üst katındaki evimizden bakınca karşı apartmanın altında bir film kiralama yeri vardı. Oraya gidip tamamen bilinçsizce seçmiştim filmi. Leonardo o zamanlar hala "genç kızların sevgilisi" diye tabir edilen durumundaydı, e ben de bir genç insandım haliyle. Kapakta kocaman bir Leo'yu gördüm diye almıştım. Ama film...film öyle birşey çıktı ki. Düşünsenize. O yaşta o kumsalı yaşayan halimi.]
aklın hiç işlemediği yer
Afili Filintalar'da "Çift Haseki Paşa" diye bir yazı okudum, aşağıya aynen kopyalayıp yapıştırdım ki görememiş bulamamış olabilirsiniz ve mutlaka okumanız gerektiğini düşünüyorum. (yazının orijinali burda: http://www.afilifilintalar.com/cift-haseki-pasa)
Çift Haseki Paşa’nın kim olduğunu okullarda değil dersanelerde öğrenebilirsiniz. Çünkü Türkiye’de dersaneler eğitim sisteminin minibüsleridir. Resmi araçlarla sağlanamayan bir yerden bir yere gitme ihtiyacını karşılarlar. Bir gediği doldurdukları su götürmez… Ama bu gedik doldurma işi penceredeki kırığı gazete kağıdıyla örtmeye benzer.Eğitim sisteminin gediklerine gelince: Eleştirel düşünen, üretken ve yaratıcı bireyler yetiştirememekten kaygı duyuyoruz. “Ara eleman” olma konusunda iddialıyız ama liselerimiz şu halleriyle – sayısı belli olan birkaç köklü kurum dışında – bunun bir tık yukarısını vermekte yetersiz. Liselerin bugün eğitim sisteminde yapamadığı ama yapması elzem şeyler nedir? Örneğin edebiyat klasiklerini okutup tartıştırmak, matematiği problem çözmekten öte gerçek sorunlar karşısında modeller kuracak şekilde öğretebilmek, hastalıkların biyolojik fonksiyonlarının iyi anlaşılmasını sağlamak, öğrencilerin güncel politik tutumlarına ışık tutacak eleştirel tarih bilgisi vermek, müzik, resim ve plastik sanatlara ilişkin beğeni oluşturmak, onca “hazırlık” eğitiminden sonra bir öğrenciyi yurtdışında projesini sunabilecek düzeye getirmek… Bunlar bütün eğitim sistemleri için büyük zorluklardır. Az ülke başarır. Az öğretmen başarır. Az öğrenci başarır.Bunları dersaneler yapabiliyor mu? Yakınından bile geçmiyorlar. Dersaneler üniversiteye giriş sınavına hazırlanmanın kısa ve etkin yoludur. Bütün lise eğitiminin “üniversite sınavı kazanma” sonucuna tahvil edildiği bir ortamda lise eğitimini geçersizleştirirler. Dersane öğrencileri Vadideki Zambak’ı kimin yazdığını ve ana karakterinin adını iyi bilir ama bu kitabı okumamıştır. Mitokondri ile ilgili çıkmış soruları öğrenmişlerdir ama önemli bir çoğunluğu için evrimsel biyoloji -hiç araştırmadan- palavradır. İkinci Yeni deyince hangi isimleri saymalarını gerektiğini ezberlemişlerdir ama “insan tükenir bir çiçeğe durmaksızın baksa bile” dizesi üstüne düşünmeye zamanları yoktur.Dersaneler test performansına odaklıdır ve öğrencileri çoktan seçmeli soru çözme makineleri olarak programlar. İlginçtir: Bu performans odaklılık öğrenci özelinde kazanım yaratabilecek gibi görünmesine karşın yıllar içinde hiçbir düzelme getirmemiştir. 95′te ÖYS sınavındaki doğru yanıt ortalamalarıyla 2013′teki LYS ortalamalarını kıyasladığımda şunu görüyorum: 95′te 51 soruluk matematik sınavında 6.5 civarı bir ortalama oluşmuş. 2013 LYS’de bu değer 50 soruda 12.5 ama soruların zorluk seviyeleri daha düşük ve buna 30 soruluk geometri sınavındaki 4 ortalama dahil edilince sonuç pek fazla değişmiyor. Dersaneler 30-40 yıldan beri öğrencilerin müfredat ya da müfredat dışına ait konularda gelişimine hiçbir katkıda bulunmamıştır. Hem de hiç!Dersanelerin kültüre ve gençlere ettiği başka kötülükler de sıralanabilir: 90′ların ikinci yarısından beri kitapçılarda en büyük reyon dersanelere ait yayınevlerinin bastığı test kitaplarıyla dolu. Sahaflarda durum daha feci. Sadece çoktan seçmeli sınav sorusu uydurmayı iş edinmiş ofisler var. Belki de değerli eğitimciler olabilecek beyinleri böyle saçmasapan uğraşlarda heba eden bir sistem…Kimilerine göre bağzı dersaneler üniversiteye hazırlama misyonunun yanısıra çocukları ahlaken pislikten koruma görevini üstlenmiş ve başarmıştır. Öyleyse daha feci… Karşımızda ahlak örgütleyici bir sistem var demektir bu: Yukarıda saydığım örneklerden pay biçilirse bir dersanede felsefe ve eleştirel düşünce anlamında neyin ne kadar öğretilebileceği zaten ortadadır. Acaba bu pislikten koruyucu dersanelerde din, etnik köken, cinsel yönelim gibi konularda ne tür ahlak değerleri öğretiliyor? Açık konuşalım: Bu dersanelerin öğrencilerine kazandırdığı yegane ahlak değeri karşı cinsle mesafeli olmak ve 31 çekerken vicdan azabı duymaktan ibarettir.Bütün bunlara karşın dersaneler kapatılmalı mıdır? Hayır. Bu malesef bir müstehak olma meselesidir. Bilme arzusunu köreltmiş ve bu arzuya dönüşü yasaklamak ya da cezalandırmak dışında bir tutum kazanamamış bir toplum için Vadideki Zambak geyiğini kısa kesmek en akılcı çözümdür. Aklın az işlediği yerde akılcı çözüm de bu kadar olur…
improbable
“When you have eliminated the impossible, whatever remains, however improbable, must be the truth.”
[‘imkansız olanı elersen geriye kalan ne kadar olanaksız olursa olsun gerçek olmalıdır’ demişti Holmes.]
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}
Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...

-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...