olympos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
olympos etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Temmuz 2012 Pazar

Şu Olympos'un taşları çakılları : Bölüm II

Nerede kalmıştık? İlk gün adımımızı attığımız gibi kahvaltıda bulmuştuk kendimizi dedim en son. Odamız iki kişilik, kendi içinde banyosu tuvaleti olan bungalowlardandı. Kişi başı gecelik ödediğimiz 60 liraya bu oda ve sabah akşam açık büfe yemek dahil. Artık pahalı mı ucuz mu kaldık siz karar verin. Ben kaldık ya sonuçta diyorum geçiyorum.
Neyse oturduk kahvaltıya, tabi sonuna doğruydu kahvaltının pek birşey kalmamıştı. Gerçi sonraki günlerden de göreceğimiz üzere öyle ahım şahım bir kahvaltısı yokmuş. Bal bile yoktu örneğin (dalga geçmiyorum ya valla) ki ben balla çay olmadan sabah olduğunu, kahvaltı yaptığımı anlamam. Kahvaltıyı yaparken turları anlatan ve ikna eden - abla, kız, kişi, insan, eleman...ne diyeyim bilemedim şimdi - geldi. Zaten bir heves onu da yapacağız bunu da yapacağız diyerek atlamışız otobüsten dediği her şeye evet dedik. Kahvaltıdan koşarak odaya gidip üstümüzü değiştirdiğimiz gibi tekne turuna katılmak üzere servis beklemeye koyulduk. Beklediğimizden geç de gelse, sonunda geldi ve Adrasan'a doğru götürdü bizi. Valla o günkü kafayla kaç koyu gezdik, isimleri neydi, neresiydi, neciydi hiç sormamışım daha yeni fark ediyorum.
Sadece oturdum teknenin üst kısmına, aldım elime fotoğraf makinesini çektim de çektim. Ama şunu diyebilirim ki geçen seneki Bodrum koylarından yüz kat iyiydi Olympos-Adrasan arasındakiler. Su inanılmaz berrak, mükemmel ötesi. Koyları oluşturan falezlerin görüntüsü, doğanın ortaya çıkardığı şekiller, mağaralar hepsi Bodrum'dan kat be kat üstün. Bir de güzel yani, yılın 12 ayı böyle Ankara'nın taşlı tozlu yollarına bakarak günleri harcayan gözlere şifa niyetine.
Sabah yaklaşık 10.30 gibi başlayan turdan akşam 6 civarında pansiyona dönebildik. Yine aynı, getiren servis bekleyip getiriyor pansiyonunuza. Turda içeceklere para ödüyoruz sadece. Onun dışında bir ara yemek servisi oluyor, bundaki yemekte balık-salata-makarna vardı. Sonrasında çay servisi, bir de karpuz servisi oldu. Bir de bayılıyorum ben tekne ortamına, keşke olsa bir gün benim de.
Yorgunluktan ölmek üzere düşsek de odamıza, duş alıp masalara geçtik. İlk şaşkınlığımız orada gerçekleşti. Biz nasıl olsa yemek 8'de breh breh diyerek tavlaya gömülmüş, felsefesine inerken tam 40 dakika öncesinden oluşan kuyrukla dumur olduk. Bir depar kalkıp sonuna geçtik ama tabi neredeyse tüm pansiyon sıraya geçmişti bile. Sonuçta yemeği alıp yiyebildik ama hala şaşkındık. Zorunuz neydi ki yani o sırayı oluşturmasanız da bir şekilde alacaktınız o yemekleri.
Yemeğin ardından koştur koştur Yanartaş (Çıralı) turuna gitmek üzere servise doluştuk. Binişte herkese ufak birer el feneri verdiler. Çoğu kişi bu neyki diye bakındığı için söylemekte fayda görüyorum şimdi burada, gitmek falan isteyen yolu düşen olur, dağın tepesine gecenin zifiri karanlığında çıkılacağı için bu fenerler. Chimera'nın ateşinin çıktığına inanılırmış eskiden bu tepede. Şimdilerde biliyoruz ki topraktan metan gazı fışkırıyor. Uzun zamandır bir Dehşetengiz Mitoslar yazısı yapmamıştım, en kısa sürede Chimera için hazırlayacağım.
Günün belki de en eğlenceli kısmı Yanartaş'a çıkıştı açıkçası. Ellerimizde fenerler, yüzüğü Hüküm Dağı'na götürmek için tırmanan Frodo'yla Sam gibi hiç bitmeyecek gibi görünen antik dönem merdivenlerinde o karanlıkta bile 50 derece olan sıcaklıkta tırmandık. Yol kimi yerlerde acayip bozuyor, dikkatli olmak gerekli. Bir de çantaya damacanayla su almak şart. Ömrümde o geceki kadar hiç terlemedim valla. Kaybettiğiniz suyun haddi hesabı olmuyor. Çıkarken iniş yapmakta olanlarla karşılaşıyorsunuz ve herkes sanki bu merdivenler ve gece hepimizi 40 yıllık dostlar yapmış gibi aynı soruyu soruyor : Daha ne kadar var? Cevaplar iki taraf için de sevindirici olmaktan uzak tabi.
Bir şey de var ki demeden edemeyeceğim. Ben hayatımda böyle yıldız, böyle gökyüzü görmedim. O gece üstümüzde salınan o gökyüzü öylesine bir gökyüzüydü ki anlatamam. Yıldızlara hiçbirimiz bu kadar yakın olmamıştık daha önce. İlkokuldayken odamın penceresinden, köyde büyükbabamların evinin merdivenlerinden yani bulduğum her yerden yıldızlara bakardım ısrarla. Elimde kağıt kalem, görebildiklerimi işaretlemeye çalışırdım. Çok başarısız olurdum elbette, köyde bile o kadar yıldız yoktu. Ama o gece Yanartaş'ta gördüklerim inanılmazdı. Hani böyle film görüntüleri olur ya, normalde tek tük görünen yıldızların dışında böyle altın tozu serpilmiş gibi bir görüntü vardır aralarında. O gökyüzü aynı bir film karesi gibiydi. Tüm tırmanış ve iniş boyunca hemen üstümüzdeydi ve o kadar yakındaydı ki elimi kaldırdığımda dokunduğumu hissediyordum.
Tepede, ateşlerin çevresinde öbek öbek turistler - yerlisi yabancısı - kah oturuyor, kah dolanıyor ama en çok da resim çektiriyorlar. Esasında ben bu tepeye ulaşma kısmını pek sevmedim. Yolculuğun kendisi daha eğlenceliydi. Çünkü tepede yapacak pek bir şey yok. Tamam ateşleri görüyorsunuz, çok da ilginç, belki olağanüstü de bir doğa olayı. Ama ağır bir gaz - metan gazı - kokusu var etrafta ve zaten sıcak olan havanın yanında ateş (!) içinde dolaşıyorsunuz. Görüntü gecenin karanlığında güzel gerçi. Taşların arasından yoktan var olmuşçasına fışkıran alevler var. Ama biraz inceleyip, hayran kalıp, dolanmaktan başka yapacak pek bir şey yok. Bir de fotoğraf çekiyorsunuz sonra bitiyor. Koku rahatsız edici, sıcak rahatsız edici. Yanlış anlaşılmasın, oraya gitmiş olmaktan dert yanmıyorum. Sadece bu böyle birşeydi, ona göre gidin diyorum. Çünkü biliyorum, gidip de peh hiç de birşey yokmuş diyenler vardı. Saçmalıyorlar, bu çok güzel bir gezi. Ama tabi yüzlerine söyleyemiyorum.
Geri dönüşte önceki gecenin otobüs yolculuğunu da üstümüze almış olduğumuzdan direkt odamıza gittik biz. Daha ilk geceden bu Olympos'ta geceleri neler dönermiş ki diyemedik.
Ki sonraki gece ziyadesiyle gördük. Eh artık 3.bölümde.
[Bölüm I için link]

19 Temmuz 2012 Perşembe

Şu Olympos'un taşları çakılları : Bölüm I

Hep böyleydim. Niye, nasıl, hangi genle, hangi kromozom dizilişiyle bilemiyorum. Sadece böyleydim. Annemlere ilk defa "ben ayrı bir eve çıksam ya he nasıl olur" dediğimde 11 yaşındaydım, saçlarım tam tepemden rengarenk (şu lastiğin etrafının rengarenk kumaşla kaplandığı) tokalardan biriyle topluydu. Hee tabi tabi yapmıştı annemler. Televizyon izlemeye devam etmişlerdi. Hırs yapıp, ben de gider yatılı okurum oh olsun demiştim içimden. Liseyi yatılı okuyamadım, üniversiteyi aynı şehirde okudum ve o çantamı sırtıma atıp da kapıyı çekip çıkamadım.
Onun yerine sürekli plan yaptım. Kafamdaki "ben"le gerçekte olduğum "ben" arasındaki uçurum pasifik okyanusunu içine doldurdu bir saatten sonra ama ben devam ettim plan yapmaya, kurmaya. Kafamda ben hep çantası sırtında, hani şu vakti zamanında nil karaibrahimgil'in turkcell reklamlarına çıktığı haldeki gibi birşeydim. Evde yatay pozisyonda film izlemeye bayılan bünyeme rağmen ısrarcıydım, öyle dağ tepe gezebilirdim.
Hakkımı yemeyelim. Denedim. Hatırı sayılır defalar hem de. Üniversitenin üçüncü senesinde staj yapmak yerine (aramızda kalsın, hem de turizm bakanlığına kabul edilmişken gitmeyip) atlayıp orta avrupa turuna gittim o sırt çantasıyla. Peşisıra uçaktan indiğimin ertesi günü aynı çantayla - hem de pek bir akıl sahibi davranış örneği göstererek çadırı ve uyku tulumunu bırakarak - müzik festivaline gittim. 3 gün çadırda gündüz yanarak, gece donarak, sadece bir havlunun üzerinde uyudum. Başka bir keresinde, bir sonbahar günü atlayıp ufacık bir kol çantasıyla eskişehir'e gittim, gidenin peşine takılarak. Haftasonu boyunca hiç tanımadığım insanların öğrenci evinde kaldım, gecenin ayazında incecik battaniyenin altında titredim. Biraz daha planlı, üsturuplu gezilerim de olmadı değil. Konya'yı daha temiz gezdim mesela, Bodrum'a da planlanmış tatil adı altında gitmeyi başardım. Tabi böyle şeyler yazınca bir an sanki acayip maceracı, gezmiş  insan profili yarattım kendime, öyle gösterdim gibi oldu. Sakın. Öyle kendimce olduğuna inandığım insanla alakam bile yok bu konuda, birkaç yere gidip birkaç şey gördüm, o kadar.
sahili gördüm
İşte bir şekilde yıllar geçtikçe kafamdaki o "ben"in belki o kadar da dağ tepe bayır insanı olamayabileceğini düşünmeye başladım. Azıcık hijyenin, rahatlığın kimseye bir zararı yoktu ne de olsa. Sadece para istiyordu. E ben de zaten tüm hayallerimi-kişiliğimi para için satmıştım, belki de öyle şeyler yapmalıydım artık. Diyordum ki bir şey daha hatırladım, madem dedim bu lanetlere giresice para yüzünden vazgeçtim ben herşeyden, en azından bazı hayallerimi gerçekleştirmeme yarasın. Oturdum, ilk iznimde üniversitedeyken ders çalışarak geçirmem gereken gecelerde saatlerce net başında araştırıp, okuyup durduğum Olympos'a nasıl giderim diye bakındım.
Tabi bir yaştan ve de "düzenli bir işe sahip insan" olduktan sonra "Olympos'a gidecem ben ya" serzenişleri aynı etkiyi yaratmıyor etrafta. Üniversitedeyken nasıl gideceksin oraya, nasıl kalacaksın, başına birşey gelir adı altında engellemelere girişilirken bu yaşta hepsi şuna dönüyor : Gidip doğru düzgün bir tatil yapsana. Doğru düzgünden ne kastettiklerini ben biliyorum, sanırım siz de biliyorsunuz ve eğer siz de öylesinin "doğru düzgün" olduğunu düşünüyorsanız yol yakınken okumayı bırakın yazdıklarımı. Çünkü ne kadar uğraşsanız da hayata hangi enlemden boylamdan gözlükten atkıdan baktığımı anlayamazsınız, sonra da benim o tüm bitmek bilmeyen iç bunaltıcı "kahrolsun hayat lanet gelsin sana kader" yakınmalarım bir avuç şımarık leblebisi gibi gelir, sıkılırsınız.
pansiyonlardan biri-çamlık galiba
Neyse ben bu ilk aşamada yılmadım gene de. İşyerinde boş bulduğum her an açıp araştırdım, sordum soruşturdum. Benim için "gidebilmek" cebimde artık param olduğundan üniversitedekinden daha kolaydı ama yanına yoldaş bulabilmek o zamankinden daha bir zordu. Denedim, ısrar ettim, bir tek, tek bir tane arkadaşımı ikna edip, yer bakmaya başladım. Esasında kafamdaki yer belliydi, üni.deki ben "Kadir'in Ağaç Evleri"ne ve orasının gösterdiği yaşam biçimine daha gördüğü ilk dakikadan itibaren bitmişti. Ama bu mevsimde tam da izin kağıdını elime alıp izne çıktığımdan yer ayarlamak kolay olmadı. Zaten her bir şeyi iki iç gün içinde halletmemiz gerekiyordu. O yüzden oturduk arkadaşımla, netten pansiyonlara baktık. Aynı sorguyu siz de yaptırdığınızda karşınıza çıkacaklara istinaden söylemek istiyorum, çoğunluğu işinize yaramıyor. Haritalar kesinlikle yanlış, hiçbir pansiyon öyle ayrı ayrı bir yerlerde değil. Dipdibe hepsi ve birkaç yer dışında da çoğunluğu sahile aynı mesafede-ki bu mesafe çok değil. Yapabileceğiniz en yararlı şey netten bulduğunuz o telefonları arayıp pansiyondakilerle konuşmak. En sağlıklı bilgiyi o şekilde alıyorsunuz. Misal biz netten yer var mı baktığımız pek çok yerde Olympos'a indiğimiz sabah hiçbir yer olmadığını gördük. Hoş olmuyor tabi.
Bir de gideceğiniz vakitleri iyi ayarlayamanız lazım. Mesela kader bana bol miktarda taş koydu, ben yılmadım ama çok zorlandım. Gitmeyi planladığımız gün, cumartesi sabahı bir uyandım hastayım. Üstüne otobüs biletini ancak pazartesi akşamına bulabildik. Onun da üstüne pazar akşamı birşeyler atıştırırken dişim kırıldı, yarısıyla birlikte tüm dolgu elime geldi. Zorladım, pazartesi tüm gün çanta toplayıp hazırlandım, akşamında dişçiye gittim (ki aşık olmuş olabilirim :D ah bu başımdaki yaz havası :D ), tamamen uyuşmuş bir çene ve yüzle dolmuş yakalayıp otobüse yetiştim. Oluyor, olmuyor değil ama siz gene de zorlamayın, rahat rahat gidin.
Ankara'dan Olympos'a Finike otobüslerine binilerek gidilebiliyormuş, biz öyle öğrendik. Yaklaşık 9 saatlik bir yolculuğun ardından otobüs Olympos kavşağı denilen bir yol üstünde bırakıyor sizi ve sizin gibi gelmiş birkaç deliyi. Hep birlikte yol ortasında kalmış ördek yavruları gibi ana yolun karşısına geçiyorsunuz sabah mahmurluğunda ve aşağıya, Olympos'un içine giden minibüslerin durağına hoşgeliyorsunuz. Sabah güneşi yakmaya başlamışken manzara, ilk defa gelenler için, şok edici oluyor. Aralıktan görünen denizin mavisiyle parlayan göğün mavisini ayırmaya çabalayan bir dolu dağ, tepe, yeşillik. Tahta masalara, sıralara çantasını indiren ya bir sigara yakıyor ya da çay alıyor.
Biz arkadaşımla aynı şekilde indik, geçtik, manzaraya yuh dedik ama sonra durduk, aklımıza geldi. Kalacak yerimiz yoktu. Arkadaşım önce orada bekleyen gençlere - evet gençlere, çünkü onlar bizim gibi geç kalmamış güzel güzel üniversitedeyken gelmişlerdi buraya - sordu, öğrendi nerede kalıyorlar, neresi iyi, nerede ne var. Sonra oturduk her yeri aradık, yer var mı, tur var mı, uzaklık ne kadar falan diye sorduk. Uzaklık az önce de dediğim gibi hemen hemen aynı, pansiyonlar da sağladıkları konfor açısından benzer. Fiyatlar 35-65 arasında değişiyor sadece. O da yatakhane tipinden lüks odaya uzanan bir yol çünkü. Etkinlikler adı altındaki şeylerse bir yerde size kalmış. İster büyük bir yere gidip hazır ayağınıza gelen turlara, gezilere katılabilirsiniz isterseniz de daha ufak bir yerde kalıp sadece tur düzenleyen yerlerle konuşup ayarlayabilirsiniz. Her durumda türlü türlü yere tekne turuna gidebilir, kano gezisi, rafting, tırmanış, yanartaş gezisi gibi şeyler yapabilirsiniz.
kavşaktan bir baktık
Minibüslerin beklediği bu kavşak-durak ilk başta insana garip gelebiliyor, kimin nereye ne zaman gittiğini kimin neyi beklediğini kimin ahbap kimin yabancı olduğunu anlamak hayli çaba gerektiriyor ama hoş bir ortam. İleride aynı şekilde bir tane daha var bu duraktan minibüsleriyle, iki ayrı firma gibi birşey anlayacağınız. Biz o ikincisini sonraki günlerde denedik ama pek sevmedik, nedense o ilk indiğimiz bildiğimiz daha iyi geldi. Sonunda nerede ineceğimize karar verdiğimizi zannedip minibüse atladığımızda saat 9'a geliyordu. Güneş çoktan kızdırmıştı ve minibüsün içi beytepe ringlerinden halliceydi. Aşağıya iniş ücreti 4 lira-sanırım. Doğru hatırlıyor gibiyim. Bir amca içeri binip o minicik alanda ayaktakilerden kalan yerde  dikilip herkesten ücreti topluyor yolculuğun başında yavaş yavaş ilerlerken minibüs. Duraklar pansiyonlar. Herkes şurada var burada var diyor, zaten sürücü falan da soruyor. Biz herkesinkini dinleyip aklımıza geleni söyledik. Bekledik, bekledik minibüs en son ne kadar aşağıya - ki aşağı terimi burada bizim için denize yakınlığın bir ölçütüydü - gitmiş olursa orada inip, sora sora dolanacaktık pansiyonları. Tabi en son Türkmen pansiyonun olduğu o sırada durdu minibüs. Daha ilerisi için müşterisi yoktu. Biz de indik ve hemen oda var mı sorduk. Vardı, fiyatı diğerlerine oranla biraz fazla da geldi bize ama o saatte o kadar yolculuğun üzerine açıkçası benim içimden hiç gelmedi sırtta bavullar dolanıp oda sormak. Tamam hadi kalalım deyip, odaya çantaları attığımız - ve de bikinileri alta geçirdiğimiz gibi - kahvaltıya oturduk.
Devamında, tüm günkü tekne turu ve çıralı tırmanışını ikinci bölümde anlatacağım. Tabi artık onu da kaç günde yazarım bilmem. Bu kadarcık şeyi bile döndükten 4 gün sonra bitirebiliyorsam, varın siz düşünün gerisini :)
[bir de resimlerin tüm hakkı arkadaşımın fotoğraf makinesine ait. kimini o çekti kimini ben. benim pek zarar ziyan fujim açılmamakta ısrarcıydı da biraz.]

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...