12 Mart 2012 Pazartesi

“What is salt and pepper without…cumin?”

Bundan daha güzel bir resim yok.
Beni daha çok güldüreni de.
En içten, ta içimden gelerek hem de.
Daha çok şey ifade edeni de yok.

11 Mart 2012 Pazar

mutlu insanlar

Mutlu insanlarla birlikte olmak mutlu ediyormuş.
Mutlu olmak da umut veriyormuş. Tatlı, böyle hafif bir kıvılcım gibi.
Hep mutlu olsak ya.
Hep umut doldursalar ya içimize.

10 Mart 2012 Cumartesi

Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler : Arkeolojinin Romanı

"Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler" üzerinde de yazdığı gibi arkeolojinin romanı. Tüm arkeolojiyi kendince 5 bölüme-5 kitaba ayırıp, en başından başlıyor anlatmaya. Heykeller Kitabı ile arkeolojinin ne olduğunu ve nasıl başladığını, Piramitler Kitabı'nda olayın Mısır ile gelişimini, Kuleler Kitabı'nda Mezopotamya'nın rolünü, Merdivenler Kitabı ile de Orta ve Güney Amerika'da neler olduğunu anlatıyor. En son bölüm, Henüz Yazılmamış Olan Kitaplar'da ise diğer kitaplarda geçmeyen arkeolojik keşifleri, bölgeleri, uygarlıkları şöyle bir ipucu salıverircesine anlatıp, kronolojilerle bitiriyor.
Bütün bunları ders kitabı havasından çok uzakta, iddia ettiği gibi bir "roman" çerçevesinde yapıyor. Arkeolojinin mihenk taşlarını, köşe başlarını ete kemiğe büründürüp, adeta bir macera-aksiyon-entrika dizisine çeviriyor. Bununla sakın öyle ucuz, spekülatif birşey aklınıza gelmesin. Aksine bu macera dolu anlatıyı profesyonellikten, düzgün bir üsluptan bir an bile ayrılmadan yapıyor.
Bana kalırsa okuyucu bu kitaba ilk sayfasından başlamamalıdır. Çünkü bir yazar istediği kadar inandırıcı şeyler söylesin, hele bir kitabın adı böyle herkesin kuruluğuna ve can sıkıcılığına inandığı bir bilimin, arkeolojinin, romanı olursa, son derece meraklı şeyler söyleyeceğine kolay kolay kimseyi kandıramaz, bunu bilirim.
C.W.Ceram-K.W.Marek yani
Bu işi hakkıyla yapan da C. W. Ceram, yani gerçek adıyla Alman gazeteci ve yazar Kurt Wilhelm Marek. 1915-1972 arasında yaşamış olan Marek'in kendisi de maceralı denebilecek bir hayat yaşamış göründü bana. II.Dünya Savaşı'nın yaşandığı bir Avrupa'da, Hitler'in yönetimine destek olduğu zamanlar olmuş. Hatta yönetimin propaganda grubunda yer alıyormuş. Gerçi işe ilk olarak liseden sonra kitapçılık ile ilgili bir eğitim alarak başlamış. 1932'de ilk film ve kitap eleştirilerini yazmış. Sonrasında gazeteciliğe yönelmiş olacak ki 1941'de yaptığı bir savaş röportajı, ilk baskıdan sonra yasaklanmış. Ardından da 49'dan 52'ye kadar yayınevinde eser inceleme uzmanlığı yapmış.
"Tanrılar, Mezarlar ve Bilginler"i 1945-1949 arasında yazmış, kitap ilk kez 1949'da yayınlanmış. Bana hediye olarak gelen kitap, Remzi Kitabevi'nin Hayrullah Örs çevirisiyle yayınladığı 363 sayfalık, temmuz 2009 tarihli 8.baskısı. Böylesi eski bir tarihe sahip olduğu için de içinde günümüze göre oldukça eski ve eksik kalabilecek bilgiler var. Öte yandan yazıldığı dönemin bakış açısını gösteriyor oluşu ve o zamana kadarki keşiflere dair çıkarımları, ilerisi için öngörüleri açısından belli bir ilginçliğe sahip. Siyah-beyaz bir film izliyormuşuz gibi hissettiriyor.
Marek'in bu Hitler dönemi çalışmalarından dolayı takma isimle yayınladığı kitap, ilk yayınlanışında yarattığı olay ve ortaya koyduğu satış rakamlarıyla birlikte o zamanlardan bu yana resmen arkeolojinin el kitaplarından ve en önemli eserlerinden biri olarak görülüyor. 28 dile çevrilip, 5 milyondan fazla satmış ve satmaya devam ediyor. Ayrıca bundan sonra yazdığı "Tanrıların Vatanı Anadolu" isimli bir arkeoloji kitabı daha var, bunda Anadolu'yu kendisi gelip bizzat inceleyerek Hititler hakkında oldukça belgesel araştırmalarını yazmış. Tabi arkeoloji ile ilgili kitapları böylece son bulmamış, "March of Archaeology and The First American" gibi kitapları da mevcut. Günümüzde - periyodik olmasa da - verilen bir Ceram Ödülü bile var.
Ceram ya da Marek, böylesi güzel bir şey yazmış olmasının yanında benim için çok daha fazla birşeyler ifade eden düşünceler de kaleme almış kitapta. Arkeolojinin doğuşundan, onu ilmek ilmek oluşturan her bir arkeoloji insanının önemini de anlatıyor. Bunu onlara - bence- objektif yaklaşarak yapıyor olması çok güzel. Bu işe gönül vermiş, büyük şeyler gerçekleştirmiş olmak için illaki "okullu" olmak gerekmediğini de anlatan, kanıtlayan gerçekleri belirtiyor bir yandan. Diğer yandan "okullu" yetişenlerin de ne kadar doğru şeyler yaptıklarını gösteriyor. Onca tarihin, yaşananların, fedakarlıkların, savaşların sonunda aslolanın içimizdeki arkeoloji aşkı olduğunu göstermiş oluyor bir yerde.
Yunanistan'da, İtalya'da, Akdeniz Adaları'nda, Küçük Asya'da, Mısır'da, Mezopotamya'da, eski, batmış kültürlerin eskiden beri bilinen ya da yeni bulunan yerlerinde kazılar sürmektedir. Ne yeni bilgi hazineleri ne maddi cinsten büyük değerler daha ortaya çıkacaktır kim bilir?

8 Mart 2012 Perşembe

İki yaş, sonun başlangıcıdır.

Sanırım şu yaşımda ancak kadın oldum.
Bugün işyerinde bir üst amirim adımı seslendi. Döndüm hemen fişek gibi, "Efendim" dedim. İki çalışanla yüz yüze geldim. Biri elini uzatmış, benimkini bekliyor. Diğerinin de elinde paket paket güller. Elimi bilinçsizce uzattım, "Kadınlar gününüz kutlu olsun." dedi. "Hehe teşekkürler." dedim, bu sırada diğeri de gül paketini uzattı. Aldım gene ne olduğunu anlamadan.
Bugün ilk defa bu vesileyle kadınlar günüm kutlanmış oldu. İlk defa böyle tek bir tanelik süslü püslü pakette gül aldım. Adımın sonuna ekledikleri o "hanım" kelimesi daha bir ağır geldi üstüme. İşe başladığımdan beri anlayamadım zaten bunu. "Hanım" diyorlar, ne anlama geliyorsa. Resmi mi olmaya çalışıyorlar, saygılı mı olmaya çalışıyorlar, hiçbirini bilmiyorum. Ben "hanım" değilim ki. Kadın olma durumundan, kadın olunmasından hep gurur duydum, takdir ettim. Durun durun, doğru anlatamadım. Kadınların, kadın olduklarından dolayı gurur duymaları gerektiğini, güçlü olduklarının, olabileceklerinin farkında olmaları gerektiğini düşündüm. Ama sorun şu ki hiç bir "kadın" olduğumu düşünmemiştim. "Çocuk"tum ben hep, kimliğimdeki tarih ne kadar eski olursa olsun yüzüme, gözüme, üstüme başıma bakan hep "çocuk" olduğuma karar verirdi. Olsa olsa gençtim, en fazla üniversiteyi yeni kazanmış gibiydim. Ama "çocuk"tum sonuçta, "genç"tim. Ve bunların cinsiyeti yoktu.
Bugün, 25 yaşımın  ortasına doğru ilerlediğim bir vakitte, "kadın" olduğumu düşündüm. Yüzümde hala zonklayan, patlayan, iz yapan sivilceler çıksa da, merdivenleri atlayarak zıplayarak insem de, yağmur görünce kendimi altına atsam da, bozulmamış kar görünce içine hoplasam da, izin verilince işyerinden şehrin merkezine elimde çikolatayla yürüsem de.
Bugün "kadın" olduğuma karar verdiler. Ve ben elimde o çiçekle ne yapacağıma karar veremedim.
Biri dışında, bütün çocuklar büyür ve büyüyeceklerini erken yaşta öğrenirler. Wendy de şöyle öğrendi : İki yaşındayken bir gün bahçede oynuyordu. Bir çiçek daha koparıp, bu çiçekle annesine koştu. Sanırım küçük kız pek sevimli görünüyordu ki, Bayan Darling elini göğsüne koyup, "Ah, keşke hep böyle kalabilsen!" diye haykırdı. Bu konuda aralarında geçen konuşmanın hepsi buydu, ama Wendy bundan böyle büyümek zorunda olduğunu öğrenmişti. Bunu iki yaşına girdikten sonra anlarsınız hep. İki yaş, sonun başlangıcıdır.

Uçan Halıyla Pembe Dizilerin Arasında

Geçen aklıma geldi, fazlaca bilgi tıkıştırılan kutu sallandıkça nasıl arada dökerse yere olur olmaz şeyler, o hesap. Normalde sıkı bir pembe dizi izleyicisi olduğumu göstermiştim şimdiye kadar. Ama bir de arada böyle vakit darlığından, uyuşukluktan veya tamamen tesadüfen rastlayıp da izlermiş gibi yaptığım, biraz bakıp kapattığım, çoğu zaman sıkıldığım, dişime göre birşey bulamadığımdan izleme gereği duymadığım pembe diziler de olmuştu. Hı, aklıma gelen de bu pembe dizilerden bazıları. Çoğu zaman sadece birkaç sahnesini gördüklerim bunlar, sadece yüzler hatırlıyorum mesela. Ama internet (ve hakkını yemeyeyim google ile imdb) en ufak ipucunda bile hercule pairot'tan daha yetenekli şu aralar.
Hatırladığım ilginçlikler şöyleydi :
1 - El Cuerpo Del Deseo : 2005
Şimdi bunda gördüklerimden anladığım (ki ancak iki bölümünü yarım yamalak görmüşümdür), yine bu latin amerika'nın bağlık, bahçelik, çiftliklik yerlerinden birinde olduğumuz. Burasının bir zengin arazi sahibi kişisi var tabi. Bu yaşlı amca - ki 20'lerinde bir kızı olduğunu hesaba katarsak beyaz saçlarını da açıklayabiliriz - pek entellektüel, görmüş geçirmiş ama zıpkın gibi de bir insan. Piyanosunu bir çalışı var, dillere destan. Kızı yaşında kötü cadı kılıklı bir kadınla evlenmiş ama niyeyse. Kızı, karısı ve bilimum aile efradı bunun kocaman malikanesinde ve onu çevreleyen sonsuz arazisinde yaşıyorlar. Kadın genç ya, diğerleri kadının bu amcayı esasında sevmediğini falan iddia ediyor.
Bu arada bu zengin toprakların dışında bir köyde de karısı ve çocuklarıyla genç bir - insan irisi - delikanlımız var. Bahçelerinde çalışır, ekmek paralarını çıkarırlarken bir gün bu evladımız nehirde boğuluyor. Yalnız tam bu sırada bizim zengin amcamız da kalp krizi gibi birşey geçirip ölüyor. Ama ikisi aynı anda olduğundan bu amcanın ruhu, bizim delikanlının bedenine giriyor. Gözlerini açtığında kendini bu genç bedende bulan amca, ne olduğunu anlamaya çalıştıktan sonra, bunu değerlendirmeye karar verip, eski evine dönüyor ve başka birisi gibi - ki öyle zaten bedeni başkasının - genç karısı ve ailesinin dinamiklerini çözmeye çalışıyor gizliden gizliye. (Buralardan merak ederseniz konuya falan bakabilirsiniz : http://www.novelahitz.com/el_cuerpo_del_deseo_synopsis.htmhttp://www.abs-cbn.com/Weekdays/cast/article/909/Elcuerpo/El-Cuerpo-Del-Deseo.aspx)
Dediğim gibi bunu sadece iki bölüm falan gördüm herhalde, izlemedim bile. Sadece o genç insan felaket derecede dikkatimi çekince, jenerikte ismini taramıştım. Sonrasında imdb'de Mario Cimarro'ya denk gelmiş oldum. Güzel oldu, iyi oldu, onunla da tanışmış oldum. Bunun yanında konusu gayet değişik bir çıkış noktasına sahip, hani neredeyse fantastik-pembe dizi olayına el atmış bir yapım olduğundan takdirimi kazanmadı değil.
http://www.imdb.com/title/tt0459683/
2 - Milagros : 2000-2001

Cillop gibi, hani Natasha Henstridge ekolünden, bir hanım kızımız niyeyse kendisine pek kötü muamele edilen bir evde kalmaktadır. Bir bacağı hafif topallayarak gezen kızımız sanırsam bu evin varisi gibi birşeydir, ama diğerleri onu istememektedir. Kızımızın ailesinin mahvolmasına yol açtığı bir ailenin evladı olan kara saçlı, kara gözlü, kara kaşlı meymenetsiz bir genç adam da bu eve dahildir ve saf kızımızdan kendi ailesinin intikamını almak amacıyla onu kendine açık etmeye, onunla oynamaya çalışmaktadır. Kızımızın bunların hiçbirinden haberi olmadığı gibi, bir de bu meymenetsize ciddi ciddi aşık olması da kaderin cilvesidir. Bu hikaye, esas oğlanın seri katil tiplemesi gibi ortalıkta dolaştığından bir miktar gerilim havası taşıyor.
Başroldeki Sonya Smith esasında Venezüellalı bir annenin Amerika'da doğup büyüyen ve yaşayan bir evladı. Doğal olarak bu pembe dizi ortamı içinde pek tuhaf duruyordu. Ama tabi kendisi kariyerini tamamen latin amerika'da geçirirmiş, o da yarı mesele. Bu arada emin değilim ama, dizide bu iki ayrı kişiyi birden oynuyor olabilir. O kadar izlememiştim.
 http://www.imdb.com/title/tt0287251/
3 - Dame Chocolate : 2007
İşte bu komiklik şaheseri olanlardan birisi. Tv'de belki ancak iki kere görmüşümdür ama böyle ara ara hatırlama suretiyle youtubedan birkaç bölümünü izlemeye çalışmıştım.
Olayların odağında büyük bir çikolata fabrikası var bunda. Çok özel bir tada sahip çikolatalar üreten bu fabrikanın ortakları falan var. Büyük ve zengin bir aile olan bu ortaklardan bir tanesi, bu özel formülü bilen, geliştiren insan. Ama onun ölümü üzerine bu formülü öğrenip, üretime devam etmeleri gerektiğini anlayan zengin ve kötü aile direkt Amerika'larda okumuş, yetişmiş züppe oğullarını rahmetlinin köyüne yolluyorlar.
Köydeki akrabalar genç bir kız ve yaşlı bir çiftten, iyi niyetli köy insanlarından oluşuyor. Orada herşeyden habersiz yaşayan saf genç kızımızın karşısına birden bu yakışıklı zengin delikanlı çıkınca tabi şimşekler çakıyor. Yalnız büyük bir problem var : Genç kızımız domuz burnuna ve tavşan dişlerine sahip. Manken gibi bir vücudun üzerine böyle bir yüz kondurulmuş olduğundan bizim züppe buna yalnızca acıyor ve geriye kendisi gibi olan sevgilisine dönüyor. Bunun acısını çıkarmak isteyen saf genç kızımız da bir reality show'a katılarak estetik oluyor ve başka biriymiş gibi delikanlının karşısına çıkıyor. Gerisi bildiğimiz hikaye.
Beni çeken yanı, çikolata mevzusuydu. Bir de köydeki o görüntüler, ağaçlar, ormanlar, mistik öğeler hakikaten değişiklik olmuş.
http://www.imdb.com/title/tt1058596/
4 - Sin Pecado Concebido : 2001
Ne anlattığına dair hiçbir fikrim yoktu. Yaz tatillerinde her gün aynı şekilde ortasına denk gelip değiştirirdim. Üstteki çikolatalı dizide oynayan adam, Carlos Ponce'un olduğu bir diziydi. Bu Carlos efendi, bildiğiniz Thalia gibilerin erkek versiyonu o topraklarda. Yani azıcık güzel bulunduğundan küçük yaşlardan itibaren, diziler, filmler yaptırılan, şarkı söylettirilen, devamlı bir show business dahilinde bulundurulan insanlardan.
Bu dizinin aklımda kalma sebebi, tamamen o dönemde okuduğum bir kitap serisinden kaynaklanıyor oluşu. 3 kitaplık "İnka" serisinde anlatılan esas kız Anamaya ve Puma işaretli esas oğlanı bu ikisine benzetmiştim kendimce. Artık benzetme yeteneğimin derecesini görün yani. Yoksa sanırsam bir parfüm şirketi ile mi ne ilgili birşey bu. Bir de saf genç kız, gene böyle kötü üvey aile içerisinde.
Bir de şuradan izlenebiliyor olabilir : http://seriesvsanime.blogspot.com/2010/06/sin-pecado-concebido-descargar.html
http://www.imdb.com/title/tt0278243/

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...