24 Haziran 2013 Pazartesi

işte bunların hepsi anlamsızlıktan

3 saatlik uykuyla duruyorum şu an. Dün gece 3 buçuk civarında uykuya dalıp sabah 5'te uyanıp, sonra nihayetinde 6 buçukta kalkıp işe gittim bu sabah. Dün gece o kadar tuhaftı ki.
Oysa gündüzü çok güzeldi. Güneşli güzel bir pazar gününde çıktım dışarı, önce Kızılay'da şöyle dükkanlara bakındım, sonra arkadaşlarımla sinemaya - Man of Steel - gittim. Çok sevdiğim bir insanla tanışmış, arkadaş olmuş oldum. Hoş bir yemek yedik, muhabbet ettik hep birlikte. Ne çok çay içtim, ne de kahve. Herşey ayarında her şey kararındaydı. Yalnızca eve dönerken bir aşırı heyecan-korku yaşadım o kadar. Oturduğumuz yer en gerizekalı yerlerinden biri olduğu için Ankara'nın, hava karardıktan sonra eve dönerken her defasında kalp krizi geçiriyorum. Gözüm hep arkamda, gene o pislik ergen bozması serserilerden biri takılacak mı peşime diye. Bu sefer de iki tanesi usul usul yürüdü peşimden sitenin girişine kadar. Bir kandil gecesinde, hem de bir caminin etrafından yürüyerek bir kızı takip eden bu zihniyet hani dinin hangi eğitimin ya da hangi ahlakın zihniyeti, ben orasını artık bilemiyorum.
Eve nasıl girdiğimi bilmiyorum, içeri atıp kendimi kapıyı yüz defa kilitledikten sonra olduğum yere çöküp kaldım. Üstümdeki elbise sırılsıklam olmuştu terden, buz gibi terliyordum. Kalp atışlarımı yavaşlatmam iki saati buldu.
Gene de uyumak üzere yatağıma girdiğimde iyiydim. Saat 11 ya var ya yoktu. Üstteki yaratıklar - ki dünyanın en terbiyesiz ve rahatsız edici komşularıdır kendileri, bir koşar top oynarlar ki evin içinde, tepemde, duvarlar zangırdar, ayağımızın altındaki zemin sallanır - seslerini kesene kadar gece yarısını bulmuştu tabi. İşte tam o saatten sonra olanlar bugünkü halimin nedeni.
Saatlerce uyuyamadım. Normal bir uyuyamam değil ama bu. Tam dalmak üzere oluyorum, böyle bilincimin yavaş yavaş kaydığını hissediyorum, sanki suyun içine kendinizi bırakıp gökyüzünün uzaklaştığını görürsünüz ya öyle bir halde oluyorum ama sonra aniden biri tutup beni suyun üstüne çekiyor, bilincim zınk diye yerine geri oturuyor. Her dakika bu gidip gelme devam etti. Döndüm, silkindim, odaklanmaya çalıştım ama olmadı. Devam etti, bitmeyen bir kabus gibi ben dalmaya, kaybolmaya çalıştıkça bir el beni geri çekti. Kalp atışlarım o kadar düzensizdi ki bu olurken habire nefeslerimi düzenlemeye çalıştım. Çok kötü atıyordu iyice halsiz düştüm. Bu arada o kadar rahatsız oldum ki lambamı açık bıraktım. Gidip geldikçe karanlık üstüme geliyordu çünkü. Sonra tam saat 2.20'de her yer zifiri karanlığa gömüldü ve ben çığlık atmamak için kendimi zor tuttum.
Oturup yatakta kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Karanlıktan korkmam normalde, içine dalarım, kendimi filmler içinde o büyük savaşçılar gibi hayal ederim. Ama dün gece o karanlıkta o uykusuzlukta ve o ruh halinde herşeyden daha çok korktum. Mumlar odamdaydı ama yakacak çakmak mutfakta (mumların hemen yanındaki kibrit kutusu tamamen aklımdan çıktı tabi). Tüm cesaretimi toplayıp mutfağa bir koşturuşum vardı ki görülmeye değerdi. Çakmağı kaptığım gibi odama koşup mumları yaktım. Mumların etrafında nefes almaya çalışırken bir yandan telefonum elimde allahım birilerini arasam ne olur bu saatte annemi arasam yüreğine iner ama kimi arayacağım ki diye bin türlü şey düşündüm. Neyseki çok geçmeden elektrik geri geldi ve lambam ışık vermeye başladı.
Saat 3 buçuk gibi maraton koşmuş gibi bir halde geri uyumaya çalıştım, herhalde bu sefer kendimi kaybedebilmişim ki gözümü açtığımda 5'ti.
O yüzden şimdi kanepeye uzanıyorum. Umarım bu gece herşey düzelecek.

22 Haziran 2013 Cumartesi



Bu ara Blabber'n Smoke'da çok güzel müzikler var hep, her birini tekrar tekrar dinliyorum yetmiyor size de göstermek istiyorum illa.

Bir saray entrikaları geçidine daha hoşbulduk : The White Queen

The White Queen de bize BBC'nin yazlık hediyesi. Bu İngiliz kraliyetinin entrika dolu dönemlerini yazmada ekol haline gelmiş olan Philippa Gregory'nin kitaplarından birinden uyarlanmış olan dizi BBC'de 16 haziranda başladı, her pazar saat 10'da aynı ekranda olacak ama bunun yanında ağustosta da ABD'de yayınlanmaya başlayacak. Bizse tabiki internet sağolsun diyoruz.
Diziler sayesinde tarih öğreniyoruz desek yeridir, bu sefer de 1400'lerin ikinci yarısında, Gül Savaşları'ndayız. Sene 1464'te Lancaster tarafından kral 6.Henry ile York tarafından 4.Edward taht için savaşırken, Lancasterlı bir ailenin kızı olan Elizabeth Grey (Woodville) bu bitmek bilmeyen savaşın içinde, Henry için savaşırken ölen kocasından kalan araziler ellerinden alındığı için çıkıyor sabahın köründe yeni kral Edward'ın karşısına, iki küçük oğlunun mirasını ondan geri istiyor. Böyle bildiğiniz iki oğlunu yanına katmış, savaşa giden ordunun yolu üstünde bir koca ağacın dibine durmuş, krala bak hele hop koçum şeklinde el ediyor. Şimdi normalde ne düşünürsünüz, bana bunu dese birisi direkt aklımda belirir, lan ben olsam orada anında ya boynumu vururlar ya da hiç istiflerini bozmadan tozu dumana kataraktan geçer giderler diye. Amma velakin söz konusu olan Elizabeth Grey. Onu şöyle bir göz ucuyla görüp de can evinden vurulmayacak erkeği geçtim, canlı yok. Hakikaten de, tarihte öyle yazıyor kendisi için ve üstüne dizi için seçtikleri Rebecca Ferguson insanın tansiyonunu düşürecek, gözlerini karartacak, bir iki gün hülyalı hülyalı gezmeye yol açacak bir güzellik.
Bir bölüm boyunca izledim kadını ama kendimde değildim vallahi, hayır öyle birşey yaratıyorsun, yaratabiliyorsun yani o malzeme o ölçüler var elinde. E peki bizi niye yaratıyorsun bir de sanki dalga geçer gibi. Cevap istiyorum, bizim suçumuz günahımız ne.
Herneyse, bırakırsam kendimi üç saat sızlanacağım ama konumuz o değil. Yeni kral Edward'ı bir şekilde ağına düşüren Elizabeth, onunla gizliden evleniyor savaş ortasında. Savaş biraz durulur gibi olunca da hoop ailesiyle birlikte saraya gidiyor, taç giymeye.
Aslında herşey bir The Tudors havasında görünüyor böyle anlatınca, büyük ihtimalle bundan sonraki bölümlerde de saray içi entrikaları, gelsin kızlar gitsin krallar şeklinde devam edecek ama The White Queen'in bu ilk bölümü bana resmen at koşturuyormuşuz gibi geldi. Bir başladı bölüm, hemen kral geldi Elizabeth geldi, tanıştılar seviştiler evlendiler, sarayda bulduk kendimizi. Oradan oraya hop hop, koşturduk durduk. Tamam belki asıl olay sonraki bölümlerde olacak, asıl konuyu işleyebilmek için bir temel oluşturmaya çalıştılar ama sanki önceki sene boyunca bu diziyi izlemişiz de şimdi sezon arasından dönmüş böyle "previously on the white queen" izliyoruz. Bir de çok özensiz göründü böyle yapınca onlar. Elizabeth rolündeki Rebecca Ferguson iyi güzel hoş da karşısında Edward rolünde Max Irons olunca ikisine birlikte ısınmanız gerekiyor, aşık olduklarına inanmanız gerekiyor ama izleyeceğimiz hikayede bizi peşlerinden sürükleyecek olan çift bu mu oluyorsunuz. Hani şöyle düşünün Jonathan Rhys-Meyers kötü-hırçın-kadın düşkünüydü ama güçlü bir kraldı 8.Henry olarak, onca pisliğine rağmen ona kapılıp gidiyorduk. Oysa bu Max Irons'ta onu hiç göremedim, gerçi burada asıl kahramanımız Elizabeth Grey olacak ama, olsun.
Elizabeth'in annesi Jacquetta Grey rolünde Janet McTeer elindeki senaryodan mıdır nedir, sihirle uğraşan böyle tanımlanması zor değişik bir insan gibi görünüyor. Önce kızını resmen bu saray entrikalarının içine atıyor , bir yandan onu koruyor, sonra da tutturmuş bir bizim soyumuz şu cadıya şu tanrıçaya kadar uzanıyor diye, habire bir sen de geleceği görüyorsun diyor kızına. Böyle kızı korkunç şeyler gördükçe gelecekle ilgili, o görebiliyor diye seviniyor. Elizabeth ise masum mu, krala nasıl gerçekten aşık oldu anlayamıyoruz. Ya da masum değilse hırslı mı, herşeyi sırf saraya gitmek için mi yaptı, kraliçe olabilmek için mi yaptı? Rebecca Ferguson bize bunu göstermiyor.
Sanırım ben bir iki bölüm daha izleyeceğim, tarihin hatrına.
BBC'nin The White Queen sayfası : böyle

Seattle'dan bir şahanelik : Ivan & Alyosha

Ivan&Alyosha'yı geçen sene keşfetmiştim, bir siteye üyeydim orası da her gün yeni müzikleri gönderiyordu mailime. İyi ki göndermişler Ivan&Alyosha'yı bana, o zamandan beridir çok severek dinlediğim bir grup oldu böylece. İyi müzik, her zaman herşeye ilaç gibi geliyor.
Grubun ilk albümü "All The Times We Had" yeni çıktı sayılır, albümden ilk şarkı "Running For Cover" ve benim en sevdikleriminden bir tanesi, aşağıda:




Karamozov Kardeşler'i okumak artık farz oldu.

The Civil Wars'un ikinci albümünden ilk şarkı : The One That Got Away

Nihayet yeni albümden ilk parçayı önce sadece bir "audio" olarak (http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=hgJQmn9gtmI) sonra da kamera arkası görüntülerinden oluşan bir klip şeklinde yayınladılar. Yeni albüm 8 ağustosta gelecek, öyle anladım ben. Bu arada ise boş durulmamış, Barton Hollow albümüne daha önce yayınlanmamış birkaç parçanın daha kaydı eklenerek bir paket getirilip satışa sunulmuş, şurada. Şimdilik ilk parça "The One That Got Away" ile hasret gideriyorum ben ve içimden küfrü basıyorum, e be John Paul e be Joy, madem böyle birbirinizin yüzüne bakarak şarlı söyleyebiliyordunuz hala, ne diye gelemediniz konsere?



http://thecivilwars.com/

bir ajan cenneti, "Graceland"

Normal sezon olarak adlandırdığımız bu sonbahar-kış dönemi dizileri tek tek dükkanı kapatırken en erken eylüle kadar, biz dizi izleyicilerini de sahillere gönderiyorlar. En azından ekranımızda. Çünkü daha benim gibi, sahil-tatil-kum-güneş-su görememiş pek çoğu olduğunu biliyorum, oradasınız siz de, hep birlikte sabah erkenden kalkıp okul servislerinden boşalmış yollardan kapalı soğuk ofislerimize gidiyoruz. Akşamları da yol çalışmasından tıkanmış yollardan eve dönmeye çalışıp, ayaklarımızı uzatabileceğimiz bir kanepe arıyoruz. Ama hemen umutsuzluğa kapılmayın, en azından yalnız değiliz ve dizi piyasası bizi avutabilmek için var gücüyle çalışıyor.
ajanlığın ilk kuralı-sörf yapacaksın
Bu çalışmalar arasından ilk bahsedeceğim "Graceland". 6 haziranda başlayan dizi her perşembe akşamı Amerika'da 10'da yayınlanıyor USA'de. Şimdiden 3 bölümü yayınlandı ve reytinglerinin gösterdiği kadarıyla 2-3 milyon izleyiciye ulaşmış durumda. Yaratıcısı Jeff Eastin, 3 sezondur yayınlanan White Collar'ın da yapımcısı.
sahil evi de böyle olur
Graceland, başlarken yazdığına göre gerçeklerden yola çıkılmış bir hikayeyi anlatıyor bize. Güney Kaliforniya'da bir sahil evinde FBI'dan, DEA'den ve ICE'den yetenekli mi yetenekli bir grup ajan birlikte yaşıyor. Hepsi "undercover", yani her birinin o neşeli mi neşeli sıcak mı sıcak Kaliforniya sokaklarında bir kimliği var. Kimisi mafyada, kimisi pilotmuş kimisi ilaç mümessiliymiş gibi davranıyor. Ve kaçak göçek ne dönüyorsa etrafta hepsini öğrenip gizliden müdahale ediyorlar.

FBI'ın akademisinden - özel bir ismi var mı bilemedim şimdi, akademi diyelim - yeni mezun hem de birincilikle mezun sırım gibi ajanımız Mike Warren ise başkente, FBI merkezine tayin olmayı beklerken okuldan çıkar çıkmaz, bu Graceland'e gönderiliyor. Graceland'de Briggs, Johnny, Paige, Charlie, Jakes, Lauren var. Mike'ın oraya gönderilmesi ise Donnie isimli ajanımızın bir operasyon sırasında kimliğinin ortaya çıkması ile vurulmasından ve evden gönderilmesinden sonra oluyor. Gidip Washington'da düzgün bir şekilde işini yapacağı hayalleriyle kendini Graceland'in karmakarışık, sahilde içki partili, barlarda yalanlarla kız elde etmeli, kendini mafyaya kaçakçı olarak tanıtmalı, sörflü, hotdoglu dünyasında buluveren Mike eh tabi haliyle pek bir şaşkına dönüyor. Ama oyun içinde oyun var, paranoyak FBI Mike'ı oraya boşu boşuna göndermemiş. Graceland'in bir nevi abisi sayılan, yılların efsanesi, akademinin önceki birincisi Briggs'i gizliden gizliye araştıracak Mike. Amaç bu.
mike olmuş undercover
Böyle bakınca ilk bölümden itibaren eğlenceli, yer yer karanlık ama bolca karışık bir hikaye izlediğimizi söyleyebilirim. Ajanlı, aksiyonlu, mafyalı ve Kaliforniyalı her hikayeden bekleyebileceğimiz kadar eğlence mevcut. Senaryo çok kafayı takmadığınızda, sorgulamadığınızda akıp gidebiliyor. Paul Briggs olarak Daniel Sunjata bence inanılmaz karizmatik ve başarılı olmuş, onun yerine başka biri konsa böyle olur muydu bu karakter bilmiyorum. Mike Warren olarak Aaron Tveit'e en başta insanın gözü alışamıyor, oynayamıyor, odun gibi duruyor gibi geliyor ama bölümler ilerledikçe kendini bulur belki diyorum şimdilik. Jakes rolündeki Brandon Jay McLaren ve Johnny rolündeki Manny Montana ellerindeki senaryonun da yardımıyla oldukça eğlenceli ve iyiler. Vanessa Ferlito'yu ise Charlie olarak izliyoruz ve o açık ağız ve dudaklar ile gene de karizmatik yürüyor.
ah charlie vah charlie
Graceland şimdilik parıltılı Kaliforniya sahilleri, şortlu taş gibi kadınları, karizmatik ajanları, eğlenceli komik ajanları, klasik Rus ya da uzakdoğulu mafyası, Bob Marley kılıklı siyahileri ve her bölüm en azından bir iki yere operasyon düzenleyip kötü adamları yakalayan aksiyon sosuyla izlenebilir bir yaz dizisi gibi. En azından ilk bölümüne falan şöyle bir bakın derim. En azından tatile gidene kadar, insana kendini iyi hissettirecek kadar sahil gösteriyor.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...