Strabon Coğrafya'sında der ki;
Bu zamanda, Deniz'de gemicilik yapılamazdı ve buraya buz gibi fırtınaları ve çevresinde yaşayan kabilelerin vahşiliği, özellikle de yabancıları kurban eden İskitler nedeniyle 'Aksenos [yabancı düşmanı] ' denirdi...ama sonraları İonyalılar kıyılarda şehirler kurunca 'Eukseinos [konuksever] ' adı verildi.
Belli ki Strabon benimle 20 yıla yakın her yaz, Anadolu'nun - her seferinde - değişik bir köşesinden saatlerce süren yolculuk sonunda Samsun'da o denizle karşılaşmamış. Çünkü eğer Strabon ve İonyalılar, o denizle karşılaşana kadar Terme'de bastıran sel gibi yağmuru yaşasaydı, ardından Bolaman'daki cehennem dolambaşları gibi olan sahil yolundan kalp çarpıntılarıyla yolculuk etmek zorunda kalsalardı bu konuksever tabirini pek de akıllarına getireceklerini düşünmüyorum.
Benim için Karadeniz onca yıl boyunca kollarını açmış bir memleketten çok, nefret ettiğim, gitmemek için her türlü bahaneyi bulmaya çalıştığım, reddettiğim, kendimi soyutladığım bir yer oldu. Küçükken her ağustosta bir gece sabaha dönmeye çalışırken yola çıkardık. Öğleden sonra bir saatte tüm bu yolculuğu atlatabilip de köye vardığımızda harap halde olurduk ama uyuyamazdık. Köyde her şey kötüydü, köyde her şey sorundu. İnsanların köylerine rahatlamak, akrabalarını görmek, mutlu vakit geçirmek için gittiklerini düşünürsünüz değil mi? Bizde öyle olmazdı. Köye her gidişimizde annem ve babam daha da sinirli olurdu, her şey için kavga ederlerdi, etrafımızda herkes de kavga ederdi. Harmanda serili fındıkların üzerinde bağırışlar küfürler uçuşurdu. Köydeki evde yatacak yer olmazdı, küf kokan buz gibi yorganlarda bulduğumuz odada kıvrılıp uyumak zorunda kalırdık. Yerler hep pisti, toz, ot doluydu. Basmak istemezdim, dolaşmak istemezdim. Yemekler daha da sancılıydı, alçak bir masanın etrafına dizime kadar gelen yükseklikteki tabureler üstüne tüner, bir sürü adını bilmediğim otun yüzdüğü şeyler yemek zorunda kalırdık. Ekmekler kocaman, mayalı, sert olurdu. Ekmek yiyemezdim, yemek yiyemezdim, uyuyamazdım. Tuvalet evin alt katındaydı, gece soğuğunda yataktan kalkıp, dış kapıdan çıkıp açık havadaki merdivenler inmek gerekirdi. Tuvaletin yeni dökülmüş betonlarının üstü kafam kadar örümceklerle doluydu, üstümdekileri açtığım anda üstüme çullanacaklarını hayal edip neredeyse tuvaletimi yapamadan koşarak kaçardım. Bir gün güneşliyse hemen ardından yağmur yağardı. Bir kere ıslandın mı bir daha kuruyamazdın. Her yer çamur olurdu, çamur ve yeşil. Fındık bahçesine bir kere girdin mi üstün başın böcek, ot olurdu. Küçüğüm - ve mızmızım - diye evde bırakırlardı her sabah bahçeye giderken. O evin öğlene kadarki sessizliğini, öğleden sonraki sessizliğini hala hissedebiliyorum gözlerimi kapadığımda. Dışarıda, mandalina ağaçlarının ardından gelen ağustos böceklerinin hiç bitmeyen sesini duyabiliyorum. Güneşin beton merdivenleri kavuruşunun sesini de. Öğle yemeğine geldiklerinde evi kaplayan o ter ve ot kokusunu burnumda. Annemin yılgınlığı, babamın sinirliliği gözümün önünde; büyükbabamın mutfaktaki sedirin üstünde uyuklarkenki horultusu, babaannemin boğazını temizlemesini sinir edici sesi kulaklarımda. Tüm bu tekrar eden curcunanın arasında yılda belki ancak iki kere denize girebilirdik. Çünkü hep iş olurdu, çünkü hep yağmur yağardı hava soğuk olurdu. Karadeniz'de yüzemezdiniz de zaten. Dalgalara atlardınız, siyah kumların serinliğini denizin daha da serin olan sularına bırakırdınız. Ben denizde yüzülebileceğini Akdeniz'e Ege'ye girdiğimde fark etmiştim. Denize gitmek başlı başına bir sıkıntıydı gerçi. Sahilde yıkanacak yer yoktu, oturacak yer yoktu. Kumlara bulanıp üşürdük, sonra ıslak ve kumlu olarak arabaya doluşur geri köye çıkardık. Köydeki evde yine üşüyerek dökme suyla banyo yapardık. Annemle babam kavga etmeye devam ederdi, büyükbabamla babaanem birbirine bağırırdı, amcamla yengem daha da çok bağırırdı. Karadeniz'den nefret ederdim, oraya ait olamazdım. Karadeniz kurtulmam, omuzlarımdan atmam gereken bir yüktü. Varlığını unutmalıydım.
Öyle de yaptım. Baya bir süre, İzmirliyim dedim. Herkesin herkesin nereli olduğunu öğrenmek istediği bir ülkede bu soruyla her an karşılaşacağınız için kendinize bir cevap yaratmanız elverişli olabiliyor. Ait olduğumu söyledikleri yüktense, bir kış sabahı doğduğum şehre ait olmam daha mantıklı gibi geliyordu. Neredeyse lise boyunca her yaz ve üniversiteye ilk başladığımda da bu şehirde geçirdiğim zamanlar sonucunda oraya da ait olmadığımı hissettim, anladım. Bir şekilde, Eukseinos'un kara suları damarlarımda dolaşıyordu, beynimi yiyordu, engel olamıyordum.
Yüksek lisanstayken bir ödev için Karadeniz'i seçmemle başladı her şey. Nefret ediyorsam kökenine inmeliydim, hakkındaki gerçeği öğrenmeliydim ki anlayabileyim.
Neal Ascherson Karadeniz kıyısında. kaynak: BBC |
Böylece okudum. Bir çok şey okudum Karadeniz hakkında, tarihi hakkında. Hala bir çok şey de duruyor kenarda okunacak. Bunlardan bir tanesine rastladım geçenlerde, kütüphanede. Neal Ascherson'ın Karadeniz'i, fazlasıyla değişik bir deneyim oldu. Ascherson Cambridge'ten tarih öğrenerek mezun olmuş olduğu için ben kitabın prehistorik dönemlerden günümüze Karadeniz çevresindeki antik şehirlerin incelendiği bir tarih anlatısı olduğunu düşünmüştüm. Ama okumaya başladığımda bununla hiç de alakası olmadığını gördüm. Ascherson Karadeniz'in tepe noktasından, Kırım'dan başlayarak bir sağına bir soluna atlıyor ve - büyük ihtimalle - 90'larda gerçekleştirdiği Karadeniz gezisinden temel alarak koca bir kültür mozaiğini tanıtıyor bize. Karadeniz'e komşu ülkelerin dününü, bugününe etkilerini gösteriyor; uzak diyarlardan bu topraklara yolu düşmüş halkların sonrasında nerelere kadar sürüldüklerinden tutun da Yunan olmak, Polonyalı olmak ne demek, memleket yuva ait olmak ne demek, kim nerede hak iddia edebilir gibi soruların etrafında döne dolaşa başımızı döndürüyor. Kimlik konusunda Karadeniz etrafındaki halklardan yola çıkıp, İskoçya'ya Amerika'ya kadar gidiyor. Bir denizin hikayesinden çok, bir denizin etrafından gelip geçenlerin hikayesi bu aslında. Ascherson deneyimli bir gazeteci ve yazar olarak öyle anlatmayı seçmiş.
Ve bu seçimi de haliyle yer yer kafa karıştırıcı ya da sıkıcı olabiliyor. Hiç beklemediğiniz yerlere sürüklenmiş oluyorsunuz, bazen güzel olabiliyor ama adını ilk defa duyduğum ve hiç ilgimi çekmeyen bir 20.yy. şairinin hayatının detaylarını da sayfalarca okumak istemiyorum. Kaldı ki bu şairin hayat öyküsünün Karadeniz'in tarihiyle, halklarıyla alakasını anlayabilmiş değilim. Ve bu benim salaklığımdan değil, bundan eminim. Allah aşkına Polonya nerede Karadeniz nerede ya?! Polonyalı bile olduğu doğru düzgün iddia edilemeyecek bir şairi niye okuyorum Karadeniz tarihini öğrenmek isterken? Rusya'nın tüm bir tarihini anlatıyor zaten bir yandan Ascherson, bunun bağlantısını bir şekilde anlayabiliyorsunuz. Ya da Yunan kolonileriyle gelen Yunanlar yüzünden tüm bir Bizans, Rum krallıkları tarihini anlatmasını. Ama arada böyle o kadar alakasız yerlere kayıp vakit geçiriyor ki Ascherson, bazen sırf bir insan kendini yazar olarak kanıtladı diye böyle şeyler yapmaya hakkı olduğunu düşünüyor diye sinirlenebiliyorsunuz.
Bu sinirimi geçersek, Ascherson'ın kimlik, ait olmak, devletler, halklar hakkındaki pek çok görüşüne ve kitaptaki duruşuna katıldığımı söylemem gerek. "Bütün insan toplulukları bir anlamıyla göçmendir. Farklı kültürler arasındaki bütün düşmanlıklar, sahile yaklaşan bir başka gemi dolusu insana karşı klasik göçmen hasetinden bir şeyler taşır. İnsanın evini, tarlalarını ve ata mezarlarını işgale karşı savunması haklı görülür. Ama tek başına bir yere sahip olma isteği - yerleşim olgusunu soyut ve sabit bir sahiplik görüşüyle birleştirmek- şaka gibidir." diyor mesela. Ya da "Taksim Meydanı'nda satılan Türkçe rehber kitapları 1923 Katastrofi'si hakkında şu açıklamayı yaparlar: Cumhuriyetin ilanından sonra bölgede yaşayan Rumlar kendi yurtlarına döndüler ve Sümela manastırı boşaltılarak terk edildi. Kendi yurtları? Dönmek? Onlar yaklaşık üç bin yıl Pontus'ta yaşamışlardır. Onların Pontus diyalekti yirminci yüzyıl Atinalıları tarafından anlaşılmamaktadır. Onların dünyası Karadeniz sahil kesimidir ve onların yurt dışındaki aile bağları yirminci yüzyıldan itibaren Rusya İmparatorluğu, Kafkaslar, Kırım ve Azak Denizi çevresine yerleşmiş büyük Pontuslu Rum göçüyle olmuştur." diye anlatıyor. Geçtiğimiz yüzyılda her milletin etrafı karıştırmak, savaşlar çıkarmak için icat ettiği bu milliyetçilik, aidiyet saçmalıklarının Karadeniz'deki yansımasını gösteriyor. "Zionist Yahudiler bile tarih hakkındaki bu cümlenin aşırılığıyla boy ölçüşemezler. Yunanlı ilk koloniciler Boğaz'dan geçip Karadeniz çevresinde ticaret merkezleri kuralı yaklaşık üç bin yıl oluyor. Çoğunun kökeni Peloponnesos değil, şimdi Türkiye'de olan Ege kıyısındaki İonya'ydı. O zamandan beri kültür ve dilleri şimdi Yunanistan dediğimiz yarımadadakinden sürekli farklılaştı. Ve gene de onların soyundan gelenler dünyanın en doğal işiymiş gibi Atina ve Selanik'e yöneliyorlar."
Benim sebebini bulmakta zorlandığım İskoçya sevgime de köken bulmuş gibi görünüyor Ascherson. Fırtına Vadisi'nde dolaşırken şu satırları yazmış mesela: "Irmağın karşısında eğrelti otları, böğürtlen çalıları, uzun çayır otları ve İskoçya kokusu var." Ya da Trabzon ile Edinburgh bağlantısını anlatıyor: "Şehrin batısındaki, denizden gelen rüzgarın serinlettiği sırt üstünde, Aya Sofya manastırı var. Şimdi müze olan manastırın freskleri Edinburgh Üniversitesi ve David Talbot-Rice tarafından restore edilmiş. Trabzon'un 19.yy.da Yunanlı bankerler, gemi şirketleri, okul ve hastane vakfetmiş hayırseverler tarafından gri volkanik taşlardan inşa edilmiş, uzun, klasik binaları olan ticaret merkezinde Edinburgh'tan birşeyler bulunuyor."
"Bütün insan toplulukları bir anlamıyla göçmendir." diyor satırların arasında Ascherson. Bilmiyorum belki Karadeniz'e de ait değilimdir en sonunda.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder