9 Mayıs 2013 Perşembe

güzel olan kandırmacalar


bunu bugün vintage everyday'de gördüm.
arkasındaki hikayeyi gerçekten merak ettim.

işaretler...neleri yanlış anlamadık ki

"For many millenia, before it was appropriated by the Nazis, the swastika was a symbol of good luck and prosperity. Almost every race, religion and continent honored the swastika -- a perfect example of the universal spread of a symbol thru the collective unconscious used by American Indians, Hindus, Buddhists, Vikings, Greeks, Romans, Celts, Anglo-Saxons, Mayans, Aztecs, Persians, Christians, and neolithic tribes. There are even Jewish swastikas found in ancient synagogues side-by-side with the star of David!
The swastika was associated with the hammer of Thor which returned to him like a boomerang, the footprints of Buddha, the emblem of Shiva, Apollo, Jupiter, and even Jesus Christ! The swastika was the first Christian symbol and is found in the catacombs in Rome. Hindus and Buddhists to this day still revere the swastika as their sacred sign. Jains make the sign of the swastika similar to the Christian sign of the cross.
In the early part of the twentieth century Rudyard Kipling used the swastika as his coat-of-arms, Coca Cola made a swastika-shaped lucky watch fob, American pilots used it on their planes when they fought for the French in World War One, it was the symbol for the Ladies Home Journal sponsored Girls' Club and the Boy Scouts. A town in Ontario was named Swastika in 1911 because of a lucky gold strike."
[kaynak: Neatorama]

8 Mayıs 2013 Çarşamba

delikanlının adı, santiago idi

Bu haftaki bölüm "Something Old"da Ted - bizim işaretlere her şeye anlam yükleyen "yağmur yağdıran" Ted - Robin'e şöyle dedi :
“Maybe it’s dumb to look for signs from the Universe. Maybe the Universe has better things to do—dear God, I hope it does. Do you know how many signs I’ve gotten that I should or shouldn’t be with somebody, and where has it gotten me? Maybe there aren’t any signs. Maybe a locket is just a locket, a chair is just a chair. Maybe we don’t have to give meaning to every little thing. Maybe we don’t need the Universe to tell us what we really want. Maybe we already know that deep down.”
Hayır dedim içimden izlerken, sonra da ekrana doğru. Hayır, işaretler var, anlamlar var. Evren, hakikaten de bize bir şeyler söylemeye çalışıyor, çalışmalı. Hele şu son zamanlarda daha bir görüyorum ben bunu. Henüz anlam veremiyorum ama bir sürü bu tür şey oluyor. Serviste tüm günün yorgunluğu üstümde, başımı cama yaslamış, önce gri binalardan gri asfalta, sonra yeşil tarlalardan kızıl gökyüzüne doğru değişen manzaraya dalmışken fark etmeden birini düşünürken kulağımda, radyoda birdenbire o düşündüğüme ait bir şarkı çıkıyor. Bir gün bir şehir gelmiş oluyor aklıma durup dururken, sonraki günler boyunca o şehirle ilgili şeyler çıkıyor karşıma. Orada burada, öylesine, aralara sıkışıvermiş halde. Bugün mesela, kütüphaneye gittim aklımda tamamen başka kitaplar varken, rafların arasından geçerken gözlerim en alttaki raflardan birinde bir kitaba takıldı. Şimdiye kadar gittiğim her seferde orada duruyordu o kitap belki de ama bu zaman kadar hiç görmedin, dikkatimi çekmedi. Ne olduğunu bile bilmeden birşey beni ona çekti, elime aldım, "Papanın Gergedanı". Tamam ilginç birşey belli ki ama çok da çekmez beni böyle isimleri olan kitaplar. Gülümser geçerim. Bu sefer öyle olmadı. İçini açtığımda gördüm ki 16.yy. ve Mediciler'den falan bahsediyor. Girişindeki çevirmenin önsözünde ise bilmediğim şeylerden hem de tam da Da Vinci's Demons hızını almış giderken, Mediciler'e yapılan Pazzi komplosundan, Lorenzo'nun iki oğlundan birinin sonradan papa olduğundan ve hatta Mediciler'den 4 papa çıktığından bahsediyordu. Hatta kuzey avrupa ile ilgili bir hikaye etrafından anlatıyordu bunları. Gayet sıradan bir şey gibi görünebilir size. Benim için o kadar çok şey ifade ediyor ki. Bu kadar sevdiğim ve merak ettiğim konularla ilgili olduğunu bilemeyeceğim, normalde arayıp da görmeyeceğim, okumayacağım bir kitaba ilişmişti gözlerim. Evren gerçekten de bir şeyler anlatmaya çalışıyor olamaz mı? Ufak şekillerde de olsa yardım edemez mi?
Evet doğru birkaç yerde Ted, "Maybe we don’t need the Universe to tell us what we really want. Maybe we already know that deep down." diyerek. Evet belki biliyoruz biz de içten içe ne istediğimizi ama o kadar içerde, o kadar derinde ki, birilerinin birşeylerin bize bunu söylemesine haykırmasına ihtiyacımız var.
“You see, the Universe has a plan, and that plan is always in motion. A butterfly flaps its wings and it starts to rain. It's a scary thought, but it's also kind of wonderful. All these little parts of the machine constantly working, making sure that you end up exactly where you're supposed to be, exactly when you're supposed to be there. The right place at the right time."
Ben, bunu söyleyen Ted Mosby'ye inanıyorum, bunu söyleyen Ted Mosby benim bildiğim Ted Mosby. Çünkü birinin, bir şeyin, benden bizden daha büyük bir gücün herşeyi yoluna koyacağına, sonunda beni olmam gereken yere, istediğim, hayalini kurduğum yere gideceğimi ve olmak istediğim, olmam gerektiğini bildiğim insan olacağımdan emin olmasına ihtiyacım var. Sonunda 'herşeyin olması gerektiği gibi'sinin benim hayalini kurduğum şekilde olduğunu göreceğime inancımın olmasına ihtiyacım var. "It's a scary thought, but it's also kind of wonderful."

5 Mayıs 2013 Pazar

wibbly wobbly timey wimey stuff

Bu zaman yolculuğu konusuna kendimi bildim bileli takmış durumdaydım. Nereye kadar gidecek bilmem.
O yüzden bu aşağıdaki gibi çalışmalar benim için bir içim su. Sizce?

kaynak: Popsci.com

Ben Barnes'lı filmler : The Words [2012]

Bir gün - bugünden çok da uzak olmayacağını umut ettiğim bir gün - çok iyi, çok okunan, saygı duyulan, fikirlerine değer verilen, insanlara yeni dünyalar armağan etmiş, başarılı bir yazar olmak istiyorum. Şimdiye kadarki ve bundan sonra olacak diğer tüm yazarlar gibi, ben de, anlatacak hikayelerim olduğunu düşünüyorum. 7 yaşında, kalemi elime aldığımdan beridir de bunları anlatabildiğimi sanıyorum.
Ama ya anlatamıyorsam? Ya o kadar da iyi değilsem yazmakta? Yıllarca bırakın bir yayınevine göndermeyi, arkadaşım dediğim insanlara bile gösterecek cesareti bulamamıştım yazdıklarımı. Bir noktada kendime biraz daha güven duymaya başladım ve en azından arkadaşlarıma okuttum, ne hissediğimi, ne düşündüğümü, ne hayal ettiğimi. Hala daha kötü buluyorum yazdıklarımı, çoğunlukla. Ama içimde bir yerlerde inanıyorum da, benim de yapabildiğim şey bu, benim de dünyaya gönderilme sebebim bu. Anlatmak. Hikayelerimi anlatmak. Tarihin, arkeolojinin, antik dünyaların peşine takılmam, onların sevdasına tutulmam da bu yüzden. O dünyalara gidip, anlatmak, yazmak.
Ama ya yapabildiğimi sandığım şeyi yapamıyorsam? Bir iki kelimeyi bir araya getirebiliyorum diye kendimi yazar olabilirim diye boşuna sürüklüyorsam uçurumdan aşağı? Ya olduğumu sandığım kişi değilsem? Ya bir amacı yoksa benim de zavallı hayatımın? Dünya üstünde öylesine yürüyen o anlamsız kalabalıktan sadece biriysem? Yazdıklarımı kimse okumayacak, kimse beni dinlemeye değer bulmayacaksa? Kendi sıkıcı, Austen'dan hallenmiş, Verne çakması hayallerimin içinde boğulup gideceksem?
Ya asla yazar olamayacaksam?
Rory Jensen da benim gibi düşünüyor hayatında bir noktaya geldiğinde. Üniversiteden mezun olup, sevgilisiyle evlenip, Brooklyn'de ufak bir dairede geceleri, tüm şehir uyurken kendini yazmaya veriyor, aklında hep hayali "çok iyi bir yazar olacağım". Ailesiyle ufak bir anlaşma yapmış, en azından bu iki sene kendimi yazmaya vereceğim ve siz de bana dokunmayacaksınız diye. Ama bu durum her ay sonunda yine gidip babasından yerinden dibine girerek para istemek zorunda kalmasına yol açtığından artık düzenli bir işe gir baskılarına dayanamayıp, bir yayınevinde işe başlıyor. Gündüzleri çalışıp, akşamları tv karşısında uyuklamaya başlıyor. Artık tüm şehir uyurken o da uyuyor. Ve yazmak, orada, uzakta bir hayal olarak duruyor.
Bu arada 3 yıl boyu uğraşıp didinip yazdığı kitabı her yerden reddediliyor. Çok beğeneni ve piyasanın durumundan dolayı yayınlayamayacağız diyeni de çıkıyor, çok kötüydü diyeni. Tüm dünyası başına yıkılıyor Rory'nin tabi. O da sorguluyor haliyle, "ya olduğumu sandığım kişi değilsem, ya hiç olamayacaksam?". Sonra tesadüfen antika bir çanta içinde bir kitap taslağı buluyor. Sarımsı eskimiş sayfalara, daktiloyla yazılmış müthiş bir şey. Bir oturuşta okuduğu hikayede Rory istediği, çabaladığı ama hiçbir zaman elde edemeyeceği şeyi buluyor. Bu, gerçek bir kitap. Günlerde aklından çıkmıyor kitap, rüyalarına giriyor. Sonunda yayıncıya götürüyor Rory, kendi yazmış gibi. İşte bu, en büyük seçim bir hayalci için. Olmak istediğin şey elinde, hazır duruyor, orada o yasak elma. Kim karşı koyabilir ki ona? Siz yapabilir miydiniz? Ben yapabilir miydim? (Ben muhtemelen değil kesinlikle o sayfaların peşine düşerdim, kimin yazdığını bulana kadar da isimsiz olarak ama düzenleyen olarak ismimin koyulacağı şekilde bastırırdım. Kahretsin, ben tam bir ahlak ve mantık abidesiyim.)
"The Words" bu hikayeyi, sırf bu haliyle değil de katmanlı, içiçe girmiş bir halde, kurgu ve gerçek birbirine karışırken anlatıyor. Brian Klugman ve Lee Sternthal birlikte yazıp birlikte yönetmiş. Hatta okuduklarıma göre 10 yıldan fazla bir zaman önce yazdıkları senaryoyu dostları Bradley Cooper'a göstermişler, o da oynarım demiş ama sene 2012'de ancak oynayabilmiş. Film bize Aidan Quinn'in yazdığı "The Words" isimli kitabını okumasıyla ulaşıyor aslında. Yazar Clay Hammond başlıyor hikayeyi okumaya. O kitabın içindeki hikaye Bradley Cooper'ın Rory'sinin az önce anlattığım hikayesi. Rory'nin bulduğu kitabı yaşlı bir adam, Jeremy Irons yazmış oluyor ve o da başlıyor kendi hikayesini anlatmaya ki 1940'ların Paris'inde geçen bu hikayede de genç bir adamın Ben Barnes'ın güzel mi güzel bir Fransız kızı olan Celia'ya, yani Nora Arnezeder'e aşık olduğu, evlendiği, çocuklarının olduğu hikaye.
Film romantik drama olarak kategorilendirilmiş, büyük ölçüde öyle. Yavaş ilerleyen, sakin, sessiz ama vurucu anlara sahip bir drama. Bildik ve pek sevildik, yetenekli oyuncular bir bir arz-ı endam ederken pek çok soru sorduruyorlar izleyiciye. Etik kurallar var mı? Yazmak o kadar önemli mi? Hayal mi gerçek mi? Kurgu nerede bitip gerçek nerede başlar? Yazmak bir yetenek mi, öğrenilir mi, kaybedilir mi, o kadar çabalasak da elde edemez miyiz, çok büyük şeyler yaşadıktan sonra kendiliğinden mi fışkırır? Yazmak kurtarır mı bizi? İstediğimiz hayatı çalabilir miyiz? Olmak istediğimiz kişi olabilir miyiz? Evet, hepsini soruyor film. Ama cevapları verirken o kadar da cömert değil.

Ben Barnes'ı bu sene 3 filmde daha görebileceğiz, yetiştirebilirlerse. Bir dahakinde görüşürüz yine burada.

ve herkes öldürür sevdiğini, ama intihar aşkı öldürmez.

Netteki yarışmalara, çekilişlere katılmışlığım çoktur. Sinema bileti, tişört gibi kazandığım şeyler de olmuştu ama bu seferki ödülüm bir başka güzel; Etgar Keret'in "Kneller'in Mutlu Kampı" öyküsünden uyarlanmış, Asaf Hanuka'nın çizimleriyle, Avi Pardo'nun çevirdiği "Bilek Kesenler" kitabı. Geçenlerde Siren Yayınları'nın blogunda yaptığı çekilişe katılmıştım, onun ödülü bu. Aslında bir hafta önce gönderilen kargoma ben ancak dün akşam kavuşabildim, evde olmadığım bir akşam gelince kargocu yan komşuya bırakmış. Yan komşu suratsız teyze de ancak dün akşam ayıldığı için bir haftadır ayrıyım ödülümden ama olsun.
Siren Yayınları'nın pek zevkli yazılarla bezeli bloguna eminim siz de bir bakayım dersiniz ;) "Sirenin Sesi"

4 Mayıs 2013 Cumartesi

hadi salsaya başlıyoruz

Tembelliğimden kalkıp da bir dans kursuna gidemiyorum olabilirim (ama hakikaten araştırıyorum, gideceğim :)  gene de en azından çabalıyorum. Aşağıdaki dersi buldum youtubeda, şimdilik insanın neler yapıp yapamadığını ölçebilmesi açısından güzel oluyor. Ben az önce denedim, berbatım ama biraz daha çalışmayla olmayacak bir şey değil.
Ve de çok eğlenceli, 5-6 dakika içinde bile mutlu oldum.
Öyleyse hadi hep beraber, bir iki üç dört, beş altı yedi :)

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...