Yapı Kredi Yayınları şubat ayında çok güzel bir şey yaptı. Orhan Veli'nin kızkardeşi Füruzan Yolyapan'ın önce küçük ağabeyi Adnan Veli'ye ondan da Orhan Boran'a geçen ses kayıtlarını mükemmel bir baskıyla hem kitap hem de bir cd şeklinde bastı. Orhan Veli'nin kendi sesinden 22 şiirinin yer aldığı bu ses kayıtları öylesine güzel bir şey ki...Kaleminden çıkan kelimeleri, cümleleri sesiyle hayat buluyor; her bir noktasının virgülünün değerini verişine şahit oluyorsunuz, her bir dize gerçek anlamıyla kucaklaşıyor adeta. Ve Orhan Veli'yle bir kez daha tanışıyoruz böylece, dizelerinin hayalimizde oluşturduğu o adam resmine sesi katılıyor, ete kemiğe bürünüyor yetmiş küsür yıl öncesinden gelip tam önümüzde.
Bir de sonunda bir Karagöz Hacivat oynatışı var ki.
"Pek fena olmadı değil mi?"
14 Nisan 2012 Cumartesi
13 Nisan 2012 Cuma
13 nisan - Anlatamıyorum
Daha dün gibi hatırlıyorum o birkaç dizeyi görüşümü.
"Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?"
10 yaşındaydım. Evde sıkılmışken yine, her zamanki gibi açmış ders çalışıyordum (evet, öyle bir çocuktum. Sıkılınca ders çalışır, ansiklopediler okur, altlarını çizer, resimleri işaretlerdim.). Dilbilgisi kitabının içinde kaybolmuştum. Ona rastladım. O anlamsız yok şu uyumu, bu düşmesi, o göçmesi, şu kaynaşması durumlarına verilen örneklerin arasında, bembeyaz kağıdın orta yerinde öylece duruyordu kelimeler. 10 yaşındaydım ve ele geçirilmiştim. O hiçbir şey görmemiş, hiçbir kötülük, üzüntü yaşamamış beynimi delicesine etkilemişti her bir kelimesi. Sebepsizdi, bir anlıktı, rastlantıydı. Kaderdi belki. Kader miydi?
O ilk andan itibaren peşine düştüm kelimelerin, cümlelerin. Onları böylesine bir araya getiren, böylesine duygular hisseden adamın peşine. İnternet yoktu o zaman, google yoktu, facebook yoktu, cep telefonu yoktu. Her geçen sene birazcık daha elde ettim, yavaş yavaş, adım adım öğrendim ilerisini. "Ağlasam sesimi duyar mısınız"dan "Anlatamıyorum"a giden yol, yıllarımı aldı. Şiirin tamamını ilk kez okuduğumda hissettiklerimin tarifi yoktu. Belki de vardı, ama onu da Orhan Veli söylemişti belki.
Böyle tanıştım ben Orhan Veli'yle. Hiç tanışmadığım ama hep tanıdığım o "garip"le. Şiir bilmezken, şiir anlamazken öğrendim ondan "şiir"i. Hep hikaye insanıydım bir yerde, hala hoşlanmam o kadar şiirden. O yüzden ikiye ayırırım ben hep yazılanları, Hikayeler ve Orhan Veli diye.
98 yıl oldu o bu dünyaya düşeli. Bir de o çukura düşmeyeydi.
"Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?"
10 yaşındaydım. Evde sıkılmışken yine, her zamanki gibi açmış ders çalışıyordum (evet, öyle bir çocuktum. Sıkılınca ders çalışır, ansiklopediler okur, altlarını çizer, resimleri işaretlerdim.). Dilbilgisi kitabının içinde kaybolmuştum. Ona rastladım. O anlamsız yok şu uyumu, bu düşmesi, o göçmesi, şu kaynaşması durumlarına verilen örneklerin arasında, bembeyaz kağıdın orta yerinde öylece duruyordu kelimeler. 10 yaşındaydım ve ele geçirilmiştim. O hiçbir şey görmemiş, hiçbir kötülük, üzüntü yaşamamış beynimi delicesine etkilemişti her bir kelimesi. Sebepsizdi, bir anlıktı, rastlantıydı. Kaderdi belki. Kader miydi?
O ilk andan itibaren peşine düştüm kelimelerin, cümlelerin. Onları böylesine bir araya getiren, böylesine duygular hisseden adamın peşine. İnternet yoktu o zaman, google yoktu, facebook yoktu, cep telefonu yoktu. Her geçen sene birazcık daha elde ettim, yavaş yavaş, adım adım öğrendim ilerisini. "Ağlasam sesimi duyar mısınız"dan "Anlatamıyorum"a giden yol, yıllarımı aldı. Şiirin tamamını ilk kez okuduğumda hissettiklerimin tarifi yoktu. Belki de vardı, ama onu da Orhan Veli söylemişti belki.
Böyle tanıştım ben Orhan Veli'yle. Hiç tanışmadığım ama hep tanıdığım o "garip"le. Şiir bilmezken, şiir anlamazken öğrendim ondan "şiir"i. Hep hikaye insanıydım bir yerde, hala hoşlanmam o kadar şiirden. O yüzden ikiye ayırırım ben hep yazılanları, Hikayeler ve Orhan Veli diye.
98 yıl oldu o bu dünyaya düşeli. Bir de o çukura düşmeyeydi.
Ağlasam sesimi duyar mısınız,
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epiyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
8 Nisan 2012 Pazar
Oğuz Tekin'den Eski Yunan ve Roma Tarihine Giriş
Küçüklükten beri bende böyle bir hafif Hermione'lik mevcuttur, ara ara fark ederim. Şimdi okuduğum kitap olması sebebiyle buraya yazayım diye elime alınca yine hissettim aynı şeyi. Sen al bildiğimiz ders kitabını, roman niyetine oku. Tam olarak yaptığım bu. Üniversiteye gelene kadar da her okul yılının başlangıcında yeni kitapları oturur okurdum öyle akşamüstleri balkonda mahalleye karşı çekirdek çitler gibi. Üniversitede bozuldum o ayrı.
Bu "Antik Yunan ve Roma Tarihine Giriş" anlayacağınız üzere tarih ve arkeoloji öğrencileri için ders kitabı niteliğinde yazılmış birşey. Zaten yazan Prof.Dr.Oğuz Tekin de öyle diyor önsözünde, böyle bir eksiklik görmüş, el atayım demiş kısaca. Kendisi İstanbul Üniversitesi'nde Eskiçağ Tarihi profesörü.
Kitap adından da görüldüğü üzere öncelikle Eski Yunan Tarihi ve Eski Roma Tarihi diye iki kısma ayrılmış. Bu kısımlar da kendi aralarında 9 ve 6 bölüme ayrılmış sırasıyla. Oğuz hoca Yunanistan'ın dağlık tepeliklerinde ilk insanın ayak izlerinin ortaya çıkışından alıyor bizi, M.S.476'da Batı Roma dediğimiz yönetimin yıkılışına kadar götürüyor. Her kısmın sonunda kronoloji cetveli, Roma kısmının sonunda da bir imparatorlar listesi var. Kitabın en sonunda ise ayrıntılı bir sözlük ile kişi ve yer adları dizinleri, kapsamlı bir kaynakça yer alıyor.
Ders kitabı olarak yazılmış dedim, ama dili o kadar da kuru değil. Hakkını yemeyelim. Dikkatli olursanız aralardaki ince mizahı, objektiflikten kaçıvermiş falsoları fark edip, kendi kendinize gülümseyebiliyorsunuz. Aralarda yer alan Çerçeve Yazılar'da bol bol ince ayrıntı görüyor, merağınızı giderebiliyorsunuz.
Bende İletişim Yayınları'nın 2011'de yaptığı 5.baskısı vardı. 349 sayfa biraz zor geçebiliyor esasında, özellikle Roma kısmında neredeyse hiçbiri doğal yollarla rahmetli olamamış imparatorların kim kiminle nerede ne yapıyor maceralarını okurken hafızanızı falan yitirebiliyorsunuz. Misal ben, bir süre boyunca M.S.'yi Musa'dan Sonra diye okudum. Her defasında da iç sesimi düzeltmek zorunda kaldım ne yapıyorum arkadaşım ben diye.
Beynimize çok yüklenmemek lazım. Arada dinlendirin. Benden söylemesi.
Bu "Antik Yunan ve Roma Tarihine Giriş" anlayacağınız üzere tarih ve arkeoloji öğrencileri için ders kitabı niteliğinde yazılmış birşey. Zaten yazan Prof.Dr.Oğuz Tekin de öyle diyor önsözünde, böyle bir eksiklik görmüş, el atayım demiş kısaca. Kendisi İstanbul Üniversitesi'nde Eskiçağ Tarihi profesörü.
Kitap adından da görüldüğü üzere öncelikle Eski Yunan Tarihi ve Eski Roma Tarihi diye iki kısma ayrılmış. Bu kısımlar da kendi aralarında 9 ve 6 bölüme ayrılmış sırasıyla. Oğuz hoca Yunanistan'ın dağlık tepeliklerinde ilk insanın ayak izlerinin ortaya çıkışından alıyor bizi, M.S.476'da Batı Roma dediğimiz yönetimin yıkılışına kadar götürüyor. Her kısmın sonunda kronoloji cetveli, Roma kısmının sonunda da bir imparatorlar listesi var. Kitabın en sonunda ise ayrıntılı bir sözlük ile kişi ve yer adları dizinleri, kapsamlı bir kaynakça yer alıyor.
Bende İletişim Yayınları'nın 2011'de yaptığı 5.baskısı vardı. 349 sayfa biraz zor geçebiliyor esasında, özellikle Roma kısmında neredeyse hiçbiri doğal yollarla rahmetli olamamış imparatorların kim kiminle nerede ne yapıyor maceralarını okurken hafızanızı falan yitirebiliyorsunuz. Misal ben, bir süre boyunca M.S.'yi Musa'dan Sonra diye okudum. Her defasında da iç sesimi düzeltmek zorunda kaldım ne yapıyorum arkadaşım ben diye.
Beynimize çok yüklenmemek lazım. Arada dinlendirin. Benden söylemesi.
One Tree Hill'den Geriye Kalanlar
Öyle 50 dakikalık final bölümünü izlemekle, bir iki yazı yazmakla falan veda edip gidemeyeceğim belli OTH'ye, onu baştan söyleyeyim. Önümüzdeki günlerde, haftalarda böyle bir miktar duygusal olabilirim. Ara ara arşivlerimden en "geeky" ayrıntıları toparlayıp toparlayıp önünüze çıkarabilirim. Baştan anlaşalım, siz beni mazur görün, ben de bu duygu yoğunluğumu en dayanılabilecek, en eğlenceli, bilgilendirici hale getirmeye uğraşayım.
O yüzden şimdi bahsedeceğim şey OTH'nin karakterlerine hayat veren oyuncuların neler yapıyor oldukları, nerelere yöneldikleri ve OTH ayrıntıları ile ilgili yararlanılabilecek en iyi kaynaklar.
Bu, oyuncuların neler yaptıkları özellikle bana ilginç gelen bir konu, o sebeple açtım. Normalde o derece hayranları olduğum oyuncular değiller, zaten çoğunun ilk veya en önemli, tanındığı işi. Mesela ilk olarak Lucas Scott - Chad Michael Murray'den haber edeyim :
![]() |
ah ulan Lucas Scott |
CMM (çok uzun isim, ctrl-c/ctrl-p yapmayayım hadi) dizide bildiğimiz üzere basketbolcu olma-NBA'e gitme hayalleri içindeki bir ergenken babasından miras aldığı kalp rahatsızlığı sebebiyle sporu bırakması gerektiğini öğrenen ve bu yüzden bir şekilde kendini kitap yazarken bulan Lucas Scott'ı canlandırdı 6 sezon boyunca.
Lucas, basketbolun ardından oluşan büyük boşluğu yıllardır okuduğu kitaplardan da ilham alarak kendisinin ve arkadaşlarının yaşadıklarını anlattığı kitabı yazarak doldurdu. Böylece hayattaki amacını da bulmuş oldu, yazar oldu. Benim de Mark Schwann yazsa da esasında bu "An Unkindness of Ravens" kitabını, okunabilir diye düşündüğüm bir eser haline geldi sezonlar süresince bu kitap. Lucas'ı başarılı bir yazar haline getirip, ikinci kitabı "The Comet"ı yazmak için cesaretlendirdi. Barındırdığı sözler, cümleler de dizide pek çok yerde kullanıldı.
Peki CMM diziden ayrılıp ne yaptı? O da kitap yazmaya başladı. Daha doğrusu graphic novel denen türde hikayeler üretmeye, sitesinde yayınlamaya başladı. Prodüksiyonu, reklamı iyice belleklere soktuğuna karar verince de üretime, basıma geçti ve hatta geçtiğimiz ayları imza günlerinde geçirdi. Alın size karakterine fazlasıyla bürünmüş bir aktör.
Peki CMM diziden ayrılıp ne yaptı? O da kitap yazmaya başladı. Daha doğrusu graphic novel denen türde hikayeler üretmeye, sitesinde yayınlamaya başladı. Prodüksiyonu, reklamı iyice belleklere soktuğuna karar verince de üretime, basıma geçti ve hatta geçtiğimiz ayları imza günlerinde geçirdi. Alın size karakterine fazlasıyla bürünmüş bir aktör.
![]() |
JustJared'dan. |
Bu CMM'nin resmi sitesi ve Everlast adının verdiği hikayeleri aynı adlı sekmede : http://www.thechadmichaelmurray.com/
Bu tüm gelişmeleri yazdığı twitter'ı : https://twitter.com/#!/chadmmurray
İkincimiz epik Peyton Sawyer'ı o hale getiren Hilarie Burton. Dikkatli gözler onu kabarık, kıvırcık saçlarıyla Dawson's Creek'in 5.sezonunda bir 2-3 dakikalığına hatırlıyor olabilir. Hilarie dizi devam ederken de başlattığı projesini devam ettirdi, iki arkadaşıyla birlikte Southern Gothic Productions adını verdikleri bir yapım şirketi işine el attı. Çok sevdikleri southern gothic tarzı kitapların hatrına bu ismi verdikleri şirket, OTH'nin fan-base'ini nasıl kullanırız'a en iyi örneklerden biri oldu. Hemencecik kurdukları blog'da yıllar içinde podcastlerle, videobloglarla haberleri güncel tuttular.
El attıkları her filmle ilgili haberi başlangıcından itibaren yazdılar, aralara bol bol kendi günlük olaylarını, duygularını vs.de katıştırdılar. Yalnız bu sırada Hilarie boş durmadı, bir yandan White Collar adlı dizide konukluk etmeye başladı. Şu sıralar dizinin kadrolu elemanı olmuş durumda. OTH'de Red Bedroom Records'u kurarak kendi müzik prodüksiyon şirketini kuran Peyton'a karşılık Hilarie şirket işine filmlerden daldı yani.
Hilarie Burton'ın resmi sitesi olmasa da güncel bir fan sitesi mevcut : http://www.hilarie-burton.com/
Southern Gothic Productions : http://sogopro.com/
Ama bu da yetmedi ona. İki arkadaşıyla birleşip o da Hilarie gibi, Diamond Gothic adını verdikleri bir kitap projesine el attı. Önce blog-sitesi yapıldı kitabın. Baya hummalı bir tanıtım evresinden sonra her bölümü 3 yazardan birinin yazdığı kitap, HelloGiggles adlı sitede belirli aralıklarla yayınlanıyor. Genellikle bir-iki haftayı aşan aralıklarla yeni bölümün geleceği haberini veriyorlar, bölümün yayınlanmasının ardından da kritiğini yapıyorlar. Bu arada bu "gothic" olayına neden bu kadar takmışlar bilemedim, sanırım hepsinde bu güneyli hali var, gitmiyor.
Bethany Joy'un blogu : http://www.bjgofficial.com/
Bu da twitter'ı : https://twitter.com/#!/BethanyJoyLenz
Buradan Diamond Gothic'i okuyabilirsiniz (fena değil) : http://hellogiggles.com/diamond-gothic
Bahsedilebilecek derecede işler yapanlar şimdilik bu kadar. Son olarak bir de net üzerindeki en iyi OTH sitesini göstereyim, şimdilik dağılalım : http://onetreehillweb.net/
4 Nisan 2012 Çarşamba
One Tree Hill'e veda ederken
Edebilir miyim onu da bilmiyorum ya. Hayatımın hemen hemen 7-8 senesinde vardı çünkü. 2003'te ABD'de ilk yayınlandığından en fazla bir yıl sonra bizde de Cnbc-e göstermeye başlandı. Lisede olduğumu hatırlıyorum çünkü, akşamları okuldan geldikten sonra tvnin karşısına geçip başlamasını beklediğimde. Hatta birkaç hafta boyunca Cnbc-e'de reklamlarını izledikten sonra ilk bölümü heyecanla bekleyip, daha da artan bir heyecanla da izlediğimi gayet net hatırlıyorum.
O kadar çok şey var ki söyleyebileceğim OTH ile ilgili, bana neler hissettirdiğiyle, bendeki yeriyle ilgili. Başka bir kıtada, başka bir dil konuşan, tamamen bambaşka bir kültürde ve yaşamdaki insanların tekrarlarla, klişelerle dolu abartılmış hikayeleri nasıl olur da bana böyle hissettirir diye düşünüyor olabilirsiniz. Anlam veremiyor, küçük görüyor, yargılıyor, bunalıyor bile olabilirsiniz. Ben de abartıyor olabilirim. Hiçbir derinliği olmayan uydurma ve yabancı bir dünyaya kendimi kaptırmış, dalmış gitmiş, onunla yaşamış da olabilirim. Ama yine de, söylenebilecek tüm olumsuz şeylere, getirilebilecek tüm mantıklı açıklamalara karşın, OTH'nin bir şekilde bana kattıklarını yadsıyamam.
Bir kere "zor zaman dizi"mdir OTH benim. Hani biz diziciler arasında vardır bu, bir sürü dizi görmüş geçirmişizdir ama bir tanesi, o tek bir tanesi, bizim için farkında olmasak da özeldir. En zor anlarımızda, en kötü olduğumuzda açıp birkaç sahnesini izliyorsak işte o zaman fark ederiz. Benim için OTH'nin böyle olduğunu ben de kötü zamanlarımda anlamıştım. İstemsiz bir şekilde, onca dizi arasından açıp ondan görüntüler izleyip, yatağa yalancı bir saadetle giriyordum.
Dizi izleme alışkanlığımı pembe dizilerle edinmiş olmamın etkisi de diyebilirsiniz buna. Dawson's Creek, Ally McBeal, Full House, Buffy The Vampire Slayer ve Angel'ın açtığı yol beni bir şekilde OTH'ye götürdü işte. Kanalda aynı zamanda The O.C. de başlamıştı mesela. Tamam onu da izledim aynı sadakatle. Onu da sevdim, o da çok güzel vakitler geçirtti bana. Ama olmadı, Seth'e, Sandy'ye, Ryan'a, Marissa'ya (ve hayır Summer'a değil, yoo ona kesinlikle değil) ayrı ayrı bayılsam da, aynı şekilde hissettirmedi Orange County'nin Noel'de bile 26 derece olan sıcaklığı.
Hikayelerle, kahramanlarla özdeşleştirdiğimizde severiz onları denir ya hani. Ondan desem ben de, OTH'nin bize, bizim yaşantımıza, en azından benim durumuma ne kadar uzak olduğunu söyledim. Gene de bir bağ kurmuş olmalıyım, birşeyleri kendimle ilgili görmüş olmalıyım. Bu özdeşleştirme durumu, sanırım, o yüzden direkt hikayeyle veya karakterle olmuyormuş. O hikayenin o karaktere ne yaşattığı, ne hissettirdiğiyle ilgiliymiş herşey. Ben de onlarla bağ kurmuş olabilirim, açıklaması bu.
Ki bu da beni Peyton Sawyer'a götürüyor. Götürdü yani 8 sene boyunca. OTH benim için biraz da Peyton'dı. Gençlik dizileri tarihinin görebileceği en ilginç, en istisnai kadın karakterine hayat verdi Mark Schwann. Depresif ponpon kızdı Peyton. Hayatında değişiklik istediğinde odasının duvarlarını boyardı farklı renklere. Odası eviydi, yuvasıydı. Duvarı boydan boya plaklarla dolu raflarla kaplıydı. Eski deri ceketini giyer, punk dinlerdi. Müzik, onun için herşeydi, yaşamdı, nefesti, yalnızlığının ortağı, sessizliğinin sesiydi. 6 sezon boyunca onun her defasında soğuk kalmasını, ısınmasını, güvenmesini, bağlanmasını, korkmasını, terk edilmesini, yalnızlığa düşmesini, tökezlemesini, yeniden ayağa kalkmasını ve sonunda her yine kendi yolunu bulmasını izledik, tekrar tekrar.
Bu yüzden OTH benim için Peyton'ın müziği, çizimleri de demekti. Belki de müziği en iyi kullanan diziydi. Her bölüm ayrı bir güzellikteki bir şarkını ismini taşıdı, her sahne inanılmaz müthiş parçaların özenle çekilmiş videoları gibiydi. Müzik hakkında bildiklerimin yüzde ellisini OTH'den öğrendim ben (dudak bükmeyin, hakikaten iyidir bu konuda).
Aynı zamanda edebiyat hakkında bildiklerimin de. Senaryoların görüp görebileceği en sinir, en kaypak, en ne hissettiğini bilmeyen, en ayran gönüllü erkeği Lucas Scott'ın tek bir takdir edilesi yönü vardı; çok kitap bilir, çok kitap okurdu. Onun ve zaman zaman diğerlerinin seslerinden bölüm açılışlarında ve kapanışlarında ne sözler işittik, ne alıntılara dumur olup kalmadık ki. Her bölüm yeni bir yazar, yeni bir kitap keşfederdim. Her bölüm, düşünmeye sorgulamaya sebep olan sözler çınlatırdı aklımı.
Gerçekten, abartmıyorum. Kötü şeyler söylemiyordu OTH. Saçma şeyler de söylemiyordu. Tamam en salak saçma "script"lerden birine sahipmiş gibi görünebilir, ona birşey demiyorum zaten. Ama bunu anlatış ve sunuş şekli, her hafta o 40 dakikayı mıhlanmış gibi izlemeye sebep oluyordu. İnsanın gelişimine şahit olduk OTH'de. Kendini beğenmiş, şımarık, züppe basketbol takımı kaptanının her kararını ailesinin iyiliği için alan, hayatta ne istediğini bilen, sevdikleriyle yetinebilen, önemli olanın bu olduğunu anlayan, mantık ve ahlaksal olarak hep en doğru kararları veren aşık bir aile babasına dönüşünü izledik. Kavga edip duran ve ona hiçbir şekilde ilgi göstermeyen bir ailede büyümenin verdiği duyguyla dışarıda kendini ilgi çekmeye zorlayan, sadece gününü gün edip, partilerde dağıtan okulun seksi kızı, ponpon kızların kaptanının kendine ve sevdiklerine değer vermeyi öğrenmesini, kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmesini, yalnızlığını sevgisiyle boğabilmesini izledik. Ve dizi tarihinin en gerçek duygulara sahip karakterlerinden biriyle, Dan Scott'la tanıştık. OTH'nin hikayesini başlatan bir anlamda oydu. İki ayrı kadından iki ayrı çocuk sahibi olup olayları karıştıran oydu. İkisine de bir şekilde zarar veren, hayatları mahveden hep oydu. Dan Scott bu hikayenin kötü adamıydı belki ama o her şeyi sırf gerçek duygulara sahip olduğu için yaptı. Abisini kıskandığı için hırslandı, hırslandığı için basketbolda zirveye yürüdü, hatasını sevdiği kadınlardan ve çocuklarından çıkardı.
Harika anlar yaşatmakta da üstüne yoktu OTH'nin. Harika anlar ve onların oluşturduğu doğa-dışı (!?) olaylar. En az Tsubasa'nın golleri kadar heyecanlı geçen, dram, trajedi, entrika dolu basketbol maçları vardı, yangınlar, kumsal partileri, psikopat katiller, 16 yaşında evlenen gençler, 16 yaşındayken üniversiteli kız arkadaşının doğurup ona bırakıp kaçtığı bebeğine babalık etmeye çalışan gençler, kendi kardeşini vurup öldürenler, kendi oğlunu boğmaya çalışanlar, birbirine yumruk yumruğa giren kızlar, mafyayla anlaşıp bahis tutturmak için maçı satanlar, kalp ilacını almadan maça çıkanlar, limuzinle köprüden uçanlar...hepsi vardı, hepsi yaşandı.
Bugün, bu akşam bitiyor bu hikaye. Biz yataklarımızda son saatlerimizi geçirirken 5 nisan sabahında, orada çok uzakta, başladığı yerde 4 nisan akşamıyken daha, bitecek. Büyük bir heyecanla vurulup, yıllar geçtikçe gelişen, büyüyen, daha büyük heyecanlar yaşatan bir dost gibi, iyi zamanları, kötü zamanları yaşadık OTH ile. İkimizde büyüdük sonunda, değiştik, anladık herşeyi. Ne kadar güzel olsak da birlikteyken, artık birbirimizden öğrendiklerimizle ayrı yollara gitme vakti geldi.
Hoşçakal One Tree Hill.
O kadar çok şey var ki söyleyebileceğim OTH ile ilgili, bana neler hissettirdiğiyle, bendeki yeriyle ilgili. Başka bir kıtada, başka bir dil konuşan, tamamen bambaşka bir kültürde ve yaşamdaki insanların tekrarlarla, klişelerle dolu abartılmış hikayeleri nasıl olur da bana böyle hissettirir diye düşünüyor olabilirsiniz. Anlam veremiyor, küçük görüyor, yargılıyor, bunalıyor bile olabilirsiniz. Ben de abartıyor olabilirim. Hiçbir derinliği olmayan uydurma ve yabancı bir dünyaya kendimi kaptırmış, dalmış gitmiş, onunla yaşamış da olabilirim. Ama yine de, söylenebilecek tüm olumsuz şeylere, getirilebilecek tüm mantıklı açıklamalara karşın, OTH'nin bir şekilde bana kattıklarını yadsıyamam.
Bir kere "zor zaman dizi"mdir OTH benim. Hani biz diziciler arasında vardır bu, bir sürü dizi görmüş geçirmişizdir ama bir tanesi, o tek bir tanesi, bizim için farkında olmasak da özeldir. En zor anlarımızda, en kötü olduğumuzda açıp birkaç sahnesini izliyorsak işte o zaman fark ederiz. Benim için OTH'nin böyle olduğunu ben de kötü zamanlarımda anlamıştım. İstemsiz bir şekilde, onca dizi arasından açıp ondan görüntüler izleyip, yatağa yalancı bir saadetle giriyordum.
Dizi izleme alışkanlığımı pembe dizilerle edinmiş olmamın etkisi de diyebilirsiniz buna. Dawson's Creek, Ally McBeal, Full House, Buffy The Vampire Slayer ve Angel'ın açtığı yol beni bir şekilde OTH'ye götürdü işte. Kanalda aynı zamanda The O.C. de başlamıştı mesela. Tamam onu da izledim aynı sadakatle. Onu da sevdim, o da çok güzel vakitler geçirtti bana. Ama olmadı, Seth'e, Sandy'ye, Ryan'a, Marissa'ya (ve hayır Summer'a değil, yoo ona kesinlikle değil) ayrı ayrı bayılsam da, aynı şekilde hissettirmedi Orange County'nin Noel'de bile 26 derece olan sıcaklığı.
Hikayelerle, kahramanlarla özdeşleştirdiğimizde severiz onları denir ya hani. Ondan desem ben de, OTH'nin bize, bizim yaşantımıza, en azından benim durumuma ne kadar uzak olduğunu söyledim. Gene de bir bağ kurmuş olmalıyım, birşeyleri kendimle ilgili görmüş olmalıyım. Bu özdeşleştirme durumu, sanırım, o yüzden direkt hikayeyle veya karakterle olmuyormuş. O hikayenin o karaktere ne yaşattığı, ne hissettirdiğiyle ilgiliymiş herşey. Ben de onlarla bağ kurmuş olabilirim, açıklaması bu.
Ki bu da beni Peyton Sawyer'a götürüyor. Götürdü yani 8 sene boyunca. OTH benim için biraz da Peyton'dı. Gençlik dizileri tarihinin görebileceği en ilginç, en istisnai kadın karakterine hayat verdi Mark Schwann. Depresif ponpon kızdı Peyton. Hayatında değişiklik istediğinde odasının duvarlarını boyardı farklı renklere. Odası eviydi, yuvasıydı. Duvarı boydan boya plaklarla dolu raflarla kaplıydı. Eski deri ceketini giyer, punk dinlerdi. Müzik, onun için herşeydi, yaşamdı, nefesti, yalnızlığının ortağı, sessizliğinin sesiydi. 6 sezon boyunca onun her defasında soğuk kalmasını, ısınmasını, güvenmesini, bağlanmasını, korkmasını, terk edilmesini, yalnızlığa düşmesini, tökezlemesini, yeniden ayağa kalkmasını ve sonunda her yine kendi yolunu bulmasını izledik, tekrar tekrar.
Bu yüzden OTH benim için Peyton'ın müziği, çizimleri de demekti. Belki de müziği en iyi kullanan diziydi. Her bölüm ayrı bir güzellikteki bir şarkını ismini taşıdı, her sahne inanılmaz müthiş parçaların özenle çekilmiş videoları gibiydi. Müzik hakkında bildiklerimin yüzde ellisini OTH'den öğrendim ben (dudak bükmeyin, hakikaten iyidir bu konuda).
Aynı zamanda edebiyat hakkında bildiklerimin de. Senaryoların görüp görebileceği en sinir, en kaypak, en ne hissettiğini bilmeyen, en ayran gönüllü erkeği Lucas Scott'ın tek bir takdir edilesi yönü vardı; çok kitap bilir, çok kitap okurdu. Onun ve zaman zaman diğerlerinin seslerinden bölüm açılışlarında ve kapanışlarında ne sözler işittik, ne alıntılara dumur olup kalmadık ki. Her bölüm yeni bir yazar, yeni bir kitap keşfederdim. Her bölüm, düşünmeye sorgulamaya sebep olan sözler çınlatırdı aklımı.
Gerçekten, abartmıyorum. Kötü şeyler söylemiyordu OTH. Saçma şeyler de söylemiyordu. Tamam en salak saçma "script"lerden birine sahipmiş gibi görünebilir, ona birşey demiyorum zaten. Ama bunu anlatış ve sunuş şekli, her hafta o 40 dakikayı mıhlanmış gibi izlemeye sebep oluyordu. İnsanın gelişimine şahit olduk OTH'de. Kendini beğenmiş, şımarık, züppe basketbol takımı kaptanının her kararını ailesinin iyiliği için alan, hayatta ne istediğini bilen, sevdikleriyle yetinebilen, önemli olanın bu olduğunu anlayan, mantık ve ahlaksal olarak hep en doğru kararları veren aşık bir aile babasına dönüşünü izledik. Kavga edip duran ve ona hiçbir şekilde ilgi göstermeyen bir ailede büyümenin verdiği duyguyla dışarıda kendini ilgi çekmeye zorlayan, sadece gününü gün edip, partilerde dağıtan okulun seksi kızı, ponpon kızların kaptanının kendine ve sevdiklerine değer vermeyi öğrenmesini, kendi ayakları üstünde durmayı öğrenmesini, yalnızlığını sevgisiyle boğabilmesini izledik. Ve dizi tarihinin en gerçek duygulara sahip karakterlerinden biriyle, Dan Scott'la tanıştık. OTH'nin hikayesini başlatan bir anlamda oydu. İki ayrı kadından iki ayrı çocuk sahibi olup olayları karıştıran oydu. İkisine de bir şekilde zarar veren, hayatları mahveden hep oydu. Dan Scott bu hikayenin kötü adamıydı belki ama o her şeyi sırf gerçek duygulara sahip olduğu için yaptı. Abisini kıskandığı için hırslandı, hırslandığı için basketbolda zirveye yürüdü, hatasını sevdiği kadınlardan ve çocuklarından çıkardı.
Harika anlar yaşatmakta da üstüne yoktu OTH'nin. Harika anlar ve onların oluşturduğu doğa-dışı (!?) olaylar. En az Tsubasa'nın golleri kadar heyecanlı geçen, dram, trajedi, entrika dolu basketbol maçları vardı, yangınlar, kumsal partileri, psikopat katiller, 16 yaşında evlenen gençler, 16 yaşındayken üniversiteli kız arkadaşının doğurup ona bırakıp kaçtığı bebeğine babalık etmeye çalışan gençler, kendi kardeşini vurup öldürenler, kendi oğlunu boğmaya çalışanlar, birbirine yumruk yumruğa giren kızlar, mafyayla anlaşıp bahis tutturmak için maçı satanlar, kalp ilacını almadan maça çıkanlar, limuzinle köprüden uçanlar...hepsi vardı, hepsi yaşandı.
Bugün, bu akşam bitiyor bu hikaye. Biz yataklarımızda son saatlerimizi geçirirken 5 nisan sabahında, orada çok uzakta, başladığı yerde 4 nisan akşamıyken daha, bitecek. Büyük bir heyecanla vurulup, yıllar geçtikçe gelişen, büyüyen, daha büyük heyecanlar yaşatan bir dost gibi, iyi zamanları, kötü zamanları yaşadık OTH ile. İkimizde büyüdük sonunda, değiştik, anladık herşeyi. Ne kadar güzel olsak da birlikteyken, artık birbirimizden öğrendiklerimizle ayrı yollara gitme vakti geldi.
Hoşçakal One Tree Hill.
1 Nisan 2012 Pazar
such a wonderful thing to do
Sadece herşey sussa da kendimi bu duyguya bırakabilsem bir kereliğine. Bir kereliğine, sadece bu kez bir dibine kadar yaşasam ya bu duyguyu...nolur.
Bir seferliğine sussa beynim, sadece hissetsem.
Sonra desem, "i have a secret i need to tell you".
31 Mart 2012 Cumartesi
Katherine Hepburn
Nerede, nasıl görmüşüm bilmiyorum bu fotoğrafı. Kim olduğundan bile emin olamayabilirim. Sadece Katherine Hepburn olduğunu düşünüyorum, biraz da gençken çekildiğini varsayıyorum. Onun dışında, bu fotoğrafa, bu görüntüye takığım (var mı ki böyle bir kelime), anlamsız bir şekilde bir şey var burada. Bilmiyorum. Sanki hep, olmak istermişim gibi.
"Katherine embodied feminine beauty but also masculine strength and reserve."
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...