6 senedir çalıştığı koskocaman hukuk şirketinin "junior partner"ı, yani bir çeşit minik ortağımsısı olabilmek için amansız bir yarışın içindeyken tanıştığımız ve 20'li yaşlarının sonunda olduğunu düşündüğümüz Ingrid Yun, son derece çalışkan, başarılı, azimli, zehir gibi bir avukat olarak New York'un tozunu attırıyor. Aynı şirketteki yakın arkadaşları Rachel Friedman ve Tyler Robinson'ın ondan aşağı kalır yanı yok. Tabi bir de şirketin onlar gibi diğer genç ve başarılı junior partner adayları var, gıcık olanı, salak olanı, iyi kalpli olanı ile. Bu mücadele ortamına Londra'dan bir transfer daha geliyor pattadanak, prince charming ama azıcık emotional baggage'li olanından (aman yarabbi Türkçe değil şu an yazdıklarım lütfen yargılamayın beni, İngilizce de değil, böyle saçma sapan bir şey işte, dizinin etkisi). Davalar ardı ardına geliyor, herkes yarışta biraz daha öne geçebilmek için ortalığı yakıyor.
10 bölümlük bir Netflix dizisi olan Partner Track'in konusu böyle, Tayvanlı-Amerikalı yazar ve avukat(hah) olan Helen Wan'ın 2013'te yayınlanmış olan aynı adlı romanından uyarlanmış. Ortaklıklı falan gibi görüp de değişik gelmesin. Çünkü aslında tamamen aynı, o bildiğimiz hikayenin bir de böyle anlatalım versiyonu. Genç ve başarılı, henüz 30lu yaşlara erişmemiş ama onun gölgesinde titreyen, jiks gökdelenlerdeki ofislerinde takım elbiselerle topuklularla dolaşan, elinde kahve bardağı Manhattan sokaklarında taksilere el kaldıran bu seferki hikayede avukatların oluşturduğu ama her seferinde başka bir ortamda geçen (tıpkı bizim yaz dizileri gibi, ortada hep bir holding şirket var ama ne iş yaptığı değişiyor, ayakkabı tasarlayanından güneş gözlüğü tasarlayanına estetik merkezi olanından yazılım şirketi bile olanına kadar çeşitlenebiliyor biliyorsunuz), aslında saf ve iyilik dolu bir aile kültüründen gelip de başarı için burada çok çalışan, bu dünyaya ayak uydurmakla kendi olmak arasında bocalayıp, sonunda o dünyayı alt eden çok iyi kahramanın hikayesi. Yani aslında Hollywood etkisi altında 90larda ve 2000lerin başında büyüyen hepimizin bir gün içinde olacağımızı düşündüğümüz, bilinçaltımızdaki hikaye. Hepimiz fark etmesek de bir gün o Manhattan gökdelenleri arasında elimizde kahvemizle yürüyecekmişiz gibi düşünüyorduk, hadi kabul edelim. Sobanın çıtırtılarının geldiği evlerimizin her daim açık tvlerinde izlerken farkında olmadan o hikayelerdeki genç ve başarılı, kankalarıyla iş çıkışı barda takılan, patronunun bir aramasıyla sabahlara karşı çalışıp kocaman işler başaran, Noel tatilinde ailesinin ışıklı süsler takılmış evine gidip family drama'lara bulaşan o insanlar olacağımızı düşünüyorduk. Siz belki yapabildiniz, bilemiyorum. Belki zaten Y jenerasyonundan değilsiniz ve bunları hiç hayal etmediniz. Ama benimkisi kesinlikle o izlediklerimden çok aşırı farklı bir hayat oldu. Hem 20'lerimde hem de şimdi 30'larımda.
Bu yüzden diziyi ilk açtığımda tamamen o günlerin hatrına, o hayalleri hayal ederken hissettiğim ruh haline girebilmek adına izliyordum. Son zamanlarda Emily in Paris'in de etkisi bu yöndeydi bir anlamda benim için. Zamanında izlediğimiz HIMYM'dan biraz, Friends'tan çok az, azcık Younger'dan, biraz da ne bileyim Gossip Girl'den mesela tatlar alabilmek, New York havasını biraz soluyabilmek falandı amacım.
Yoksa başroldeki Arden Cho'dan hiç hazzetmiyorum, Teen Wolf'ta hakikaten dayanılmazdı. Belki orada gençti, yeni başlıyordu dizi film işine falan demiştim (ki yeni de başlamıyormuş). Ama değilmiş. Kızda gerçekten hiç iş yokmuş. Çünkü aslında Netflix dizisi olmasının ve türlü zorlamalarla dolu olmasının hepsinden sıyırırsak, aslında gayet eğlenceli ve akıcı bir senaryosu var. Karakterlere yazılan diyaloglar, çözülen davalar, işlenen alt metinler aslında mantıklı, çoğu yerde eğlenceli, kendini izletir cinsten. Ama işte genel olarak bu dizi aslında bir Asyalı-Amerikalı genç kadının işteki çabalamaları ve romantik ilişkileri üzerine kurulu olduğu için ve o karakteri de dünyanın en yapay oyuncularından biri oynadığı için bina ortadan yıkık dökük oluyor. Ingrid Yun karakterini ve onun karşındaki Jeff Murphy karakterini oynayan iki oyuncuyu insan kürekle kovalamak istiyor.
Onlar dışında herkes keyifle izleniyor, böyle bir şey olabilir mi? Hem de hangi tür bir dizi ortaya koymak istedikleri baştan belli olduğu için hiçbir şeyin çok abartılmadığı bir ortamda bu ikisi kasılarak, bayık bayık durarak, adeta evin bahçesinde evcilik oynarmış gibi sinirlerle oynuyorlar. Biliyorum çok bir oyunculuk ya da mantıklı bir senaryonun bekleneceği bir dizi değil önümüzdeki, öyle düşünerek izlemedim zaten. Ama tüm bunlara rağmen mesela Rachel'ın, Tyler'ın ve diğer gereksiz avukatların bile sahneleri tıkır tıkır akarken bu ikisinin ekranda daha fazla yer alması, zaten diziyi yemek yerken izlemek için açan bize, alacağımız o ufacık keyfe bir güzel ediyor.
Dedim ya hiç başka bir şey bekleyerek açmamıştım diziyi, tamamen o basic ergen hayallerimin hislerini geri yakalayabilmekti amacım. Ama buna rağmen sonlara doğru Rachel ile Tyler'ın ayrı ayrı yan hikayelerinde bile jenerasyonuma dokunan, doğru mesajlar içeren şeyler ortaya çıkmaya başladı. Dizinin tüm yüzeyselliğinin içinde bile, birileri böyle şeyler yazmayı başarabilmişti.
Dizi, içerdiği davaları tek tek her bölüm bir davayı alıp, işleyip, çözüme kavuşturma yoluyla anlatmayı seçmemiş olması ile de önce bir hımm sevmem herhalde dedirtti. Sonra sonra bölümler ilerledikçe, en başta alınan davaların ve onları oluşturan insanların genel konuya dahil olmalarını çok organik bir şekilde ayarlayabilmeleriyle takdiri kazanmadı değil. Yani aslında ortadaki büyük bir ana konuyu, yan konularla birbirine geçire geçire, destekleye destekleye son bölüme kadar geldiler ki bu aslında hikaye yazımında oldukça iyi şeyler yaptıklarını gösteriyor. En nihayetinde hemen hemen beklediğimiz şeyler olsa da, son bölümde tavan gibi görünebilen bir noktada bırakıp, ikinci bir sezon için hikayenin hem önünü açmış oldular hem de olur ya, yeni sezon onayı gelmezse iyi bir yerde bırakmış oluruz dediler. (2.sezon için henüz hiçbir şey söylenmedi bu arada)