Bir gün - bugünden çok da uzak olmayacağını umut ettiğim bir gün - çok iyi, çok okunan, saygı duyulan, fikirlerine değer verilen, insanlara yeni dünyalar armağan etmiş, başarılı bir yazar olmak istiyorum. Şimdiye kadarki ve bundan sonra olacak diğer tüm yazarlar gibi, ben de, anlatacak hikayelerim olduğunu düşünüyorum. 7 yaşında, kalemi elime aldığımdan beridir de bunları anlatabildiğimi sanıyorum.
Ama ya anlatamıyorsam? Ya o kadar da iyi değilsem yazmakta? Yıllarca bırakın bir yayınevine göndermeyi, arkadaşım dediğim insanlara bile gösterecek cesareti bulamamıştım yazdıklarımı. Bir noktada kendime biraz daha güven duymaya başladım ve en azından arkadaşlarıma okuttum, ne hissediğimi, ne düşündüğümü, ne hayal ettiğimi. Hala daha kötü buluyorum yazdıklarımı, çoğunlukla. Ama içimde bir yerlerde inanıyorum da, benim de yapabildiğim şey bu, benim de dünyaya gönderilme sebebim bu. Anlatmak. Hikayelerimi anlatmak. Tarihin, arkeolojinin, antik dünyaların peşine takılmam, onların sevdasına tutulmam da bu yüzden. O dünyalara gidip, anlatmak, yazmak.
Ama ya yapabildiğimi sandığım şeyi yapamıyorsam? Bir iki kelimeyi bir araya getirebiliyorum diye kendimi yazar olabilirim diye boşuna sürüklüyorsam uçurumdan aşağı? Ya olduğumu sandığım kişi değilsem? Ya bir amacı yoksa benim de zavallı hayatımın? Dünya üstünde öylesine yürüyen o anlamsız kalabalıktan sadece biriysem? Yazdıklarımı kimse okumayacak, kimse beni dinlemeye değer bulmayacaksa? Kendi sıkıcı, Austen'dan hallenmiş, Verne çakması hayallerimin içinde boğulup gideceksem?
Ya asla yazar olamayacaksam?
Rory Jensen da benim gibi düşünüyor hayatında bir noktaya geldiğinde. Üniversiteden mezun olup, sevgilisiyle evlenip, Brooklyn'de ufak bir dairede geceleri, tüm şehir uyurken kendini yazmaya veriyor, aklında hep hayali "çok iyi bir yazar olacağım". Ailesiyle ufak bir anlaşma yapmış, en azından bu iki sene kendimi yazmaya vereceğim ve siz de bana dokunmayacaksınız diye. Ama bu durum her ay sonunda yine gidip babasından yerinden dibine girerek para istemek zorunda kalmasına yol açtığından artık düzenli bir işe gir baskılarına dayanamayıp, bir yayınevinde işe başlıyor. Gündüzleri çalışıp, akşamları tv karşısında uyuklamaya başlıyor. Artık tüm şehir uyurken o da uyuyor. Ve yazmak, orada, uzakta bir hayal olarak duruyor.
Bu arada 3 yıl boyu uğraşıp didinip yazdığı kitabı her yerden reddediliyor. Çok beğeneni ve piyasanın durumundan dolayı yayınlayamayacağız diyeni de çıkıyor, çok kötüydü diyeni. Tüm dünyası başına yıkılıyor Rory'nin tabi. O da sorguluyor haliyle, "ya olduğumu sandığım kişi değilsem, ya hiç olamayacaksam?". Sonra tesadüfen antika bir çanta içinde bir kitap taslağı buluyor. Sarımsı eskimiş sayfalara, daktiloyla yazılmış müthiş bir şey. Bir oturuşta okuduğu hikayede Rory istediği, çabaladığı ama hiçbir zaman elde edemeyeceği şeyi buluyor. Bu, gerçek bir kitap. Günlerde aklından çıkmıyor kitap, rüyalarına giriyor. Sonunda yayıncıya götürüyor Rory, kendi yazmış gibi. İşte bu, en büyük seçim bir hayalci için. Olmak istediğin şey elinde, hazır duruyor, orada o yasak elma. Kim karşı koyabilir ki ona? Siz yapabilir miydiniz? Ben yapabilir miydim? (Ben muhtemelen değil kesinlikle o sayfaların peşine düşerdim, kimin yazdığını bulana kadar da isimsiz olarak ama düzenleyen olarak ismimin koyulacağı şekilde bastırırdım. Kahretsin, ben tam bir ahlak ve mantık abidesiyim.)
"The Words" bu hikayeyi, sırf bu haliyle değil de katmanlı, içiçe girmiş bir halde, kurgu ve gerçek birbirine karışırken anlatıyor. Brian Klugman ve Lee Sternthal birlikte yazıp birlikte yönetmiş. Hatta okuduklarıma göre 10 yıldan fazla bir zaman önce yazdıkları senaryoyu dostları Bradley Cooper'a göstermişler, o da oynarım demiş ama sene 2012'de ancak oynayabilmiş. Film bize Aidan Quinn'in yazdığı "The Words" isimli kitabını okumasıyla ulaşıyor aslında. Yazar Clay Hammond başlıyor hikayeyi okumaya. O kitabın içindeki hikaye Bradley Cooper'ın Rory'sinin az önce anlattığım hikayesi. Rory'nin bulduğu kitabı yaşlı bir adam, Jeremy Irons yazmış oluyor ve o da başlıyor kendi hikayesini anlatmaya ki 1940'ların Paris'inde geçen bu hikayede de genç bir adamın Ben Barnes'ın güzel mi güzel bir Fransız kızı olan Celia'ya, yani Nora Arnezeder'e aşık olduğu, evlendiği, çocuklarının olduğu hikaye.
Film romantik drama olarak kategorilendirilmiş, büyük ölçüde öyle. Yavaş ilerleyen, sakin, sessiz ama vurucu anlara sahip bir drama. Bildik ve pek sevildik, yetenekli oyuncular bir bir arz-ı endam ederken pek çok soru sorduruyorlar izleyiciye. Etik kurallar var mı? Yazmak o kadar önemli mi? Hayal mi gerçek mi? Kurgu nerede bitip gerçek nerede başlar? Yazmak bir yetenek mi, öğrenilir mi, kaybedilir mi, o kadar çabalasak da elde edemez miyiz, çok büyük şeyler yaşadıktan sonra kendiliğinden mi fışkırır? Yazmak kurtarır mı bizi? İstediğimiz hayatı çalabilir miyiz? Olmak istediğimiz kişi olabilir miyiz? Evet, hepsini soruyor film. Ama cevapları verirken o kadar da cömert değil.
Ben Barnes'ı bu sene 3 filmde daha görebileceğiz, yetiştirebilirlerse. Bir dahakinde görüşürüz yine burada.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder