3 Mart 2012 Cumartesi

Harper Lee'nin "Bülbülü Öldürmek"i

As you grow up, always tell the truth, do no harm to others, and don't think you are the most important being on earth. Rich or poor, you then can look anyone in the eye and say, "I'm probably no better than you, but I'm certainly your equal."
(Letters of Note'tan, Harper Lee'nin bir hayranına yazdığı mektuptan)

Amerika'nın güney eyaletlerinden birinde Maycomb adındaki küçük bir kasabada, Büyük Bunalım yıllarında 7-8 yaşlarındaki Scout ve ondan 4 yaş büyük kardeşi Jem, avukat olan babaları Atticus Finch ve küçüklüklerinden beri yanlarında olan yardımcıları Calpurnia ile birlikte yaşamaktadırlar. Anneleri onlar çok küçükken ölmüştür, Calpurnia büyütmüştür bir anlamda onları. Serttir, kuralcıdır ama çok da sever bu iki kardeşi. Atticus Finch ise orta yaşı geçmiş, devamlı okuyan, çocuklarıyla arkadaş olan bir babadır. Scout küçük  bir kız olmasına rağmen hep abisi Jem'le sokaklarda koşturup, oynadığından ufak bir erkek çocuğu gibidir. Hep tulum şeklindeki pantolonunu giyer, üstü başı toz içinde dolanır. İki kardeşin hayatını değiştiren olayların başlangıcını, o yaz edindikleri yeni dostları ufak Dill'in gelişiyle birlikte anlatmaya başlar bize Scout. Korku oyunlarının odağı olan evi ve Boo Radley'i, Dill'in yalandan hikayelerini, kötü yaşlı teyzeleri, iyilerini, kasabalıları, babalarını, ailelerini, okulu, sosyal sınıf sistemini, zamanın ırkçı düşüncelerini, siyahileri, ayrımcılığı, adaleti, yanlışı-doğruyu, büyümeyi, çocuk olmayı...hepsini Scout'un dilinden ve anlayışından dinleriz Bülbülü Öldürmek'in yaklaşık 300 sayfası boyunca. O dönemde, o yaştaki bir çocuğun gözlerinden görürüz Amerika'nın  güneyindeki bir kasabayı, insanları.
Harper Lee
Bülbülü Öldürmek doğumgünümde ulaştı elime. "Küçük bir kız çocuğunun masum, hayalci bakış açısından yazıldığından" okumamı çok istemişti arkadaşım. Oda Yayınları'nın temmuz 2011'deki 8.baskısını okudum, 272 sayfalık. Harper Lee'nin 1960'da yazdığı roman bir sene sonra Pulitzer Ödülü'nü, sonraki sene çevrilen filmiyle 3 Oscar almış. Harper Lee 1926'da doğmuş Amerikalı (Alabamalı) bir yazar (Truman Capote'nin de çocukluk arkadaşı olan Lee'nin resmi sitesi var : HarperLee ayrıca Southern Gothic akımına dahil olarak biliniyor ki OTH'ciler bunun ne demek olduğunu çok iyi bilir.). Bülbülü Öldürmek'ten başka roman yazmamış şimdiye kadar. Hatta son 50 senedir hakkında yorum bile yapmıyormuş. Ama Bülbülü Öldürmek öyle bir kitap ki edebiyat dünyasının en büyük klasiklerinden, Amerikan edebiyatınınsa göz nuru.
Bir çocuk kitabı gibi görünüp, öyle başlayan, öyle konuşan Bülbülü Öldürmek esasında insanın adalet duygusuna, ahlak anlayışına, ırkçılığa, vicdana dair bir roman. Siyahların yerden yere vurulduğu bir dönemde, ayrımcılığın had safhada olduğu bir dönemde, beyaz bir genç kadına tecavüz etmekten yargılanan bir siyahi adamı savunmak üzere görevlendirilen Atticus Finch'in mücadelesini, insanların tutumunu, yaptıklarını Scout'un bakış açısından görüyor ve dilinden dinliyor olmamız, herşeyin o ürkütücü karanlığını, ayrımcılığın nefessiz bırakan kötülüğünü yok etmiyor. Sadece fark etmeden içine düşmüş oluyorsunuz. Kitabın benim için vurucu yönü buydu. Kendi çocukluğumu gözümün önünde görürken, tüm çıplaklığıyla insanların kötü dünyasına dalmış oldum. Scout herşeyi tüm yalınlığıyla, gördüğü şekilde anlattıkça o sıcacık yaz tatillerinin ortasında kanım dondu. Atticus'la çoğu yerde aynı düşündüğümü, aynı tepkileri verdiğimi gördüm. İçimdeki Atticus'la tanıştım. Eğer olsaydı öyle bir ihtimal, günün birinde aynen onun gibi bir ebeveyn olmak istedim.
Bülbülü Öldürmek kaybettiğimiz, kiraz ağaçlarının tepesinden yolu izlediğimiz, erik ağaçlarına 10 kişi birden tırmanmaya çalıştığımız, çamurdan oyuncaklar yaptığımız, eve giden yolda sırf macera olsun diye yaşlı amcaların bahçelerinden geçtiğimiz, gecenin karanlığında eve çağrılırken saklambaç oynadığımız, bir türlü kabukların gitmeyen yaralarla dolu dizlerimizin bizimle birlikte sokaklarda koşturduğu yaz tatilleri gibi.
Biz küçüktük.
Dünya kirliydi.
Ve onunla tanıştık.

Tabaklar çanaklar ile kulübeme gelen Darth Maul

Geçtiğimiz son iki haftadır birer gece arkadaşım Cey'de (hani Yaşlı Adam ve Deniz'i yazan) kaldım. Hani şu geleneği biliyorsunuzdur, ilk defa yatıya kaldığın bir evde yastığının altına evin anahtarını koyup yatarsan rüyanda gördüğün kişi, evleneceğin insan olur. muş yani, öyle denir. Ben hiç denemedim. Sanırım sırf bu yüzden evlenemeyeceğim :p
Arkadaşımın evine milyonuncu kez falan gitmiş oluyorum, üniversite yıllarımızı temelde onun odasında geçirdik gibi birşey. O yüzden bu geleneğin durumumla alakası yok, aklıma geldi işte. Neyse ben gene de rüya gördüm orda kaldığım gece, geçende. Normalde çok sık rüya görmüyorum (biliyorsunuz, çünkü her defasında buraya yazıyorum.). Genelde gördüğüm rüyalarda olduğu gibi bunda da geçişleri belirsiz olan parçalı rüyalar gördüm.
Önce kendimi büyükçe bir evde buldum. Yanımda Cey vardı. Gayet zengin ve yaşlı bir çiftin eviydi, çift tatile gittiğinden orada değildi ve biz de bunu fırsat bilip, hep görmek istediğimiz evi incelemeye başlamıştık. Nedense mutfağa girdik ve her bir dolabı, rafı inceledik. Hatta sandalye çekip, üstüne çıktım ve tek tek raftaki tabaklara, fincan altlıklarına dokundum, inceledim, evirdim çevirdim. Hakikaten ilginçlerdi ama. Böyle bir altlık düşünün normal, tam daire. Sonra o dairenin dış noktasından bir yerinden merkezine doğru yarıçap gibi bir kesik yaptığınızı hayal edin. O kesiğin bir tarafını yukarı kaldırın ve öyle sabitleyin. Hıh işte tam o şekilde porselenler falan vardı.
Mutfaktaki bu didik didik incelememin ardından evin üst katına çıktık. Her yer kitap rafıydı. Bir sürü kitap, bir dolu raf. Güzelce de aydınlatılmıştı. Dolaşmaya başladık. Ben burda bir tuhaflık var ama diyorum içimden. Bir türlü bulamıyorum ne olduğunu. İlerledikçe elektronik aletler, dvdler falan belirmeye başladı raflarda. Oyuncaklar, kırtasiye malzemeleri. Yuh dedim burası bildiğimiz D&R değil mi? Ama evin üst katıydı işte. İşin kötüsü rüya ilerlemeye başladıkça içeride insanlar da belirmeye başladı. Normal, mağazayı dolaşan insanlar. Allah allah demeye başladım, neler oluyor. Bir rafa geldik o ara. Böyle telden bükülüp, dolandırılarak gözlük yapmışlardı. Böyle arkadan gerilim filmi müziği hissetmeye başladım, aman yarabbi bu Harry Potter gözlüğü değil mi, burada ne arıyor dedim. Korkulu gözlerle etrafımıza bakınmaya başladık. Ufak çocuklar geçti yanımızdan.
Ve hoop, ufak bir evdeydim. Böyle şehir dışındaki az bitki örtüsüne sahip bir yerde, yolun kenarında ufak, kulübe tarzı bir ev. Hani filmlerde gördüğümüz, mutfaktaki lavabonun önündeki pencereden dışarıyı, yolu gördüklerimizden. Sıcaktı, yazdı, tozlar uçuşuyordu. Birini sinirli sinirli, acele ederek evden çıkmaya çalıştığını anladım. Genç bir adam, ne uzun ne kısa, saçları 3 numara, kendisi ince ama çelimsiz değildi (The O.C.'deki Kevin Volchok ile One Tree Hill'deki Xavier karışımı desem aynen çizmiş olurum). Küçük erkek kardeşimmiş meğerse (gerçekte abisi olan bir insan için ilginç bir bilinçaltı), Darth Vader'ın kötü birşey yaptığını - ya da en azından bize zararı olan birşey yaptığını öğrenmiş ve o hışımla evden fırlamaya çalışıyordu. Evet Darth Vader, o kadar takılmayın.
Aynen böyle, Volchok tarzı.
Neyse işte ben de ona "dur yapma gitme, bak seni de kendine benzetir, seni ele geçirir!" diye bağırıyorum, bir yandan da yetişmeye çalışıyorum. Ben durduramadan deli gibi kapıyı çarparak çıktı kardeşim, mutfak penceresinden eski kamyonet tarzı arabayla yoldaki tozları birbirine katarak uzaklaştığını gördüm. Aradan çok süre geçmedi (ya da rüya "timeline"ında fark edemedim) arabanın geri döndüğünü gördüm. Korkarak evin dışına çıktım. Arabanın ön kapısı açıldı ve içinde şu Phantom Menace'deki Darth Maul oturuyordu. "Hayır hayır olamaz onu ele geçirmiş!" diye bağırmaya başlamıştım ki kardeşim üstündeki o Darth Maul görünümünü plastik gibi yırtmaya başladı. Kalıp şeklinde çıkan şeyin altından kardeşim göründü. "Benim merak etme beni ele geçiremedi, sadece onu kandırdım." gibi birşeyler söyledi. Herhalde Darth Vader'ı yenmiş, intikamımızı almıştı, tam öğrenemedim çünkü başka bir yere atladı rüya.
Başka bir yer değil de tam olarak, yine o küçük evdeydim, başka bir duruma atladım. Bilgisayar başındaydım. Paolo Nutini Anadolu turnesine çıkıyor diye bir haber bulmuştum. Bir sürü şehir vardı listesinde, ben çığlık çığlığa evin içinde koşturmaya ve "geliyor!geliyor!" diye bağırmaya başladım.
Tam "nasıl yani, Anadolu turnesi mi, Malatya'ya falan gidiyor da Ankara'ya gelmiyor mu neler oluyor be" diye düşünmeye başlamışken Cey uyandırmaya geldi.
Limonlu kek yiyerek, Bridesmaids izleyip yattıktan sonra böyle rüyalar görülüyormuş. Güç sizinle olsun.

2 Mart 2012 Cuma

For Carter has come, to free my beloved

"May your spirit live,
May you spend millions of years,
You who love Thebes,
Sitting with your face to the north wind,
Your eyes beholding happiness"

29 Şubat 2012 Çarşamba

Beni Bu Güzel (!?) Havalar Mahvetti

Ankara'da herhalde 4 aydır yerde kar var. Hayatımın son 16 yılını bu şehirde geçirdim ama 90 yaşındakilerin dediği şeyleri ben de tekrarlıyorum, bu 16 sene boyunca böyle kış görmemiştim. Tamam soğuk olurdu, baya bir soğuk olurdu. Biraz kar yağardı, hafif erir gibi yapar üstümüzü başımızı su ve çamur yapar, ardından hemen dona çekerdi ki en artistik falsolarımızı gerçekleştirip, düşelim. Sonra da yavaş ama emin adımlarla erir, sabah akşam buz gibi esip, gündüzleri yakma aşamasına geçerdi hava buralarda.
Olmadı. Bu sene - yanlış hatırlamıyorsam ki kesin yanlış hatırlıyorumdur çünkü bir yerden sonra artık hesabını tutamaz oldum, olduk - kasımla birlikte gelen kar, hiç gitmedi. Son iki gündür de hiç durmadan yağıyor. Kah ince ince yağmur gibi, kah lapa lapa. En kötüsü ve en önemli farkıysa, öğrenci değilim ! Tatil olacak diye haberleri, altyazılar beklemiyorum. Sadece pencereden bakıp, lanet olsun diyorum. Sabah olacak ve ben yine o karın, tipinin, soğuğun içine bodoslama dalmak zorunda kalacağım. Diyorum.
Çalışmaya alışamadım. Hiç alışamadım. Hiç alışamayacağım. Mümkünü yok. İnsan doğasına aykırı olan bu durum, benim bünyemde çok daha büyük dirençler yaratıyor. Hem fiziken, hem ruhen. O yüzden arada saçma şeyler oluyor (devamlı oluyor gerçi).
Bu sabah da çıktım evden. Tipi vardı. Evet bildiğiniz tipi. Ama insanlar hiçbir şey yokmuş gibi otobüslere, servislere, dolmuşlara koşturuyor. İşe başladığımdan beri - ve manyak kar bitmediğinden beri - her sabah aynı şaşkınlıkla bakıyorum etraftaki insanlara. Deli misiniz diye bağırasım geliyor. Nasıl uğraşıyorsunuz bu kadar? Hava o kadar kötü, yollar o kadar berbat ve herşey o kadar zor ki, anlayamıyorum. Algılayamıyorum. Neden uğraşıyorsunuz? Neden işe gitmeye çalışıyorsunuz? Neden bekliyoruz o durakta hep birlikte? Daha gözlerimizde çapaklar dururken neden zorla günaydın demek zorunda kalıyoruz birbirimize?
Bu sabah da dedim günaydın. Bindim de servise. Donuyordum doğal olarak. Yol boyu devam ettim donmaya. İki aydır bitiremediğim dergiyi okumaya devam ettim.
Normalde eğitimde olmam gerekiyor bu hafta. O yüzden işyerinde durmuyorum. Ama bu sabah acil bir işi yapmak için durdum. Bitmedi, kalıp bitireyim dedim. Bitirdim, ben çıkıyorum dedim ve çıktım. Önceki günden beri hiç durmayan kar, delicesine yağmaya devam ediyordu. Yürümeye başladım. Bir miktar yürüyüp, ana yoldan geçen bir otobüse veya dolmuşa binmem gerekiyordu eğitimin olduğu yere gidebilmek için. Yürüdüm. Kardan kapanmış yollarda, kaldırımlarda yürüdüm. Otobüse bineceğim yeri de geçtim. O havada, o tipide kimseler yoktu şehrin merkezine giden yolda. Kar taneleri gözüme gözüme giriyordu. Burnumdan sızan sümük donmuştu, ellerimi burnumun ucundan düşen gözlüğümü ittirmek için bile ceplerimden çıkaramıyordum. Kendimi büyük, önemli maçına hazırlanmak için karlı dağlara vuran, antrenman yapan Rocky Balboa gibi hissettim. Karlara bata çıka, vıcık vıcık olmuş öbeklerde kaya kaya ilerlemeye çalışırken o soğukta Vertical Limit'teymişim gibi yaptım. Milli Kütüphane'nin dibindeki hiç bitmeyen metro inşaatının kıyısında kalmış, altı boşluk hissi veren yaya yolunda Cliffhanger'daki gibi ilerlediğimi hayal ettim. Milletvekillerinin arabaları konvoy halinde geçerlerken o havada yolun iki ayrı ucunda arabaları durdurup, birbirlerine el kol sallayarak işaret veren polis amcaların ortasında dikilip "Are you talkin to me? Are you talkin to me? Ha?" oynadım (Tabi gözlerimle, sessiz.) Evet bugün 10-10.30 civarı milli kütüphane-karayolları-genelkurmay-güvenpark güzergahında salak salak yürüyüp, şaşkın şaşkın yolun ortasında kayan bereli, kocaman gözlüklü hüdaverdi bendim.
Peki ne mi yaptım? Tere suya karışmış, kara bulanmış halde gittim, Mado'ya oturdum. Bir güzel kahvaltı yaptım. Hayatımda bu kadar yedim mi bilmem. O bal, o portakal reçeli, o gül reçeli, o börek, o ekmek, o çay bu kadar güzel oldu mu ömrümde bilmem. Kulağıma çalınan melodilerle, bu sefer de kendimi Paris'te, kaldırımdaki ufak bir masada oturmuş, latte içerken hayal ettim. Marion Cotillard'ı görmüş de el sallıyormuşum gibi yaptım. Belki birazdan Louis Garrel gelip otururdu karşımdaki sandalyeye. Laflardık. Ya da sadece bakışırdık, o bakardı, ben Edith Piaf dinlemeye devam ederdim.
Merak etmeyin, eğitime de gittim. Öğleden sonra. Hiçbir şey olmamış gibi. Ne o gül reçelini tatmamışım, ne besamo mucho dinlememişim, ne de rocky olmamışım gibi. Bir de yalan söyledim, tam da yalan olmasa bile, nerede olduğumu ne yaptığımı söylememek de yalanın ucu kıyısı sayılabilir. E ne yapsaydım, delirmek üzereydim artık. Ama kanımca ettiklerim kanunlara aykırı oluyor bir miktar. (Tabi buraya yazarak kimseye söylememiş oluyorum ;) )
Olsun, gene de akşam eve geldim ve resimdekilerle karşılaştım. Şimdi de ver elini Aşiyan, yeditepe, rakı şişesi, balık, pelopennesos, thermophilai, sparta..."Beni bu güzel havalar mahvetti, Böyle havada istifa ettim Evkaftaki memuriyetimden."

Fetih 1453 Güzellemeleri


Resmin kaynağı : http://wolkan.ca/fetih-1453/
Gitmedim, görmedim, yenmedim. Ama dinledim. Ve hala benim gibi olanlar varsa diye dinlediklerimi iletiyorum :

"bu arada en son dün Fetih'i izledim, başrol Ulubatlı Hasan'dı yani öyle ki o bayrağı asınca orada bitecek sandım. Yani Fatih Sultan Mehmet de direkt histerik takıntılı padişahtı. Gemilerin kızaklarda sürüklenerek denize götürülmesi tarihin en büyük olaylarından ama 3 dakikada geçiştirmişler, o fikri Fatih'in nasıl bulduğunu falan süsleyebilirlerdi ki hiç göstermediler hiç üstünde durmadılar. Ay ne bileyim yani adam tempoyu tutturmuş sıkıcı falan değil de Fatih figüran gibi kalmış ve bazı yerler komik olmuş :D Bazı sahneler de ne alaka ya ne bu şimdi dedirtiyor bir yere bağlamıyor :D ha son olarak o başvezir de hain mi anlamadım yani, bir yerleri kaçırmış olabilirim ama gerçekten net değil o kısım bende"

"Fetih konusunda katılıyorum, Fatih Sultan Mehmet'i anlatma kısmı çok fazla başarısız ve Ulubatlı Hasan başkahraman ve ayrıca oraya o hatunu sokmanın ne anlamı var, romantizmi illa her yere bulaştırıyorlar yani, başvezir kim ya ben onu hiç görmemişim :p"

"ya ben çok güldümdü filme, takıldığım bir sürü nokta var, annemle babamla izlemesem ve salonun yaş ortalaması o kadar yüksek olmasa Twilight'a dönebilirmiş hatta sırf o filmi yorumlamak için ben de blog açacağım."

"e güzel bir film yani. Görsel olarak iyi. Öyle çok detaya inmemişler tamam, birçok şeyi üstünkörü geçmişler ama iyi. Türk filmi olarak güzel olmuş. Gidip, sinemada izlenir. Hani sinema ortamında güzel oluyor yani."

28 Şubat 2012 Salı

Aynen Öyle

"Görmek, gerçekten görmek, bu işin özüdür."
"Sen ortada olanı gördün."
"Aynen öyle. Sana lazım olan tek şey, gözlerini açmak. Kalbimiz bizi aldatır, kafamız oyunlar oynar ama gözlerimiz gerçeği görür. Gözlerinle bak. Kulaklarınla duy. Ağzınla tat al. Burnunla kokla. Teninle hisset. Bunların ardından düşünmek gelir ve onun ardından da gerçeği öğrenmek."
"Aynen öyle," dedi Arya sırıtarak.

Oturan Mühendisin En İyi "İlk Dans" Müzikleri ve Dansları

Yine bir Oturan Mühendis serisiyle beraberiz (En Katlanılabilir Düğün Sahneleri ve En İyi 10 Dans Sahnesi'nden sonra).
İlk Dans'tan kastım düğünde damatla gelin alkışlar eşliğinde içeri girdikten hemen sonra ortada bırakıp, hadi bakalım birbirinize tutunup sallanın durumu. Malum benim yaş grubum için düğün mevsimi yaklaşıyor ve bu sene önümde şimdiden iki ayrı düğün var. Bu yüzden iki saniye hayal ettiğimizde aklımıza (naçizane aklıma) ilk gelenlerden (ve  tabi uzun uzun süren maillerde tartıştıklarımızla) oluşan liste şöyle olabilir mi mesela (sırasız):
1-The Way You Look Tonight
My Best Friend's Wedding çok özel bir filmdir, başucu filmidir. Julianne en iyi arkadaşına son görevini yerine getirir, kendilerine bir şarkı bulana kadar, şarkısını onlara hediye eder.


2-That's All
"I can only give you country walks in springtime, And a hand to hold when leaves begin to fall, And a love whose burning light, Will warm the winter's night" hepsi bu, hepsi bu. Ama Adam Sandler söylerken Drew Barrymore gülümsesin.


3-Dance Me To The End Of Love
İster Leonard Cohen'den olsun, ister The Civil Wars'tan. Direkt bu iş için yazılmış bir şarkı.


4-You Are My Destiny
Eh biraz da damardan girmek gerekirse diye.


5-At Last
Bu, ilk dans dendiğinde aklıma ilk gelen şarkıydı nedense. Sözlerinin meseleyi benim için direkt özetlemesinden belki de. "I found a dream that I could speak to, A dream that I can call my own, when you smile, and then the spell was cast, And here we are in heaven, For you are mine, At last".


6-Time of My Life
Tabiki bu olacak. Bu şarkıda onlar gibi dans etmek, hayallerin en güzeli değil mi?
(Videomuzu "embed" edemediğimden dolayı buyrun link : http://youtu.be/WpmILPAcRQo)

7-So In Love With You
Onlar da aynı gayeyle dinlediklerine göre bu şarkıyı..."A little soul is necessary in life." Ha bir de Julia Stiles gibi dans etmeden olmaz.


8-Have You Ever Really Love A Woman
Kabul ediyorum bu biraz eşitsizlik oluyor ama böylesine güzel bir şarkıda dans edilmez mi ki...Hem ne olmuş belki damat geline böyle bir güzellik yapmak istiyordur. Böyle manyakça şeyler söylemek istiyordur : "You've gotta breathe her - really taste her, Till you can feel her in your blood, when you can see your unborn children in her eyes".
(Yine link durumu : http://youtu.be/zeEFHJFUbEg)

9-Mondo Bongo
"Mr&Mrs.Smith"teki dans sahnesinin o iç gıdıklayan müziği (hatta bakın şurada-->https://youtu.be/NAdjbLkjCPg) Görüntülerin de etkisi olabilir ama bırakın siz, asıl müziğin şahaneliğine dalın. Tabi sadece müziğin, sözsüz. Bence.


10-Bachata Dansı
Sadece bir izleyin.
Muhtemelen kimsenin olmadığı bir düğün için münasip bu dans ve şarkı.
(Buyrun, linktir : http://youtu.be/2cehkSxOLNA)

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...