26 Şubat 2015 Perşembe

günlerin getirdikleri

Dün işyerindekiler benim için veda yemeği düzenledi. Orada geçirdiğim neredeyse 4 yıl boyunca tayin olan emekli olan çoğu kişiye bu şekilde birşeyler düzenlemiştik. Ama hiç bu kadar kalabalık olduğunu görmemiştim. Alçakgönüllü olamayacağım bu konuda, gördüğümü söylüyorum. Benim için neredeyse herkes gelmişti.
Yemek sonunda bir hediye de verdiler, antika bir radyo (insanların beni nasıl bu kadar iyi tanıyabildiklerine her geçen gün daha da fazla şaşırıyorum). Fotoğraflar çekildikten, her şey bittikten sonra ben herkesi ofislerine geri yollayıp, ılık ama karanlık ankara sokaklarına geri döndüğüm anda içime bir şeyler oturdu. Ben niye yerleşmeyi beceremiyorum? Ben niye ait hissedemiyorum? Bu hep böyle mi devam edecek? Kendimi değiştiremediğim için habire olduğum yeri, etrafımdaki insanları mı değiştirmeye çalışacağım? Hakikaten, şu zamana kadar yaptığım hep bu. Mutsuz oldum, hadi kaçayım. Ben zaten bunu hayal etmiyordum, hadi buradan sıvışayım. Geride yığınla enkaz bırakmışım gibi hissediyorum. 8 yaşımdan beri durmadan kaçıyorum. Sadece çevrelerden de değil, insanlardan. Birileriyle çok fazla görüşmeye başladığımı düşünüp, son sürat ters yöne kaçmaya başlıyorum. Yüzyıllık dostlarımı bile bir 3-5 gün ardarda görmeye başlarsam bir şeyler oluyor bana, nefes alamamaya, yutkunamamaya başlıyorum. Ağzımda tuhaf bir tat beliriyor, kendimi onlardan uzaklara atasım geliyor. İnsanlar kötü değil, hatta aksine bana karşı hep çok iyi oluyorlar. Ama bana bir şeyler oluyor. Duramıyorum.
Belki de kendi mutsuzluğumu, kendi tatminsizliğimi insanlara yüklüyorumdur. Kafamda kurduklarımı yapamadıkça, etrafımdakilerden kurtulursam o hep istediğim yere doğru gidebilirmişim gibi geliyordur. Oysa insanların hiçbir suçu yok. Tamam herkes birer melek değil, herkesin kendine göre amaçları, o amaçlara ulaşmak için yaptıkları bencillikler, yanlışlıklar, haksızlıklar var. Ama misal, işyerindeki o birkaç pislik insanın dışında diğer herkes benim hakkımda iyi düşünmekten başka bir şey yapmadı. Kötülüğümü de istediklerini düşünmüyorum. Hatta beni sevdiklerini biliyorum, bunu hissettiriyorlardı. Ama ben onlardan da kaçtım. Ben herkesten kaçıyorum, her yerden. Hiçbir yer benim gerçekten olmam gereken yer değil, hiç kimse benim gerçekten sahip olmam gereken dostlar değil. Öyle bir tuhaf illüzyonun içindeyim.
Ankara'dan da gideceğim büyük ihtimalle. Ah bir kurtulsam diye seneler geçirdiğim bu şehirden ayrılmama az kaldığını düşünüyorum. Artık burada bir işim veya okulum da olmadığı için kalmam için bir sebep kalmadı. Evi satmaya çalışıyoruz, okullara başvurabilmeme daha aylar var. Yüksek lisansa yeniden başlayıp başlayamayacağımın sonucunu ancak eylülde alabileceğimi düşünüyorum. Öyle olunca sonbahara kadar eğer evi satabilirse emlakçı, yeniden kiralık bir yer bulmaktansa bir süreliğine belki babaanneme gider kalırım diyorum. Bu da şehir değişikliği demek, hatta ne güzel küçük bir sahil şehri deneyimi yaşamış olurum diyorum. Başvuracağım okullar ankara dışında olacak hep, burada iki okul kaldı sadece çünkü, biri alamut kalesi havasında diğeriyse yazılı sınav yapıyor. Yani ankara'da kalma olasılığım - en azından okullar adına - çok düşük oluyor. Mucizeler gerçekleşir de ankara dışında başvuracağım okullardan birinden kabul gelirse oraya taşınacağım. Belki bir yandan o yeni şehirde iş de arayacağım, bilmiyorum. Ama sonbahar sonunda elim boş kalırsa sanırım yeni baştan yapacağım şey yine ankara'da memurluk kovalamak olacak. Ya da bilmiyorum başka şehirlerde olabilirse. Eğer bu durumda bir-iki senenin sonunda yine düzenli bir işe girmek, memur olmak zorunda kalmış olursam ve iyi bir ihtimalle olabilirsem, ondan sonraki tek yaşama sebebim seyahatler olur sanırım. Her bir haftasonu, bayram tatili, yıllık izinde dünyanın başka bir köşesine gitmek haline gelir nihai hedefim. Öyle bir hayat olur işte, 40-50 yaşında yeni diller öğrenirim habire kurslara giderek, 60 yaşımda piyano çalmayı öğrenip, 70 yaşımda dağlara tırmanırım. Eh bu da fena bir plan değil.
Soruyorum kendime, arkamda yığmaya devam ettiğim enkazların suçu ne?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...