Nerede kalmıştık? İlk gün adımımızı attığımız gibi kahvaltıda bulmuştuk kendimizi dedim en son. Odamız iki kişilik, kendi içinde banyosu tuvaleti olan bungalowlardandı. Kişi başı gecelik ödediğimiz 60 liraya bu oda ve sabah akşam açık büfe yemek dahil. Artık pahalı mı ucuz mu kaldık siz karar verin. Ben kaldık ya sonuçta diyorum geçiyorum.
Neyse oturduk kahvaltıya, tabi sonuna doğruydu kahvaltının pek birşey kalmamıştı. Gerçi sonraki günlerden de göreceğimiz üzere öyle ahım şahım bir kahvaltısı yokmuş. Bal bile yoktu örneğin (dalga geçmiyorum ya valla) ki ben balla çay olmadan sabah olduğunu, kahvaltı yaptığımı anlamam. Kahvaltıyı yaparken turları anlatan ve ikna eden - abla, kız, kişi, insan, eleman...ne diyeyim bilemedim şimdi - geldi. Zaten bir heves onu da yapacağız bunu da yapacağız diyerek atlamışız otobüsten dediği her şeye evet dedik. Kahvaltıdan koşarak odaya gidip üstümüzü değiştirdiğimiz gibi tekne turuna katılmak üzere servis beklemeye koyulduk. Beklediğimizden geç de gelse, sonunda geldi ve Adrasan'a doğru götürdü bizi. Valla o günkü kafayla kaç koyu gezdik, isimleri neydi, neresiydi, neciydi hiç sormamışım daha yeni fark ediyorum.
Sadece oturdum teknenin üst kısmına, aldım elime fotoğraf makinesini çektim de çektim. Ama şunu diyebilirim ki geçen seneki Bodrum koylarından yüz kat iyiydi Olympos-Adrasan arasındakiler. Su inanılmaz berrak, mükemmel ötesi. Koyları oluşturan falezlerin görüntüsü, doğanın ortaya çıkardığı şekiller, mağaralar hepsi Bodrum'dan kat be kat üstün. Bir de güzel yani, yılın 12 ayı böyle Ankara'nın taşlı tozlu yollarına bakarak günleri harcayan gözlere şifa niyetine.
Sabah yaklaşık 10.30 gibi başlayan turdan akşam 6 civarında pansiyona dönebildik. Yine aynı, getiren servis bekleyip getiriyor pansiyonunuza. Turda içeceklere para ödüyoruz sadece. Onun dışında bir ara yemek servisi oluyor, bundaki yemekte balık-salata-makarna vardı. Sonrasında çay servisi, bir de karpuz servisi oldu. Bir de bayılıyorum ben tekne ortamına, keşke olsa bir gün benim de.
Yorgunluktan ölmek üzere düşsek de odamıza, duş alıp masalara geçtik. İlk şaşkınlığımız orada gerçekleşti. Biz nasıl olsa yemek 8'de breh breh diyerek tavlaya gömülmüş, felsefesine inerken tam 40 dakika öncesinden oluşan kuyrukla dumur olduk. Bir depar kalkıp sonuna geçtik ama tabi neredeyse tüm pansiyon sıraya geçmişti bile. Sonuçta yemeği alıp yiyebildik ama hala şaşkındık. Zorunuz neydi ki yani o sırayı oluşturmasanız da bir şekilde alacaktınız o yemekleri.
Yemeğin ardından koştur koştur Yanartaş (Çıralı) turuna gitmek üzere servise doluştuk. Binişte herkese ufak birer el feneri verdiler. Çoğu kişi bu neyki diye bakındığı için söylemekte fayda görüyorum şimdi burada, gitmek falan isteyen yolu düşen olur, dağın tepesine gecenin zifiri karanlığında çıkılacağı için bu fenerler. Chimera'nın ateşinin çıktığına inanılırmış eskiden bu tepede. Şimdilerde biliyoruz ki topraktan metan gazı fışkırıyor. Uzun zamandır bir Dehşetengiz Mitoslar yazısı yapmamıştım, en kısa sürede Chimera için hazırlayacağım.
Günün belki de en eğlenceli kısmı Yanartaş'a çıkıştı açıkçası. Ellerimizde fenerler, yüzüğü Hüküm Dağı'na götürmek için tırmanan Frodo'yla Sam gibi hiç bitmeyecek gibi görünen antik dönem merdivenlerinde o karanlıkta bile 50 derece olan sıcaklıkta tırmandık. Yol kimi yerlerde acayip bozuyor, dikkatli olmak gerekli. Bir de çantaya damacanayla su almak şart. Ömrümde o geceki kadar hiç terlemedim valla. Kaybettiğiniz suyun haddi hesabı olmuyor. Çıkarken iniş yapmakta olanlarla karşılaşıyorsunuz ve herkes sanki bu merdivenler ve gece hepimizi 40 yıllık dostlar yapmış gibi aynı soruyu soruyor : Daha ne kadar var? Cevaplar iki taraf için de sevindirici olmaktan uzak tabi.
Bir şey de var ki demeden edemeyeceğim. Ben hayatımda böyle yıldız, böyle gökyüzü görmedim. O gece üstümüzde salınan o gökyüzü öylesine bir gökyüzüydü ki anlatamam. Yıldızlara hiçbirimiz bu kadar yakın olmamıştık daha önce. İlkokuldayken odamın penceresinden, köyde büyükbabamların evinin merdivenlerinden yani bulduğum her yerden yıldızlara bakardım ısrarla. Elimde kağıt kalem, görebildiklerimi işaretlemeye çalışırdım. Çok başarısız olurdum elbette, köyde bile o kadar yıldız yoktu. Ama o gece Yanartaş'ta gördüklerim inanılmazdı. Hani böyle film görüntüleri olur ya, normalde tek tük görünen yıldızların dışında böyle altın tozu serpilmiş gibi bir görüntü vardır aralarında. O gökyüzü aynı bir film karesi gibiydi. Tüm tırmanış ve iniş boyunca hemen üstümüzdeydi ve o kadar yakındaydı ki elimi kaldırdığımda dokunduğumu hissediyordum.
Tepede, ateşlerin çevresinde öbek öbek turistler - yerlisi yabancısı - kah oturuyor, kah dolanıyor ama en çok da resim çektiriyorlar. Esasında ben bu tepeye ulaşma kısmını pek sevmedim. Yolculuğun kendisi daha eğlenceliydi. Çünkü tepede yapacak pek bir şey yok. Tamam ateşleri görüyorsunuz, çok da ilginç, belki olağanüstü de bir doğa olayı. Ama ağır bir gaz - metan gazı - kokusu var etrafta ve zaten sıcak olan havanın yanında ateş (!) içinde dolaşıyorsunuz. Görüntü gecenin karanlığında güzel gerçi. Taşların arasından yoktan var olmuşçasına fışkıran alevler var. Ama biraz inceleyip, hayran kalıp, dolanmaktan başka yapacak pek bir şey yok. Bir de fotoğraf çekiyorsunuz sonra bitiyor. Koku rahatsız edici, sıcak rahatsız edici. Yanlış anlaşılmasın, oraya gitmiş olmaktan dert yanmıyorum. Sadece bu böyle birşeydi, ona göre gidin diyorum. Çünkü biliyorum, gidip de peh hiç de birşey yokmuş diyenler vardı. Saçmalıyorlar, bu çok güzel bir gezi. Ama tabi yüzlerine söyleyemiyorum.
Geri dönüşte önceki gecenin otobüs yolculuğunu da üstümüze almış olduğumuzdan direkt odamıza gittik biz. Daha ilk geceden bu Olympos'ta geceleri neler dönermiş ki diyemedik.
Ki sonraki gece ziyadesiyle gördük. Eh artık 3.bölümde.
[Bölüm I için link]