Ortada bunca psikopatak katil hikayesinin her türünden varken neden buna değişik diyorum diye sorarsanız, ilk bölümün daha ilk birkaç dakikası içinde katilin kim olduğunu biliyor hale gelmemizden başlarım. Başlar başlamaz kendimizi Belfast'ın sisli puslu yağmurlu ama zaman zaman güneşin göz kırptığı havasında bulmamızın yanında hikaye bize gösteriyor ki katilimiz Paul Spector. Stella Gibson da onu yakalamak için getirilmiş ajanımız. Belfast polisi siyasi uzantıları da olan bir hale bürününce bu katilin olayı, dışarıdan yardım getirtmek durumunda kalıyor.
kaynak: DigitalSpy |
Paul Spector aslında bir psikolog. Çok büyük üzüntüler ve yıkımlar yaşamış insanları tedavi ediyor. İşi bu. Aynı zamanda hastanede yeni doğan bölümünde hemşire olan, pek sevdiği bir eşi ve biri kız biri erkek 10 yaşın altında iki güzel çocuğu var. Dışarıdan bakınca herşey normal herşey düzgün. Paul gayet sağlıklı, gayet mutlu bir aile adamı olarak görünüyor. İzleyiciyi şok eden de bu zaten, Paul bir yandan kızının saçını yıkıyor yumuşacık hareketlerle, bir yandan da gece olunca işleyeceği cinayeti hesaplıyor. Çocuklarına öğle yemeği hazırlıyor, ama öldürdüğü kadının mücevherleri arasından aldığı bir kolyeyi kızına hediye olarak verebiliyor.
Polis teşkilatının henüz onun kimliğinden haberi yok tabi. Birkaç kadın cinayetinden sonra farkına varıyorlar ki bu bir seri katil. Bir taraftan Stella Gibson ve ekibinin ipuçlarını toplayışını izliyoruz, bir yandan da Paul'ün kurbanları için seçim yapmasını. Tüm bunları o Amerika tarzı hareketli, bol müzikli, aksiyon dolu, süslü püslü anlatım içinde değil de Britanya'ya özgü sessiz ama vurucu sakinlikle izliyoruz. Paul yürürken yolda ayağının altında ezilen çakıl taşlarının sesi eşlik ediyor kulaklarımıza, koşturmuyoruz, sakin sakin izlerken suratımıza tokatlar atıyor The Fall. Kimin yaptığıyla değil, böyle bir insanın, belki içimizden bir insanın, nasıl böyle bir şey yapabiliyor olduğuyla ilgileniyoruz. Ve kanımız donuyor, Paul'ün o güzel ama buz gibi bakan gözlerini gördüğümüzde.
Benim için motivasyon Paul Spector rolünde ne yapacağını merak ettiğim Jamie Dornan'dı The Fall için en başta. Once Upon A Time'da ağzımıza bir parmak bal çalıp kaçan Dornan'ın sonraki işi olan bu 5 bölümlük BBC dizisi, daha ilk dakikalarından avcuna aldı beni. Belki de Dornan bu kadar yakışıklı, bu kadar sempatik görünen bir insan olduğu için daha da etkiledi beni hikaye. Ama ama ama nasıl olur şeklinde kalıyorsunuz o cinayet işlerken. İnsanın gözüne hitap edince inanası da gelmiyor haliyle. Ama işte tam da bu noktada Dornan'ın kendini geliştirmekte olduğunu fark ediyorsunuz, ekranda tamamen Paul Spector'a dönüşmüş oluyor. Gillian Anderson'ı çocukluğumda bırakmıştım ben en son, burada da fazlasıyla feminist söylemlerde kaybolmuş bir dedektif rolü yazmaları işine yaramamış görünüyor. Bazı anlar artık baygınlık geliyor bu ben sırf kadınım diye hep bana haksızlık yapılıyor, mücadele edeceğim bana ne beni ezemezsiniz, erkeklerin yaptığı herşeyi yaparım halleri. Normalde desteklediğim, savunduğum düşüncelerin bu şekilde bastırıla bastırıla gösterilmeye çalışılması hoş görünmedi bana. Daha incelikli anlatılabilirmiş.
"But my bookshelf looks hilarious now - there's Harry Potter and then Inside the Mind of a Serial Killer!" diyen bu adamın, bu pek güzel adam Jamie Dornan'ın bundan sonraki işlerini takip etmeye - elimde olmadan - devam edeceğim.