30 Haziran 2013 Pazar

BBC'den bir değişik katil kaç polis kovala hikayesi : The Fall

Ortada bunca psikopatak katil hikayesinin her türünden varken neden buna değişik diyorum diye sorarsanız, ilk bölümün daha ilk birkaç dakikası içinde katilin kim olduğunu biliyor hale gelmemizden başlarım. Başlar başlamaz kendimizi Belfast'ın sisli puslu yağmurlu ama zaman zaman güneşin göz kırptığı havasında bulmamızın yanında hikaye bize gösteriyor ki katilimiz Paul Spector. Stella Gibson da onu yakalamak için getirilmiş ajanımız. Belfast polisi siyasi uzantıları da olan bir hale bürününce bu katilin olayı, dışarıdan yardım getirtmek durumunda kalıyor.
kaynak: DigitalSpy
Paul Spector aslında bir psikolog. Çok büyük üzüntüler ve yıkımlar yaşamış insanları tedavi ediyor. İşi bu. Aynı zamanda hastanede yeni doğan bölümünde hemşire olan, pek sevdiği bir eşi ve biri kız biri erkek 10 yaşın altında iki güzel çocuğu var. Dışarıdan bakınca herşey normal herşey düzgün. Paul gayet sağlıklı, gayet mutlu bir aile adamı olarak görünüyor. İzleyiciyi şok eden de bu zaten, Paul bir yandan kızının saçını yıkıyor yumuşacık hareketlerle, bir yandan da gece olunca işleyeceği cinayeti hesaplıyor. Çocuklarına öğle yemeği hazırlıyor, ama öldürdüğü kadının mücevherleri arasından aldığı bir kolyeyi kızına hediye olarak verebiliyor.
Polis teşkilatının henüz onun kimliğinden haberi yok tabi. Birkaç kadın cinayetinden sonra farkına varıyorlar ki bu bir seri katil. Bir taraftan Stella Gibson ve ekibinin ipuçlarını toplayışını izliyoruz, bir yandan da Paul'ün kurbanları için seçim yapmasını. Tüm bunları o Amerika tarzı hareketli, bol müzikli, aksiyon dolu, süslü püslü anlatım içinde değil de Britanya'ya özgü sessiz ama vurucu sakinlikle izliyoruz. Paul yürürken yolda ayağının altında ezilen çakıl taşlarının sesi eşlik ediyor kulaklarımıza, koşturmuyoruz, sakin sakin izlerken suratımıza tokatlar atıyor The Fall. Kimin yaptığıyla değil, böyle bir insanın, belki içimizden bir insanın, nasıl böyle bir şey yapabiliyor olduğuyla ilgileniyoruz. Ve kanımız donuyor, Paul'ün o güzel ama buz gibi bakan gözlerini gördüğümüzde.

Benim için motivasyon Paul Spector rolünde ne yapacağını merak ettiğim Jamie Dornan'dı The Fall için en başta. Once Upon A Time'da ağzımıza bir parmak bal çalıp kaçan Dornan'ın sonraki işi olan bu 5 bölümlük BBC dizisi, daha ilk dakikalarından avcuna aldı beni. Belki de Dornan bu kadar yakışıklı, bu kadar sempatik görünen bir insan olduğu için daha da etkiledi beni hikaye. Ama ama ama nasıl olur şeklinde kalıyorsunuz o cinayet işlerken. İnsanın gözüne hitap edince inanası da gelmiyor haliyle. Ama işte tam da bu noktada Dornan'ın kendini geliştirmekte olduğunu fark ediyorsunuz, ekranda tamamen Paul Spector'a dönüşmüş oluyor. Gillian Anderson'ı çocukluğumda bırakmıştım ben en son, burada da fazlasıyla feminist söylemlerde kaybolmuş bir dedektif rolü yazmaları işine yaramamış görünüyor. Bazı anlar artık baygınlık geliyor bu ben sırf kadınım diye hep bana haksızlık yapılıyor, mücadele edeceğim bana ne beni ezemezsiniz, erkeklerin yaptığı herşeyi yaparım halleri. Normalde desteklediğim, savunduğum düşüncelerin bu şekilde bastırıla bastırıla gösterilmeye çalışılması hoş görünmedi bana. Daha incelikli anlatılabilirmiş.
"But my bookshelf looks hilarious now - there's Harry Potter and then Inside the Mind of a Serial Killer!" diyen bu adamın, bu pek güzel adam Jamie Dornan'ın bundan sonraki işlerini takip etmeye - elimde olmadan - devam edeceğim.

rüyamda uçaklar, yıkılan binalar

Dün geceki rüyamda diye başlayarak direkt olaya girmek istiyorum çünkü böyle bir rüyaya nasıl bir girizgah yapabilirim bilmiyorum. İnşaat yıkıntılarıyla dolu bir şehir dışı mekan düşünün. Bu yıkıntıların ortasından ileri doğru baktığınızda da hemen hemen 10-15 katlı bir bina var. Gökdelen değil, orta yükseklikte, bir iş merkezi olduğunu anlıyorsunuz. Hatta sanırım fazlasıyla bu Eskişehir Yolu'ndaki Tepe Prime'a benziyor. Onu renksiz hali yalnızca. Ben o binada çalışıyormuşum ama ne iş yaptığımı anlayacak kadar vaktim olmadı. Binanın içine bir haber geldi birden, uçaklar geliyor binaya çarpacak diye. Ben hemen panikle kendimi dışarı attım. İşin ilginç yanı çoğu kişi ciddiye bile almadı bu haberi. Bu insanların 11 eylülden haberi yok muydu ki? Ben çılgınlar gibi koşturmaya başladım binadan çıkınca. O inşaat karışımı yere kadar geldim koşarak. Sonra durup olduğum yerde geriye dönüp baktım. Bizim binaya. Hakikaten de bir uçak usul usul geldi binaya doğru. Alçaldı ve tam ortadan geçirdi. Dumanlar yükselmeye başladı. Bina yamuldu gibi oldu. Allahım şoka girmek üzereydim, yerimden kımıldayamadım resmen. Sonra bir tane daha aynısından uçak, geldi geldi ve o da ortasına nişan aldı binanın. Ama tam çarpacakken şöyle bir aşağı yukarı oynadı uçağın burnu. Sanki mücadele ediyormuş gibiydi çarpmamak için. Ama o da çarptı binaya, hem de bu sefer iş tamamlansın, bina ortadan ikiye yarılıp düşsün diye. Etrafımda bağıran çığlık atan insanlar vardı. Ben sadece bakakaldım. Sonra istemsiz bir şekilde binaya doğru koşmaya başladım. İnsanları kurtarmam gerekti. Ama beni tuttular, ne yapıyorsun oraya gidemezsin diye. Tuttular beni, gidemedim. Bu arada uçaklar bugünkü yolcu uçaklarından değildi. Bu 2.Dünya Savaşı tarzı, uçağın baş tarafında altlı üstlü iki düz branda geçirilmiş gibi kanatları olan tiptekiler var ya ufak, onlardandı.
uçak bundandı işte. kaynak:aerocraftsman
Sonra birden artık nasıl şokumdan sıyrılabildiysem, koşup annemi korumam gerektiği aklıma geldi. Annem binada falan değil, sadece etrafımızda böylesi bir olay oluyorken ben annemi korumalıyım düşüncesi bendeki. Hemen koşup yolda yakaladım annemleri. Babamla birlikte arabada gidiyorlarmış, benim olduğum tarafa, bu inşaatlı, yıkılan binalı yere doğru geliyorlarmış. Hemen tıkanan yolda, arbede çıkan ortamda onları arabadan çıkarttım, yürümeye hatta koşmaya başladık. Bütün bu yıkıntılı ortamdan uzaklaşmak için. Annemin tuttum elinden, tüm bu savaş yerinden uzaklaştırmaya başladım, babam arkamızda.
En son yürümeye çalışıyorduk molozların arasında, uyandım. 11 eylülü de tvden izlemiştim canlı canlı, annem mutfakta babam işteydi. Annee bu tv neden Vahşi Güzel'i yayınlamıyor habire bunları gösteriyor diye bağırıyordum. İkinci uçak binaya çarptığında ancak gerçek olduğunu algılayabilmiştim izlediklerimin. Ve neden pembe dizim yerine haberleri gösterdiklerini.
Yalnız bu bendeki salakça kahramanlık içgüdüsü ve annemi korumalıyım onu ancak ben koruyabilirim sevdası ne olacak, bilmiyorum.

29 Haziran 2013 Cumartesi

engel

“Yazmak bir bağımsızlık eylemidir. Sonuna kadar özgür olmayan kişi, yazamaz da. Çocuğum, kocam, sevgilim, eşim dostum ne der, yazdıklarımla ilgili nasıl bir hüküm verir diye düşünmek sizin bağımlı olduğunuzu gösterir, bu yüzden de yazmaya gerçek anlamda engeldir.”
Buradan: egoistokur

rockabilly funeral

Anne Bronte'nin "Agnes Grey"i

"Gerçek hikayelerin hepsinde öğüt vardır; yalnız, kimisinde hazineyi bulmak zor olur, bulunduğu zaman da o kadar önemsiz olduğu görülür ki, içindeki o kurumuş, büzüşmüş taneciği almak için cevizin sert kabuğunu kırmaya uğraştığınıza değmez. Benim hikayemin de durumu böyle mi, değil mi, işte onu takdir etmeye pek yetkili değilim. Zaman zaman hikayemin kimisi için yararlı, kimisi için de eğlendirici olabileceğini düşünüyorum; yalnız, bunu dünya kendi kendine takdir etsin daha iyi. Silik kişiliğime, aradan yılların geçmiş olmasına, birkaç uydurma adın kanadı altına sığındığım için bu cüreti göstermekten korkmuyorum. En yakın arkadaşıma bile açıklamaktan çekineceğimi bildiğim şeyleri açık açık gözler önüne sereceğim."
diyerek başlıyor Anne Bronte, kahramanı Agnes Grey'in cümleleriyle. Agnes'in bu hemen anlaşılan alçakgönüllüğü, kendini olabildiğince geride tutmaya çalışırken aslında o kadar da ezdirmeyen sade, şatafatsız kişiliğinden dolayı Anne'in aslında birçok açıdan otobiyografisini yazdığını düşündürüyor insana. 1820 yılının bir 17 ocak'ında Thornton'da dünyaya gözlerini açan Anne, katı bir papaz olduğu bilinen Patrick Bronte ile hali vakti yerinde bir tüccarın kızı olan Maria Branwell'in 6 çocuğunun en küçüğü olarak doğmuştu. Her ailedeki en küçüğün yeri bellidir, en zayıf, en narin, en korunması gereken olarak görünür. Anne de farklı değildi, devamlı hastalanıyordu, ailenin ilk doğan iki çocuğu Maria ve Elizabeth daha çocukken ölünce kardeşlerin en büyüğü haline gelen Charlotte'un kıymetlisi gibi bir rol düştü ister istemez Anne'e.
kaynak:Hardcovers and Heroines
Agnes Grey de onun gibi yoksulluğun sınırlarında gezinen bir papaz evinde, iki kardeşin küçüğü. Tıpkı Anne'in annesi Maria gibi, Agnes'in annesi de zengin bir aileden gelmesine rağmen aşık olduğu adam önemsiz bir papaz oluyor ve onunla evlenip, mütevazı yaşamına iki kızı ile devam ediyor. Baba Grey'in sağlığı bozulup, ellerindeki avuçlarındaki kötü bir yatırım sonucu gittiğinde, Agnes ailesine destek olmak için öğretmenlik yapmaya karar veriyor. 19.yy.ın başında İngiltere kırsalında öğretmenlik derken tabi şöyle bir durumu kastediyorum; yoksul ama gururlu, akademik açıdan bilgili ama dünyayı hiç tanımayan gencecik kızımız olabilecek en kötü-en klişe sonradan görme zenginlerin ya da asil soylarına rağmen gram aklı-kültürü-insanlığı olmayan ailelerin şatafatlı evlerine gidip, yatılı olarak ailenin çocuklarına ders veriyor. Bu arada da gün boyunca haşarat sınıfından olan çocuklara laf anlatmak için kendini parçalıyor, ona bir yer beziymişçesine bakan ailelere ve ona sanki yokmuş gibi davranan kasabanın geri kalan zengin-asil takımına katlanmaya çalışıyor.
Anne Bronte'nin anlatımı o kadar sade, o kadar dolaysız ki tüm bunları okurken hem bir yandan kötü karakterlere sinirleniyorsunuz hem de Agnes'ın bunu bu kadar kolay anlatışına. O sinirlenmiyor, o kadar büyük bir olgunlukla karşılıyor ki hepsini sayfalara şaşkınlıkla bakıyorsunuz. İşin kötüsü, bir parçanız tüm o yazdığı insanların büyük bir olasılıkla gerçek olduğunu söylüyor. Sessiz, sakin, kardeşleri içinde iyi bir şair olan Anne'in böylesi insanlarla karşılaşmış olabileceğini biliyorsunuz. Ve Agnes gibi acaba o da onlara ağızlarının payını vermeden bıraktı mı diye merak ediyorsunuz.
Realistler arasında görüldüğü içindir belki bu, ama ben bu realizm olayını anlayamayacağım gibi görünüyor yine, tıpkı Madam Bovary'nin de realist olarak sınıflandırılması gibi. Bir yandan da şunu düşündüm okurken, ben şimdi oturup yazsam aynen böyle birşey, bu tür cümlelerle, yine de bir klasik olur muydu? Bence olmazdı, hayır ben yazdığım ya da ben çok yeteneksiz olduğum için değil. Her olayı bağlamıyla birlikte ele almak gerektiği için. Agnes Grey gibi bir kitap 1847-1850 yıllarında yayınlandığı ve o dönemde, dışarıya oldukça kapalı, sonraları neredeyse gizemli denecek kadar kapalı, sıkı kurallarla çevrili, belki çokça karamsar bir evden çıkan, genç yaşta hayata veda eden bir kadın tarafından yazıldığı için bugün bir klasik. Bence tabi. Daha fazlasını belli ki ben algılayamıyorum. Yani elimde değil, karşılaştırıyorum onun yazdıklarını kardeşlerininkilerle. Ki hiç sevmem böyle birşeyi, gene ister istemez içimdeki ses yükseliyor; Uğultulu Tepeler (Wuthering Heights) gibi bir kitabın yazıldığı bir evden çıkan bu hikayeyi ben sadece Austen'ın süssüz-kıvrak zeka ve eğlencesi eksik olanı olarak görüyorum. Jane Eyre'nin de Agnes Grey'in birkaç basamak üstü olduğunu kabul ediyorum, onu okurken de tıpkı Agnes Grey'deki gibi içimden parçalar bulmuştum, cümlelerine, düşüncelerine katılırken yakalamıştım kendimi. Ki işte tam da bu yüzden diyorum Charlotte ve Anne'in yaşadıkları hayat ve dönemden dolayı aslında büyük olarak algılandıklarını. Oysa Emily'nin dünyasına daldığınızda çok başka birşeyler oluyor, Haworth'taki o küçük, kasvetli papaz evinin ve ukala zengin çocukların derslerinin çok dışında şeyler.
Kitabı beğenmedim demiyorum, sonuçta temiz bir şekilde okunuyor ve düşündüğüm pek çok şeyi güzelce ifade ediyor, içinde bağ kurabileceğiniz şeyler buluyorsunuz - bir kitaptan bir hikayeden de bunu istemez miyiz zaten. Ama yeni birşey vermiyor, vermedi yani bana. Bronte tavafımı tamamlamış oldum, o kadar. Belki de haksızlık ediyorum kim bilir, ama elimde değil, benim favori Brontem, Emily.
Onu kıskanmamıştım, daha doğrusu kıskanmadığıma gerçekten inanmıştım. Ona acıyordum; o katı gururu beni şaşırtmış, biraz da tiksindirmişti. Güzelliği bu derece kötü şekilde kullananlara neden bu kadar çok güzellik bağışlandığını, buna karşılık da güzelliklerinden kendileri kadar başkalarını da yararlandıracak olanlardan da niye esirgendiğini merak ettim
Sonra düşüncelerimi Tanrı'nın herşeyi daha iyi bileceği kanısıyla sonuçlandırdım. Sanırım bu kız kadar gururlu, bencil, kalpsiz erkekler de vardır, böyle kadınlar da onların cezalandırılmalarına yardımcı oluyorlardır.
.....
Bir kadın güzelse, sevimliyse, bu iki özelliği yüzünden de övülür ama, erkek cinsinin büyük bir çoğunluğu daha çok birinci özelliğine önem verir. Bunun tersine, bir kadın dış görünüşü, yaradılışı bakımından sevimsizse çirkinliği en büyük suçu olarak yüzüne vurulur, çünkü yalnız karşıdan seyretmekle yetinenler için bu büyük bir tiksinti kaynağıdır. Ama bir kadın güzel değil de iyi bir insansa, kendi halinde sakin bir hayat sürüyorsa, en yakınlarının dışında hiç kimse onun iyiliğini öğrenemez; tam tersine başkaları onun kafası, huyları konusunda hoş olmayan birtakım inançlara kapılırlar, bunu ta tabiatın bu derece küçümsemiş olduğu birine karşı içlerinde nefret uyanmasına haklı bir neden olarak gösterirler. Buna karşılık, melek yüzü kötü bir kalp taşıyan ya da başkasında hiç de küçümsenmeyecek kusurlarını ve çirkinliklerini yapmacık bir çekicilikle örtmeye çalışan kadın için de durum aynıdır.Güzel olanları bırakın da bundan ötürü Tanrı'ya minnet duysunlar, başka herhangi bir kabiliyet gibi bundan da en iyi şekilde yararlanmayı bilsinler. Güzel olmayanları ise bırakın da kendilerini avutsunlar, bunsuz en iyi şekilde yaşamanın yollarını bulsunlar.
.....
Gece-gündüz onu düşünebiliyordum; onun düşünmeye layık olduğunu biliyordum. Hiç kimse ona benim kadar değer veremezdi; hiç kimse onu benim sevebileceğim kadar sevemezdi. Yalnız, işte kötülük de bundaydı ya. Beni hiç düşünmeyen bir kimseyi bu derece düşünmek de ne demek oluyordu? Budalalık değil miydi? Hata değil miydi? Ne var ki onu düşünmekten böylesine zevk alıyorsam, bu düşünceleri kendime saklayıp hiç kimseyi sıkmıyorsam, bunun zararı neredeydi? Kendime bunu sorup duruyordum. İşte bu şekilde yorumlamak da prangalarımı silkip koparmak için herhangi bir çaba harcamaktan beni alıkoyuyordu.

When the lights go out, I'm not lonely



"It's the only thing that matters to me"

Mhysa



bazen çok pis gaza geliyor insan.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...