26 Mayıs 2019 Pazar

Bir Kişinev Gezisi

Geçen hafta şöyle 3 günlüğüne atladım gittim Kişinev'i gezmeye. İki günü yolda geçtiği için toplamda 5 günüm gitmiş oldu. Kişinev, Moldova'nın başkenti. Haritaya bakalım hemen:


İşte tam bu kırmızı ile işaretli kente gitmiş oldum. Moldova'ya girerken Dışişleri Bakanlığı'nın şu sayfasına (yani bu sayfa) baktığımızda tüm pasaport çeşitleriyle ülkeye vizesiz girebildiğimizi görüyoruz. Ekimde imzalanan anlaşmayla kimliklerimizle de girebilecekmişiz ama daha uygulama başlamamış.
Ankara'dan direkt Kişinev'e uçuş yok (Ankara'dan nereye direkt uçabiliyoruz ki zaten, uyduruk başkent), bu yüzden önce İstanbul, oradan Kişinev. Biletlerimi açıkçası en ucuz Enuygun.com'da buldum, şu sıra her yerde reklamlarını görüyor, rastlıyor olabilirsiniz. Ben internette kendi kendime ararken denk gelmiştim. Böyle bulduğum ve kaydettiğim bir dolu bilet sitesi var, her defasında hepsini gizli pencerelerde yan yana açıp, hepsinde aynı aramayı yaptırıp fiyatları karşılaştırıyorum. Tabi bir de havaalanına ulaşmak benim için çok zor ve meşakkatli olduğundan, ve pek tabiki Ankara'da toplu taşımayı öyle her saatte bulamadığımdan (eve taksiyle dönmektense özel jetle gitmem evimin konumundan dolayı çok daha ucuza geliyor:p) bilet fiyatlarını karşılaştırmanın ötesinde bir de saatleri tutturmaya çalışıyorum. Çoğu zaman en ucuz uçuş hep en salak saatlerde (misal gecenin üçünde) olduğundan benim için uçak bileti bakıp almak lineer cebir dersinde nöronlarımı bir arada tutmaktan daha zor hale gelebiliyor. 
Biletleri yaklaşık 35 gün önceden aldım. Gidişim için web sitesi 731 TL fatura çıkarmış, dönüşüm için de 1300 TL kadar. Faturalarda gördüğüm kadarıyla akıllı aktarmaya da ücret kesmiş(ulan var ya dinleri imanları para). Akıllı aktarma dediği de şey, normalde aktarmalı uçuşlar pahalıdır da açıp tek tek alsam ne kadara gelir diye bakarız ya (ve kesinlikle aktarmalı uçuş fiyatından daha ucuza gelir), hah işte onu web sitesi kendi yapıyor. Ama tabi böyle de bavullarınızı kendiniz alıp, taşıyorsunuz. Yani Ankara'dan İstanbul'a geldim, bavulumu aldım, götürdüm yine check-in yapıp bu sefer de Kişinev uçağına verdim. Haa tabi bu arada THY'nin şöyle bir özelliği varmış, iki uçuş da THY'nin ise aktarmalı almamış bile olsanız bavulunuzu kendileri aktarıyor. Bir daha gidip bavul alıp taşımaya gerek kalmıyor. Giderken ilk uçuşum THY ikincisi Air Moldova olduğundan bavulu kendim taşıdım ama mesela dönerken bu özellik sayesinde (iki uçuşum da THY idi) bavul almadım. Kişinev'de verdim, Ankara'da aldım. Ama ilk başta hiç inanasım gelmedi, nasıl böyle bir güzellik yapabiliyor olabilirler vay arkadaş diye. İstanbul'a inerken baya bir terledim düşünmekten, ulan ben şimdi bavulumu almaya gideyim mi direkt iç hatlara mı geçeyim ya bavulum salak gibi İstanbul'da kalırsa, ya ben bavulu beklersem de bu sefer Ankara'ya aktarmışlarsa, ben napayım şimdi napayım ben diye diye indim. İşte bunlar hep saflıktan, sıfır seviyesindeki sosyal zekadan çocuklar. Onca sene atomu parçalamayı öğren, diferansiyel denklemler, trigonometri eğrileri falan sakız niyetine çiğne, ondan sonra gerçek dünyada sudan çıkmış balık gibi ne yapacağını bileme. Hah çok yardımcı oldu mayoz bölünmeyi öğrenmiş olmam havaalanında kendi dilimde yazan tabelaları bile anlayamıyor oluşuma. Hıııh, yine yeteri kadar bir şeylerden şikayet ettiğime göre anlatmaya geçebilirim.
Moldova 3,5 milyon nüfusa, 33846 kmkare yüzölçümüne sahip bir cumhuriyet (hepimiz öyle değil miyiz). Cumhurbaşkanı, başbakanı falan var. Para birimi de Moldova Leyi. Ley yani. Paraların üstünde "lei" yazıyor. 1 TL yaklaşık 3 ley. 1 dolar 18 ley. 1 Euro da 20 ley. Anladınız siz. Resmi dilleri Moldovaca ve Romence. Ayrıca Rusça ve Gagauzca da konuşuluyormuş. Oralı biriyle konuştuğumda Romenlerin vay efendim aslında Moldovaca diye bir dil yok, Romence'nin bir şeysi o da kabul etmiyoruz diye burun kıvırdıklarını öğrendim, valla onun yalancısıyım. Ama bana sorarsanız konuşurlarken ve yazılardan anladığım kadarıyla bana hep İtalyanca'nın bir değişiği gibi geldi. Sovyet/Rus yönetimi altındalarken sanırım Ruslar ısrar etmiş bakın bu Moldovaca Romence'den ayrı bir dil, hadi gelin ayıralım isim verelim diye (uhuu Ruslar yine sıcak denizlere mi inmeye çalışıyor:p). Önceleri de zaten Kiril alfabesiyle yazılıyormuş. 1989'da Latin alfabesine geçmişler ki bu tarih de onlar için önemli olsa gerek, 31 Ağustos 1989 ismini taşıyan sokak başkentin en bir ortasındakilerden biri. Dedim ya bana İtalyanca gibi geldi hep diye. İşte anladığım kadarıyla bunun sebebi, Moldovaca'nın Romence'den çıkmış olması ve Romence'nin de Latin kökenli dillerden olması. Valla çok da aşırı bilmediğim bir tarih olduğu için ahkam kesmek istemiyorum ama burada yine bir Rus oyunu var gibi duruyor çocuklar.
bahsettiğim Stephen cel Mare
Ülkenin bulunduğu topraklar tam da böyle herkesin gelip geçtiği bir yol üzerinde olduğundan devamlı bir oraya bir buraya ait olmuş gibi görünüyor. Müzelerinde gezdiğimde gördüğüm kadarıyla Paleolitik ve Neolitik dönemlerden itibaren insan yerleşimine sahipmiş. Tunç ve Demir çağlarına da şahit olduktan sonra güzelce bir Roma dönemi geliyor. 271'de Roma lejyonları bu toprakları terk ettikten sonra ise yolgeçen hanına dönmüş. Hunlar, Ostrogotlar, Slavlar, Macarlar, Peçenekler ve tabiki manyak Mongollar. 13.yy.da Macarların yönetimine geçmiş. Ve hazır olun, 1349'da Prens Bogdan (tanıdık geldi mi isim?) bu bölgede bağımsız bir prenslik kuruyor. 15.yy.ın sonuna geldiğimizdeyse sahneye Osmanlılar çıkıyor. Hala ülke için çok büyük bir figür olan Stephen cel Mare (muhteşem Stephen diyebiliriz)'nin Osmanlılar'a karşı kazandığı bir dolu zafere rağmen, sonunda Osmanlı yönetimine girmiş bu topraklar (kentte heykeli parkı falan var göreceğiz). Yine konuştuğum Moldovalılar'ın anlattığına göre, Stephen cel Mare savaşmış savaşmış, ama sonunda demiş ki yeter artık iki taraf da çok acı çekiyor, eh bu akınlarınız da bitmiyor, milletimin selameti için teslim oluyorum demiş. Yani öyle vicdanlı öyle bir gururlu bir kralmış (ya da prensmiş, artık bilemiyorum o dönemde ne deniyordu). Hatta kılıcı da Topkapı'daymış ki benim hiç haberim yoktu. Hatta Osmanlılar Moldova'yı ne zaman almış allah allah hiç de öyle bir savaş hatırlamıyorum diye kafam bulanmış haldeydim. Ama işte sonra Prens Bogdan'dan anlamanızı beklediğim üzere, çocuklar burası o meşhur Eflak ve Bogdan diye okuyup durduğumuz yerler. Bir de tabi bize tarih dersinde hiçbir türlü Stephen cel Mare'den bahseden olmadı, hatta bir dolu yenilgisi varmış Osmanlı'nın oralarda, onları da kimse söylemedi. Ben ki tarih bilirim diye övünürüm, resmen kendimi cahil cühela hissettim onların yanında.
300 yıllık Osmanlı yönetiminin ardından ise pek tabiki Ruslar geliyor. Bolşevik İhtilali ile Moldovalılar bir ulusal konsey oluşturuyor (Sfatul Tarii deniyor buna ve bu da baya önemli bir adımmış ki onlar için yine kentte caddesi var). Önce Rusya'ya bağlı ama özerk, sonra tamamen bağımsızız diyorlar ama yetmiyor, sonra da Romanya'ya bağlandık diyorlar. 1922'de bu sefer Sovyetler geliyor, II.Dünya Savaşı'nda da Naziler. Savaştan sonra Stalin'in Sovyet güçleri Romanya ile olan tüm bağlantıyı insanları kırıp geçerek koparmaya girişiyor, açlık ve kıtlık da üstüne tuz biber oluyor. Tüm bu fırtınaların sonunda 1988-1990 yıllarına geldiğimizde artık Moldova bağımsızlığını ilan ediyor, ülkenin güneyindeki Gagauzya'ya özerklik tanınıyor. Kuzeydeki Dinyester de tek başına özerklik ilan ediyor ama onu kabul etmiyorlar.
mesela sokaklar
Şimdiki durumlarına gelirsek, Kişinev'de sokaklarda dolaştığınızda farklı farklı etkiler görebiliyorsunuz. Düzgün yerleşmiş, parkları, tarihi binalarıyla bir Avrupa şehri de görüyorsunuz, Sovyet mimarisinin etkilerini de. Bir yandan da bir dolu terk edilmiş, kendi halinde duran güzelim tarihi yapılara rastlıyorsunuz. Sanki bir şeyler eksik, bir şeyler unutulmuş gibi. Sanki kimse ne zarar veriyor ama ne de bir şeyleri düzeltecek maddi güçleri var gibi. Kmkareye düşen insan sayısı da az bence, böyle burada bizde olduğu gibi sokakta orada burada durup da olduğum yere çöküp ama çok insan annecim diye ağlayasım gelmesi mümkün değildi mesela.
Off tarihe daldım ya ben mutluyum ama başınızı ağrıtıyorum böyle değil mi? O zaman hemen gezi yazısına dönüyorum. Kişinev'de havaalanı ufacık. Havaalanı ile merkez arasında hemen hemen 20-25 km var. Benim evden işe mesafem 18-20 km. Bu yüzden kanımca taksiyle de merkeze ulaşılabilir, fiyatları bilmiyorum ama ley/tl kurunu düşünürsek aşırı gelmeyebilir. Bunun dışında ise troleybüs diyebileceğimiz otobüsler var merkez-havaalanı arasında, numarası 30. Kentin en ortası olan, iki parkın ortasına düşen meydanda indiriyor ve oradan biniliyor. Fiyatı 2 ley.
Ben ilk gün hemen ilk adım olarak Turist Bilgi Merkezi'ne gittim. Kenti ortadan ikiye boydan boya bölen Stephen Cel Mare Bulvarı'nın üstünde, Katedral Parkı'nı geçince hemen orada. Oradaki kadın hem Türkçe konuşuyordu hem de bir dolu şey anlattı kentle ve tarihle ilgili. Haritanın üzerinde işaretleyerek tek tek açıkladı.
katedralin çan kulesi

Catedrala Mitropolitană Ortodoxă "Nașterea Domnului" din Chișinău yani katedral :D
Şehir ana ortodoks katedralinin de ortasında yer aldığı Katedral Parkı'nın etrafında gelişmiş gibi duruyor. Tanrı'nın Doğuşu anlamına gelen ismi katedralin aslında şöyle: Catedrala Mitropolitană Ortodoxă "Nașterea Domnului" din Chișinău. Katedral dışarıdan oldukça sade görünüyor. Önünde 6 sütunlu bir girişi var, beyaz ve çok açık sarı rengi tüm yapının. 1836'da açılmış, yani çok da eski değil. Neoklasikmiş stili ki pek de benim tarzım değil. Önünde ayrıca bir çan kulesi var, içinde ufak bir hediyelik dükkanı yapmışlar. Katedralin içi ise dışarıdan göründüğü kadar büyük gelmiyor içeri girdiğinizde. Öyle İtalya'daki kiliselerde olduğu gibi sanat eseri tablolar heykeller de yok. İnsanın gözlerini yoracak kadar İsa-havariler-azizler betimlemeleriyle dolu. Hemen hemen hepsi de altın rengi. Yeminle 5 dakika falan sürdü içeri girip çıkmam. Girerken kimse bir şey demedi, sormadı ama çantada baş örtüsü bulundurmakta ve münasip giyinmiş olmakta yarar var.
Katedralin yer aldığı parkın içinde oturup, sandviçimi yedim ben gün içinde. İnsanlar oturuyor, dolaşıyordu. Hava mayıs ortasında hafif hafif yağmur atıyor, güneş açıyordu. İnsanın bir kentin ortasında yemyeşil bir parka oturup, keyif yapabilmesi çok değişik bir his çocuklar. Türkiye'de hiçbir zaman tadamadığım bir his.
Önde Arcul de Triumf, arkada katedral
Katedral parkının üst-ön tarafında Zafer Kemeri var (Arcul de Triumf). 1840'ta inşa edilmiş. 13 m yüksekliğinde, bembeyaz taştan bir kemer. 1828-29'da Rusların Osmanlı'ya karşı elde ettiği zaferin nişanesi olarak yapılmış. Ön tarafında ufak bir saat de var. İlk gün yağmur bastırınca altında durdum insanlarla birlikte bir süre. Bu kemerin hemen önündeki meydanın ismi "Piata Marii Adunari Nationale". Yani büyük ulusal meclis meydanı. Çünkü hemen öte yanında da meclis var. İşte bu meydan kentin merkezi. Meydandan kuzeye doğru, bulvar üstünde devam ettiğinizde, bahsettiğim Stephen cel Mare'nin heykeliyle karşılaşıyorsunuz. Yine kendi adını taşıyan bir başka parkın köşesinde yer alıyor heykel. Bu noktadan itibaren Stephen cel Mare parkına girebiliyorsunuz. Burası açıkçası bana diğer parktan daha güzel geldi. Burada da bir süre oturup, dinlendim, insanları izledim, gelen geçene baktım, ağaçların sesini dinledim. Parkın bulvara bakan tarafına yakın Klasikler Yolu dedikleri bir kısmı var. Park içi yolun iki yanına Moldova tarihinden önemli şairler, yazarlar, yöneticiler, din adamlarının büstleri sıralanmış. Valla müzede okuduklarım dışında çok tanıdık gelen olmadığı için pek bir şey ifade etmedi bana bu yol ama görülebilir. Parkın tam ortasında ise Alexander Puşkin heykeli var. Bu kent için bir başka önemli figür de Puşkin. Ona da geleceğim sonra.
Muzeul Național de Istorie a Moldovei yani Moldova Ulusal Tarih Müzesi
Stephen cel Mare parkının ve Katedral Parkı'nın yer aldığı bu Stephen cel Mare bulvarının bir tarafı kentin en eski yerleşim tarafıymış. Yani katedralin olduğu taraf labirent gibi sokakları ve yıkık dökük yapılarıyla kentin eski yerleşimi. Diğer parkın olduğu taraf ise 1830lardan sonra çizilerek yapılmış, planlı sokakları ve daha gösterişli tarihi binalarıyla kentin yeni sayılabilecek kısmı. Müzeler yeni kısımda. Ben önce Muzeul Național de Istorie a Moldovei'ye yani ulusal Moldova tarih müzesine girdim. Bilet veren teyze hiçbir şekilde İngilizce konuşmadığı ve de kendi konuştuğunu benim anlamıyor oluşuma sinirlendiği için bir süre cebelleştim. Meğerse buradaki tüm müzelerde şöyle bir uygulama varmış, normal bilet alıyorsun ya da fotoğraf çekeceksen içeride fotoğraf bileti alıyorsun (bir yaşıma daha girdim). Teyze bunu anlatmaya çalışıyormuş, ne bileyim ben. Normal bilet 10 ley, fotoğraflısı 15 ley.

tarih müzesinin içi mesela
Müzenin binası dışarıdan oldukça güzel. İçerisi de güzel. Sergileri de gayet başarılı bence. Moldova tarihi ile ilgili çoğu şeyi buradan kronolojik bir şekilde öğrenebiliyorsunuz. Beklediğimden daha fazla eser vardı ayrıca. Tarih öncesi dönemlerden başlıyor, az önce yukarıda anlattığım tüm olayları tek tek takip edebiliyorsunuz. Canlandırma köşeleriyle, gerçek bir dolu fotoğraf ve mektuplarla ilerleyerek savaşlardan, sovyetlere, bağımsızlığa hepsini görebiliyorsunuz. Özellikle 20.yy.ın başına dair canlandırmalar ve II.Dünya Savaşı'ndan kalan fotoğraflar, giysiler çok etkileyici.
Muzeul Naţional de Etnografie şi Istorie Naturală yani Ulusal Etnografi ve Doğal Tarih Müzesi
Bu taraftaki bir diğer gezdiğim müze de Muzeul Naţional de Etnografie şi Istorie Naturală, yani ulusal etnografi ve doğal tarih müzesi. Binası diğerine göre daha küçük görünüyor ama bu müzenin yerin altında katları olduğundan aslında bir dolu eser barındırıyor olduğunu anlıyoruz. Girişinde önce yine bir teyzeden biletinizi alıyorsunuz (yine fotolu ayrımı var ve fiyatlar 10 ile 15 olarak aynı diğeri gibi), ama bu sefer içeri girince bir de 80 yaşında bir amca biletinizi kesip öyle içeri geçmenize izin veriyor. Bu amca acayip asabi. Benden hemen önce giren kadınla kızına bir şeyler anlatmaya çalıştı bir süre, ikisi de pek eblek bakıp sağa sola paytak adımlar atmaya başlayınca iyice sinirlendi, şöyle edeceksiniz böyle gezeceksiniz diye motor gibi konuşmaya başladı (tabiki o da kendi dilinde konuşuyordu yine, anlamış gibi yapıyoruz çaktırmıyoruz). Tabi tüm bunları gördüğüm için bana döndüğünde hemen anladım gibi Moldovaca teşekkürümü edip, vınladım. Amcaya zeka dolu gözlerle bakıp geçin, tavsiye ederim.

İlk katta önce bir dolu ürkütücü, doldurulmuş olduklarını düşündüğüm ama tersini umduğum hayvanlar karşılıyor insanı. Bu coğrafyaya özgü kuşlar, böcekler, bitkiler, başka başka hayvanlar...Benim kalemim değil. Sonrasında devam ettiğinizdeyse yerel kıyafetler, canlandırmalar geliyor. Bir noktada merdivenler aşağıya yönleniyor ve jeolojik zamanlara göre dizilmiş odalarda bir sürü fosille karşılaşıyorsunuz. Oldukça soğuk, mahzen gibi ama bence çok keyifli sergiler bunlar. Bir de kocaman bir dinozor fosili var ki özellikle görülmesi gerek. Ben bu müzenin girişinde de foto ayrımı olduğunu bilmiyordum, 10 leylik biletten alıp girmiştim. Fotoğraf çeke çeke geziyordum. Aşağı kattaki bu fosilli odaların olduğu koridorda oturan görevli teyze çok tontondu, bana fotoğraf çekiyor musun dedi. Evet dedim. Biletini aldın mı dedi, gösterdim. Haa öbür biletten alman gerekiyordu dedi. Tamam yukarı çıkınca alayım dedim. Sonra gezmeye devam ettim, yine çağırdı dedi ki boşver alma bilet. Şimdi burada çek foto, sonra yukarı çıkarken çantana at telefonu, görmesinler. Dedim yok alırım problem değil, yok yok alma boşver dedi (yalnız tüm bu konuşmaları o kendi dilinde yaparken anlaşmış olmamız da teyzenin ayrı bir tontonluğuydu:D).
su kulesi

işte su kulesinin içinde böyle kentin tarihine ilişkin şeyler var

pek sevdiğim şeyler de var :D
Etnografya müzesinden çıkınca geriye Valea Morilor Park'a doğru yürüdüğünüzde de Castelul de apă ile karşılaşıyorsunuz. Bu da su kulesi. Yani herhalde eskiden işi buydu, şimdi müze olarak, kent müzesi (muzeul oraşului) olarak kullanılıyor. 7 katının 4 katında sergiler var, kentin tarihi ile ilgili şeyler var. Ama İngilizce hiçbir açıklama olmadığından hayalgücünüzle çıkarımlar yaparak geziyorsunuz. Girişte yine 10 leylik biletinizi alıp, döne döne çıkan merdivenleri tırmanmaya başlıyorsunuz. En üstte ise tüm kenti izleyebileceğiniz çepeçevre balkon var. Yalnız buralarda böyle kimse yok, en aşağıda girerken bilet veren teyze dışında pek kimseyle karşılaşmıyorsunuz ki içerisi çok dar zaten diğer turistlerle birbirimize yol vererek dolaşabildik. Ama bu en tepede kapıyı kendim açıp çıktım falan hani çıksam atlasam kimsenin haberi olmayacak. Öyle bir ortam, o yüzden diyorum.
Valea Morilor Park'ın ormanları

düşünsenize yaşadığınız şehrin içinde böyle orman var, her gün hemen elinizin altında. ben ancak bizim köye gidince görüyorum böyle.
Su kulesinin olduğu yerde dediğim gibi Valea Morilor Park var. Şehirdeki bir dolu parktan bir diğeri. Ama içinde kocaman bir göl var ve etrafında acayip doğal bir ormanı var. İnsanlar burada spor yapıyor, yürüyor, oturuyor. Valla sinirim bozuldu yazarken bile. Ne biçim bir ülkede yaşamak zorundayım be.
Kentin bu tarafını bırakıp, yine eski kısma doğru yürüdüm ben. Katedral parka geri gelip, önce Mitropolit Gavril Banulescu-Bodoni caddesi üzerine denk gelen yanındaki çiçek pazarına baktım. Çiçek pazarı dediğim parkın bir yanı boyunca, caddenin üzerine bakacak şekilde sıralanmış 9-10 çiçekçiden oluşuyor. Ama pek sevimli bir görünüşleri var.
Eugene Doga Sokağı'ndaki Aşıklar Heykeli
Parkın bu yanından içeri girip, tam ortasından aşağı doğru ilerleyince de Eugene Doga sokağına girmiş oldum. Burası yaya sokağı. Kafeler falan var. Bir de aşıklar heykeli var bu sokağın hemen başında. Sevgilisini elinde çiçek buketiyle bekleyen erkeğe sessizce yaklaşıp sürpriz yapmak üzere olan kızın heykeli. Sevimli. Gerçi ben ilk gördüğümde hiçbir şey anlamadım (romantizm algım onca sene romantik komedi izlemiş olmama rağmen bir odun parçasından daha iyi değil kanımca). Diyorum ki çocuk elinde süpürgeyle niye duruyor, bu kız fakir miymiş kibritçi kız mıymış elinde ayakkabılar ayakları çıplak, what the f... is going on here man? dedim.
söz konusu Stalin'in kıydırdığı insanlar anıtı
Bu sokaktan biraz daha aşağıya ilerlediğinizde de kocaman bir anıtla karşılaşıyorsunuz. Stalinist rejimin kıydığı insanlara adanmış bir anıt. Ben bu noktadan daha aşağı yürümedim artık çok yorulmuştum ama sonraki gün yine bu bölgenin diğer yanındaki Puşkin Evi'ne geldim.
Puşkin'in evinin bahçe kapısı

Puşkin'in evi tamamı
Puşkin evi dediğim Casa Muzeu ”Alexandr Puşkin”.  Puşkin 1799'da Moskova'da doğmuş bir Rus şair-yazar. Soylu bir ailenin çocuğu olduğu için oldukça iyi bir eğitim görüp, sonra da çılgınlar gibi şiire yönelmiş. Yazdıkları yüzünden çoğu kere polis baskınına, sürgüne maruz kalmış. Deli gibi aşık olduğu karısı Natalya'ya kur yaptığını öğrendiği için düelloya tutuştuğu adam tarafından da düelloda yaralanması sonucu 1837'de ölmüş. İşte bu sürgünlerle dolu hayatının 3 sürgün yılını geçirdiği kent Kişinev. Bu Puşkin evi dediğim evde geçirmiş sürgününü. Günümüzde kentin eski kısmında kaldığından oldukça yıkık dökük sokakların arasında kaybolacakken bulabiliyorsunuz. Bahçesi ve avlusuyla aslında oldukça güzel ve geçmişe yolculuk yapmışsınız gibi hissettiriyor. Neden böyle bir evde yaşayamıyorum ki...diyorum ben ama neyse oraya girmeyelim. Ben gittiğimde bahçe kapısından girdim, içerideki evin girişinde teyzeler amcalar oturmuş muhabbet ediyordu. Bana gel gel gir içeri dediler (bence iki günün sonunda artık çözmüşüm Moldovaca'yı). İyi peki dememe kalmadan kendimi içeride buldum. Kimse bilet bir şey falan demiyor. Zaten müze gibi değil de mahallelinin toplanma yeri gibiydi. Birbirlerine geçişi olan 3 oda vardı, ilk ikisinde ufak camekanlarda mektuplar, yazılar, resimler falan var. Yine İngilizce hiçbir şey yok, pek de bir şey anlaşılmıyor. Ama evin içerisi çok güzel. Sonuncu oda salondu ve burada etkinlik vardı. Beni öyle alelacele içeri almalarının sebebini böylece anlamış oldum. Etkinlik başladı, geç kalmayayım diye. Sandalyeler sıralanmış, insanlar doldurmuş. Birisi çıkıp opera parçaları söylüyor, biri piyano çalıyor, biri çello çalıyor, sonra biri kalkıyor kitaptan parçalar okuyor. Duvarlarda eski tablolar, yanımdan 19.yy.da gibi giyinmiş elbiseli bir kadın geçiyor. Ortama bakar mısınız? Kimsenin ne dediğini anlamasam da iki parça ve bir okuma dinleyecek kadar oturup, etrafa baka baka kalktım.
Bunlar dışında Kişinev'de gezebileceğiniz müzeler ve parklar var ama ben 3 günde bunları gördüm ve açıkçası diğerleri çok da elzem gelmedi (ben nefret etmek modern sanat ;)). Sadece Kişinev değil de hazır vize istenmiyorken tüm Moldova gezilebilir sanki 3-4 günde. Turist merkezinden öğrendiğime göre hem doğası güzel görünüyor hem de heybetli kaleler varmış. Ayrıca Gagauzya'yı da görmek ilginç olabilir gibime geliyor.
Trattoria della Nonna'da yediklerim, mekanı çekmeyi unutmuşum ama.
Yeme-içme konusundaysa bence çok güzel mekanlar var. Hemen hemen birçok ülkenin mutfağını deneyebileceğiniz yerler de var, yerel mutfağı tadabileceğiniz yerler de. Ben yerel bir restorantı denemedim ama gördüğüm kadarıyla az biraz balkan-karadeniz gibi. Bir akşam İtalyan, bir akşam da Yunan restorantına gittim. İtalyan olanın adı "Trattoria della Nonna" idi. Şehrin yeni kısmında. İçerisi biraz dar ve havasız gibiydi ama dışarıda oturmak güzeldi. Hakikaten bir İtalyan restorantında hissettiriyor ve yemekleri (yediğimiz her bir şey) aşırı lezzetliydi. Fiyatlar da ortalama sayılabilir Kişinev'e göre. Yani ne öyle öğrenci işi, ne de iş yemeğine japonları getirmişsiniz gibi.
Opa Greek Cafe

Opa'da benim yediğim tavuklu sebzeli güveç gibi olan şey - acayip lezzetliydi

ortaya istediğimiz salata meze gibi şeyler - ortadaki kırmızı olan sadece tuz
Yunan restorantı ise Opa Greek Cafe idi. Adından da anlaşılacağı üzere aslında daha bir kafe-bar konseptinde. Daha ufak ve daha genç işi gibi. Ama buranın da yemekleri bence aşırı güzeldi (tamam damak zevkime çok güvenilmez ama vallahi çok iyiydi bunlar ya). Buranın fiyatları da ortalama gibi ama diğer dediğim yerden az yani haliyle. Bir de o acılı yoğurtlu olan meze çok tuzlu, hatta direkt tuz kendisi, ondan istemeyin.
Bir akşam da Moldovalı bir ailenin evine konuk olup, yerel mutfağı görmüş oldum ucundan kenarından. Bahçeli evlerinde hayatımın en güzel akşamlarından birini geçirdim. Ki geçmişime dönüp baktığımda hiç mutlu olduğum bir an hatırlamam-yoktur çünkü doğru dürüst, o akşamı hep yüzümde kocaman bir gülümseme ile hatırlayacağımdan eminim. Bizim su böreğine benzer, börek türü bir şey yedim mesela orada. Onlar "placinta" diyorlarmış, oldukça lezzetliydi.
Bunlar dışında kahvaltıları genelde Andy's Pizza diye bir yerde yaptım. Burası böyle eli yüzü düzgün bir kafe havasında aslında ve bizde hemen her yerde bir simitçi olması gibi bir şey. Şehrin her yerinde bir Andy's var. Sabahları kahvaltı servisi, geri kalanında da yemek, içecek normal bir kafe gibi. Pancake'ini ve Sırnıki gibi olan şeyini denedim, bunlar da çok başarılıydı (evet yediğim her şeyi beğeniyorum gibi olmuş:p).
Bir de şöyle bir şeyi belirtmem gerek belki tüm yazı boyunca ufak ufak ipuçlarından anlamadıysanız, İngilizce konuşan bulmak zor bu ülkede çocuklar. Yemek için gittiğiniz yerlerde garsonlar bilmiyor, gezmek için gittiğiniz müzede görevliler bilmiyor, su almaya girdiğiniz marketin kasiyeri bilmiyor. Herkesle çoğu kez işaret diliyle ve beden diliyle anlaşıyorsunuz. O da cesareti olanlarla. İngilizce bilmediği için cesareti de olmayanlar hemen tabanları yağlıyor, şanslıysanız bilen birini getirmeye gidiyorlar. Haa ama Türkçe bilene rastlayabilirsiniz, öyle bir olasılık da var. Bu yüzden öyle yok İtalya'da dolaşıyorum, İspanya'da geziniyorum yes-no-how much diye işimi hallediyorum gibi düşünmeyin. Google translate sayfanızı Romence veya Rusça'ya ayarlayıp, elinize alın, insanlara yardımcı olun.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...